“Elimdeki kitap rüzgâr oldu. Sen geldin. Sevgilim dedim sana gürültünün içinden, etimle, ruhumla, sana bakarak. Zamanında, beyinlerinin ışıklarını bir ekmek parasına satan onca insan arasında, hürriyetimi ve mutluluğumu kaybettim. Ama gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… Dedim kendi kendime, seni sevdiğimi. Başım döndü ikimizden. Evvelsi akşam, o büyülü saatte.”
28 Şubat 2007
24 Şubat 2007
Dalgalara dolananlarla...
Damarlarından ılık ılık geçen kanın soluğunda sabahladım gece. Sabahın ayazında uykularını izledim uzun uzun. Sonu gelmeyen düşlerimin pençesinde, aynanın karşısında kalp ayışlarımı izledim. Ritimsiz bir vurgu topluluğu heyecanıma karıştı. Kalbim gökyüzüne uçacak sandım. Sakındığın cümleleri severken günbatımında, güneşin ufka değdiği noktada durup, rengini seçmeye çabaladım. Yıldızlarının yollarına döküldüğü bir gecenin sabahında içimde erguvani bir mutluluk. Yorgun geçen uykularımın bitmez kabuslarında açan bir bahar, kiraz ağaçlarıyla…
Belirleyemediğim derinliklerinde ayrıntılı mevsimlerine takılı kaldı gözbebeklerim. Dayanılmaz bir yalnızlığın üzerine şeftali kokusu, usuldan…
Damla damla akıttığım gözyaşlarımla açmış şimdi akşamsefaları. Renkleri gönlüme dokunur, hüzünleri karmaşamda boğulur. Neyi, neden yaptığımız bilmeksizin, sorgulamaktan kaçındığımız günlerin ardından bir tebessüm, soru işaretlerini bıraktım, büyülü kalsın…
Sevdiğin şarkıların, notaların eslerinde bir güvercinin kanat çırpışı kalbim. Beklenmeyene giden bir hediye olsun kendimden… Sabaha karşı, doğanın sıfıra indirdiği huzursuzluklardan uzak, yanıbaşında bir serinlik, içini titreten, hafiften…
Bahar kokusunda solan hüznünü ver diye geldim. Ellerinin ayasında açan bir güneşi göstermek istedim.
Yorgun, nefessiz rüzgârlarını alıp, seni kendinden geçirenlerle yer değiştirdim. İtiraf edemediklerimize saplı benzerlikleri dudaklarındaki tebessüme iliştirdim. Parıldayan gözlerinde bir okyanus akıntısı. Zamanın yer vermediği mutlulukları, onun kural dediği yasakları yıkmaya geldim. İzmir sahillerinde dalgalara vurdum, dokundurduğun coşkuyu. Dökmek istedim dizelere, yine yeni yeni baştan… Dudaklarımın aralığında usuldan bir ezgi, gönlüne dokunup düşlerinin dokusu olsun diye… “…denizini arayan akarsulara benzeriz/ pencereler bırak açık kalsın/ geceleri yağmurlar yağsın/ günebakan düşlerimiz/ yağmur sesiyle çoğalsın…”
19 Şubat 2007
mevsimin ne?
6 Şubat 2007
karman çorman
çılgınlığımın en üst seviyesindeyim
bağıra bağıra şarkı söyleyebilirim
"never again never again no more never again never again...."
trensetter ı seviyorum

çene çalmayı seviyorum
müziği seviyorum
yemek yemeyi seviyorum

kolayı daha da çok seviyorum

sabahlamayı seviyorum
tek başıma da olsa sabaha kadar oturup konuşmayı seviyorum
biraz sonra masanın ışığını söndüreceğim çünkü gün doğacak ona gerek kalmayacak
cevapsızlığın getirdiği ümitsizliği bile yer yer seviyorum bana beni bağışladığı için
gecenin bir yarısı içmeden sarhoş olmak, sokağa çıkıp bağırmak isterken...
kedilerin yorgun rüyalarında olmak isterdim..

bu arada "!f istanbul" 15-27 şubat arasında!!!!!!!!

bind chocolate izmire de şube açsın!!!!



bir fikret kuşkan filmi isteniyor!


betty boop un siyah elbisesi çok tatlı

bugün nemo'mla sinemaya didebiliriz ve belki hayat ikimiz için de dünden güzel olabilir...

siboşum bugün öğlen alsancağa didiyormuş

bu aralar iklimime kırmızı yakışıyor
gustav artık prense dönüşmek istiyor öpüyorum öpüyorum olmuyor =((

feci halde tembelim
izmir'i özlemişim...
31 Ocak 2007

Sana bir gün “Vur beni” demiştim. Mavileri oyacaktın, kaçamadın… Kızıla çalınmadı iklimler, kan revan içinde kalmadı düşler… Çağırmadın, geldim. Ağlarken görmedim seni, ağlamazdın çoğunlukla… Oysa benim mavilerim akardı, durmaksızın…
Şimdi zehir zemberek bir soğuk dokunduğum noktalar… Boyum yetmiyor bulutlara, seni de alıp götüremiyorum gökyüzünün çıkmazlarına…
Şimdi çıkmaz sokaklara saplı hayallerimle cevapsızlığından imgeler çıkarmaya çalışıyorum. Oturup bağdaş kurdum kalbinin kuytularında, duydun mu dudaklarımdaki ıslığı?... Duymadın… Sağır edici suskunluğun kesti geçti yine… Dudaklarımdan parça parça dökülürken ‘istediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa…’
**Fotoğraf: Kevin Abato/ Liquid Serenity
26 Ocak 2007
'düşlerim yaz gerçekler soğuk'...

İçimde sonu olmayan yollar, çözülemeyen soru işaretleri cirit atıyor. Bir çığlık hayata karşı içimdeki kapıyı zorlayan.. Yabancı bir misafir kilitlerimi zorlayan.. Mühürlediğim anların bekçisi kesimiş.. Renginden griye dönmüş gözyaşları.. Rengini ben bile unuttum.. Baharın habericisi çiçekler kalmadı zaten dallarda da..Bir bulut var kalbimin üstünde.. Ağladı ağlayacak sonra yağmurlar başlayacak.. Körfezde de dalgalar anlaşılmaz son günlerde.. Bir örtü vurmuşlar kuytularımdaki zamana
sepya..
sonra üzerine suluboyadan renk darbeleri..
şeffafa dönük..
bellir belirsiz..
küçük bir kız vardı zamanında
gözlerine en sevdiği rengi yapıştırmış
şimdi kayıp gidiyor gözlerinden rengi..
narin bir cam gibi kalbi ama kimbilir hangi çeliğe atılan yumrukları hissediyor
güçsüz yorgun
ama kapayamıyor gözlerini
rengini tamamen kaybetmekten korkarken..
**Fotoğraf: Kevin Abato- Lamp Post
22 Ocak 2007
Noktaya 'es'...
Yarım kalan bir şiir dizesiydi dudaklarına ilişen koku… Elindeki sıcaklığın uzantısı ılıktan ılığa bir yaz akşamı. Vedasında çerçevelenen gözyaşları hep göz hizasında… Kızılından kızıl çalmışlar bir perşembe sonbaharında… Nefesinin kuytularında çırpınan aktan bir güvercin. Salamadığın özgürlüğünde boğulduğun hıçkırıklar… Benim sustuğum senin soluduğun, kaldırımlarda biten renklere nazır… Laciverdinin koyuluklarında kaybolan bir kutupyıldızının dudaklarından dökülen öpüşlere yazılmış şiirler. Malzemesinden mi çalmışlar aşkımın?! Unutulmuş bir konak gibi gözlerinden bana akan hareler.. Harelerinden önüme uzanan uzun çizgiler, kesik kesik.. Goncalarına serptiğin, teninin kokusunda susan süt beyazlığı. Vişneler saçtığın dokunuşlara mühürlü, geceler… Ayın soluğunda yok-olan bir tılsımdı gülüşlerin. Bir bardak suyun mu gölgesinde yakamozlar? Menevişlerin dokundurduğu renklerde kaybolmuş dakikalar.. Ellerinden akan bir yaşamdı sinema salonlarına kilitlenen.. Belirsiz boşluklar vardı cümlelerimde, darmadağınık duygularımın mirası...
Birkaç yarım şiir birkaç belirginliği yitmiş şarkı.. kaybolmuşum bilmediğim bir şehrin sokaklarında . Oysa burada her sokak denize çıkardı, denizimi yitirdim. Suladığım çiçekler rengini yitirdi…
Bu bir veda değil sevgilim..
Sev-gi-li-m...
Bu susuştaki konuşkanlık belki beni sana, sonu olmayan sokaklara bağlayan. Sepya bir örtü vurulmuş düşlerime, üzerine suluboya fırça darbeleri..
Git diyemez ki bir yanım, kendimi sende bulmuşken, uykularını izliyorum sonu gelmez gecelerde.. Huzurlu gerginliğinin eşiğinde, karanlığa çarpan soluğunda ertesi gün planları…
Bu bir veda değil…
Bir gidiş kalbimdeki kakaolu ülkelerden…
Sana uzanan bir masal…
Masalına kilitli renkler…
Renklerine mühürlü tonlar…
Tonlarında doku…
Dokunda bir es…
Teninde koku…
Noktaya bir kala bir virgül…
Sürmeli gözlerde bir yaş…
Dudaklarda bir çilek tadı…
Ve kalemdeki kurşunun kokusu…
Ve bir sevda çığlığı…
Bir Lâl Masalı
Bir adam sustu, bir kadın sokundu. Güneşin içinde karanlık kayboldu. Yeni bir çığlık eklendi hayata, kalbinde küçücük bir gamzeyle. Yakın tonların sentezinden miras.. Yeni çığlık savunmasızdı, güçsüzdü, ulu dağlara bakamayacak kadar küçüktü. Masalındaydı ömrün ve dokunuşları bir renk cümbüşüydü. Periler, prensesler, ışıltılı oyunlar ve parlak yarın düşleriyle bezediler gözbebeklerini. Prensini arar oldu kızıl gelincikler arasında. Ve bir bulut gördü uzun , parlak saçlarının gölgesinde, bulut ağladı, gözyaşları gamzeye değdi geçti. Küçük çığlık silmek istedi gözyaşlarını ama küçücüktü elleri, yetemedi… Gamzesi küstü gelincikler ardındaki renklere. Ve gece oldu. Yıldızlardan düşlerinde bir perde vardı şimdi. Umutlarına ve masallarına eklenen bir karaltının eşiğindeydi. Yetemedi. Sihirli tozlarını saçamadı. Gördü. İlk defa gördü. Şu dönen dünyaya hep güneş düşmezmiş. Hep sabah olmazmış ve elleri büyük değilse ışıltın görünmezmiş. Küçük çığlık ilk kez gerçeğine dokunmuş ömrün ve ilk kez çığlık atmış içindeki gamzenin yansıması…
Yıllar, yollar sonra bir gül bahçesinde umudunu yeniden kazanmanın yanı başında durmuş. Küçücük elleriyle bir solgun güle nefesini bırakmış. Tüm güller aralarında fısıldamaya başlamışlar ve bir şarkıyı mırıldanmaya… “…yollarımız hiç kesişmemiş şu eylül akşamı dışında…” Güllerin dudaklarından dökülenler gamzeye değmiş ve küçücük bir gülümseme yollamış uçuk pembe dudaklarına. Dudaklardan solgun güle bir öpücük değmiş, tüm güller birbirine dolanmış ve tek bembeyaz bir gonca halinde, küçük çığlığın ayaklarının dibine düşmüş. Minik parmaklarını dokundurmuş goncaya ve pembe dudaklarını bir kez daha değdirmiş. Kıpkırmızı bir güle dönüşmüş gonca ve fısıldamış “.. senden başka kimse yok içimde…” Ve bir gülücük daha dokunmuş. Işıldayan gözlerini kapamış küçük çığlık ve içinden usuldan bir dilek tutmuş “Masalıma masal kat..”. Dileğini dilerken, utangaç, nazlı nazlı kıpırdayan şeftali kokulu dudaklarında kadifemsi bir yorgunluk bulmuş. Araladığı gözleri, prensinin gözlerine dokunmuş. Ilıktan bir mevsim şeridi… Masalına masal katılmış ömrün. Ve bir bulut uzaktan göz kırpmış, gamzesi gülümsemiş. Yine yeni yeniden bir adam susmuş, bir kadın dokunmuş, güneşin içinde karanlık kaybolmuş. Yepyeni bir çığlık eklenmiş hayata…
2 Ocak 2007
2 Ocak 2007
Umutlarıyla bezeliymiş ömrü. Bulutların mirası, kar tanelerine sarılıymış gönlü. İçindeki bitmez yollar, aşılmaz duvarlar kuytularına saplı goncalarda hüküm sürermiş. Ayrılıkların sonunu düşününce güneşe uçmak istermiş. Bitmeyen yılların, özlemini kırbaçlaması, birkaç mısra gibi süzülen gözyaşlarına sebepmiş. “Sen hiç sensiz kalmadın ki, mevsimleri saymadın ki…” Dudaklarından dökülmeyen, yüreğinde bir kurtarıcı bulup da, yollara düşemeyen ezgiymiş. Kavurucu bir yazın eşiğinde, gönlünde kristal kar taneleriyle, kapıyı çalmaya utanan küçük bir kız çocuğunun şeker beklentisi gibi… Gezdiği ya da bildiği şehirlerin kıyısında, kalbinde gümüş labirentlerle… Sokaklarına rüyalarını katmış falcı kadın ve susmuş gecede… Tahminlere sarılı ömründe yalnızca bir kaç gelincik… Ne demişti geçmişten gelen bir sevdalı ses ?! “Saçlarına kan gülleri takayım/ Bir o yana/ Bir bu yana…” Güllerine dökülen kanında kızıla çalan bir yorgunluk… Yorgunluğun ötesinde adımlarına çalınan bir yoksunluk… Süregelen bir akşam vaktiydi kuytularındaki zaman… Güneşini kaybeden bir yaz çocuğunun sevdalarına mühürlü yaldızlar… Uzun siyah saçlarından yağmur taneleri gibi akan umutlarına tutunan gelecek olasılıkları… Kabuğunun içinde sürüp giden ayrı bir yaşamdı kuytularındaki… Zaman denilen uçsuz bucaksız saatin akrep yelkovan kovalamacasındaki engellere takılı içinden akıp giden “nakarat gibi yağmur”. Pencereleri döven ıslaklıktaki soğuğun bıraktığı buğu da sustu pembeleşmiş gülüşler. Yatağının altına her gece yarısı gizlediği eski defterinin sararmış sayfalarından dizeler pusuda, sokakların yağmurla –bulutların gözyaşlarıyla- yıkanışını izleyip, parmaklarını soğuğun nefesinde gezdirirken…”Yokluğun cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini…” Şiir gibiydi sevmeleri, yelkovanın engelli koşusuna benzemezdi. Gecenin, yıldızlarla yıkanışı gibiydi… Ölümün tartışılmaz kesinliği, yazın yadırganamaz sıcaklığı gibi… Dokunduğu yere kızılından gelinciklerini bırakırdı, bir valsin en coşkulu anı gibi… Tangonun tutkusunda kızarırken… Bir yaz sabahına gebeydi düşleri ve dudaklarına ilişen tek bir dize “…haziranda ölmek zor…”
30 Aralık 2006
2007'ye 1 kala...

Her şey bir yana 2007 herkese dilediği yaşamı ve düzeni verir umarım.. Özellikle yeni bir hayata ve akademik konuma adım atacaklara, yeni bir sistemde yaşayacaklara, yeni gelişmelere gebe durumlara ve her şeyden önemlisi yeni hayatlara şans, mutluluk, sağlık getirir... Hayatın herkese tüm güzelliklerini sunması dileğiyle...
Herkese mutlu yıllar, iyi bayramlar..
26 Aralık 2006
24 Aralık 2006

Yakamozuna mühürlü bakışlarındaki yaldızlar saçıldı her yere. İçimdeki aşılmaz(!) duvarları kırdı geçti. Seni bana kelepçeleyen bir kaç damla gözyaşı, maviliğimden, bıraktım gitti.. Samanyoluna iliştirdiğin ılıklığından yansıdı gece, harelerime. Sensizliğin sınırında, seninle kaplanan karanlık... Uçsuz bucaksız vadilerin ortasında goncasını arayan bir bulut kümesi bekler gözlerinden akıtmak için damlalarını... Aksın goncasına, kızarsın gonca, gül olsun, gül-sün bulut... Silindir bir beyazlığın maviye çalan koyuluğundaydı gün. "Sen güldün, ben öldüm" Dakikalarıma mühürlediğin renklerinin tonlarında... Genç bir kadının rengindeydi hayat, nar çiçeğinden koyuca. Mısralarına sığınmış kuytularında. Dilinde ufaktan bir şiirin dizelerini mırıldanır "İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü kimse bilmesin..." Dayanılmaz bir ağrının bilmediği coğrafyalarında dolanırken...
21 Aralık 2006-Perşembe/ 12.20
17 Aralık 2006
..Her durakta duruyor, inmiyorsun...
Bugün içimde şarkılar şaha kalkıyor, nedeni belirsiz kıpırdanmalardan.. İçimden sadece gitmek geliyor.. Uzaklara… Alıp başımı gitmek istiyorum.. Dünyanın yükünü bir yana bırakıp, bilmediğim yerlere… Hayata mola vermek değil, hayatı görmek için belki de… Sıkıcı bir düzene takılı soluklar bizimkisi… İçimdeki, kocaman bir uçan balona benziyor kimse ulaşıp da patlatamıyor… Hatalarımı ya da pişmanlıklarımı yüzüme vuran birkaç silüetten başka gözlerimi açmama engel yok..
Sıkıcı bir pazar gününün en bunalımlı dakikalarındayım.. Önümde birkaç zorunluluk, bitmeye yaklaşan bir gün, kocaman bir sıkıntı hüküm sürüyor…. Pazarlar neden insana kelebekler saçmaz?! Pazartesi yüzünden değil bana kalırsa… Bir bitişten çok, bitişi kasvete dönüştüren bir ağırlık… Şu an sadece gitmek istiyorum, uzağa… Nefes almak, soluğuma anlam katmak için…
15 Aralık 2006
Nemosu Kuzusuna yazı da yazarmııışş!!!!!!! NEMO- ŞİREK- DİDİKO üçlemesi
Mor; bu kalemin rengi, Didikomun hayat felsefesi
Yeşil; BEN... Didikomun dostu (kardeşi), Nemosu, bıdığı, afacanı
Mor ve yeşil = ayrılmaz ikili tıpkı Gaffurla Burhan gibi ...
Mor ve yeşil ayrılamaz... Sor bi neden? Çünkü çiçeksiz bir bahçe, noktasız bir cümle, kolasız bir patates kızartması, kumrusuz İzmir, ediyle büdü, pidesiz ramazan gibi bir bütündür adeta... Aslında bunlar ortalarda yerden bitme boylarıyla fıldır fıldır dolanan, kahkahalarla karnını doyuran (para yok bu aralar, naabalımm), bidik oldukları için opotüs şoför amcaları, kantinciler, taksiciler vs.vs.... tarafından azarlanan, kedi-köpek gördükleri yerde garip sesler çıkaran (bu aslında çok sevdiklerini belirtiyor), vapurlarda tek akıllı onlarmış gibi kaptan amcaların yanlarına kadar çıkıp buz gibi ayazda müzik dinleyen (alakasız müzikler), ayaklarını dans ettiren, derinnn muhabbetler yapan, foto 1 ytl yapan, insanlarla uğraan, senaryolar yazarak kendilerini korkutan, en yakın arkadaşlarını haince kekleyen, birbirlerin bayıltıncaya kadar gıdıklayan, ders çalışıyoruz gibi gözükerek aslında birbirlerinin defterlerini geçiren (bunu vapurda yapıp msn de daha çok muhabbet-geyik yapan), aynı dertlere sahip olan, birbirlerine en garip, en saçma ama en komik isimleri takıp, espriler yapıp dalga geçen, hayatını yollara adayan, öğlenleri 'salata- light coke' birlikteliğinden vazgeçmeyen, msn'den birbirlerine ne giymeleri gerektiğini söyleyen, 'eşek, sıpa, sıpanın önde giden giden eşşeği, ulaannn nabıosun, kısımmm ne diyosun sen arızalı mısın' diye saydırıp buna kırılıncaya kadar gülen, sanki 'potansiyel keş'lermiş gibi sürekli içmeyi planlayan... Bazen çılgın, bazen duygusal, bazen psiko, bazen asabi, bazen şımarık, bazen depresyonda, bazen 'muhallebi kıvamında', bazen cıvvık cıvvık, bazen ciddi, bazen dünyayı kurtaran adamın evlatları, bazen cesur, bazen korkak... Tırsıtıcı, tırsınç, üşürlenen, 'tete' ve 'sarmısak' larından vazgeçmeyen, kimliği belirlenemeyen , ismini vermek istemeyen 'bir şey'ler. Bunlar yetmiyor, sanki bu ikisi az.. Bir de başlarının tatlı, dev gibi bir belaları var. Kim mi o? ŞİREK.. Aslında Shrek ama traditional man olduğu için 'şiirek' denmesini tercih eden, playstation manyağı, her şeyden anlayan ama ilgi alanını daha başka (!) yerlere yönlendiren ancak ve ancak (<=> ) bütün 'şirek'liğine, 'activelora'lığına karşın bizim yanımızda olmasından mutluluk duyduğumuz, (galiba bize katlanabilen nadir insanlardan, ondan benimsedik), bazen duygusal, bazen uykusuz , bazen sataşık, bazen komik, bazen ciddi, bazen bizim kıvamda (muhallebi yani), bazen hacker, bazen gıcık ama her zaman iyi niyetli tıpkı biz gibi... Bu 3 kahraman tek bir ortak noktada birleşiyor (Aslında ortak nokta çok da, en önemlisi bu).. 'Milka beyaz sütlü ÇUKULATAA'... İşte hayatın anlamı, 3'ümüzü de bu şifreli sözle kandırabilirsiniz... Bir de bu yazıyı Deniz'imin gönlünü almak için değil, gönlümü paylaşmak için yazıyorum. Daha da çok yazardım ama şu gazla kitap bile çıkarmaktan korkuyorum... (Parçada adı geçmeyen kahramanlar da var ama bu 3'ünü almak zorundaydım.) Sizi seviyorum ben ya.. 'Şirek'siz ve 'Didikom', 'Kuzum', 'Cincinim'siz (Tabii bu son üç kişi aynı kişi oluyor) bir hayat düşünemem.
Sevgilerle S.Gül
saat: 04.08
Dört yüz sekiz
Fr 15/12/2006---------------> Vee yarın 7'de kalkıcam :( :) "
DİDİKO'DAN CEVAP:
Sinemim gülüm önceliklee saat esprisinii kullandığın için teşekkür ederiiim, o önemli bir mirastı bana, gözlerim doldu görünce :)))
Ve kısa ve öz cevabım şudur:
DİDİKONUZ KURBAN OLSUN SİİZEE (NEMO & ŞİREK)!!!!!!!!!!!!!!


şireeğim seni de öperiiim!!!

12 Aralık 2006
gece yarısı şarkısı

8 Aralık 2006
Nemo'ma...

İçimde kocaman bir boşluk var... Sanki gökkuşağının renklerinden birini kaybetmek üzereyim... O kadar belirgin bir kayıp ki, yerine doldurabilecek hiçbir şey yok sanki, ne yıldızlarım ne ufak tefek büyüler, parıltılar... Sanki Gargamel'in büyüsünde bir malzeme eksik gibi.. Benim de hayatımda bir renk... Şarkılardan notalar çalınmış gibi.. Yeri doldurulamayacak boşluklar, yerine başka renkler koyulamayacak kuşaklar, değiştirilemeyen melodiler... Korkuyorum, uzaklıklar gözümde, teker teker aşılamaz duvarlara dönüşüyor.. İçimdeki en büyük zenginliği kaybetme korkusuyla soluklarımı sıkıyorum.. Gitme küçük balık, gitme...
3 Aralık 2006
bugün orada da cumartesi mi?
cumartesi: yol-okul-kantinde kinder surprise-yol-insanlık dışı insanlar-yol-ev-yol-gezme-çok gezme-alışveriş-çok alışveriş-renk-bol renk-yol-ev-mama-az buçuk tv
pazar: uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-mama-mama-mama- mid-term öncesi stres-bıcı-uyku-uyku-uyku-uyku....
28 Kasım 2006
21 Kasım 2006
İçemediğim suların güzelliğine takmıştı gözlerini… Susayan şehirler ve insanlardan uzakta. Yarıda kalan bir yürüyüşün sayılı adımlarına gizlenmişti derinliklerindeki mavi. Deniz ve gökyüzünü birbirine dolamıştı ressam, bilmeden tablosuna gözlerin saplanacağını.
Eski bir filmden kalma kareydi, öpüşler. Kuytularımda cirit atan heyecanlar… Seni nazlanan ritimler, coşkuyla ürpertiyle dolduruyordu gönlümü. İlkokul sıralarından kalma ucu yırtık çizgili defter sayfasına karalı birkaç mısrada…
Dünümün ve yarınımın çıkmazlarında, gözlerimden dökülen birkaç damla aşk, geride yalnızlık var. Coşku dolu konvoyların ardından sürüklenen bir dalga, puslu…
Ezemediğim birkaç filize yüklenmiş özlem.. Senin sustuğun, benim soluduğum sahnelerdi. Senin geçtiğin, benim kaldığım… Ömrümün menekşe kokulu arnavut kaldırımlarına yüklediğim seksek oyunu..
Senin soluduğun, benim soluğumu tükettiğim…
10 Kasım 2006
"o günbatımında karanlığın bu kadar uzun süreceğini hiç birimiz bilmiyorduk..."
Çoktan işlemeye başladığın cinayetin oyasına takılı kalmış, ölümünün ahşap kapısında bir aralanmışlık... Sürüklediğin aynaya çakılmış renklerin. Aklını oynatan bir mavilik, saçlarına goncalar taktığın kadının

Bende akşam, günün dayanamadığı sınırlarla kaplı. Yoğunluğu 'kavuniçi'ye çalar, söyledikleri usuldan bir şiir, seversin sen de 'Ben Daha Ölmedim Anne'... Değişmeyen bir ses kırıntısına takılı kalmış düğümün.
İçini acıtıyorsa hayat, gözyaşları yakıyorsa kalbini yıldızlardan bir geçit var gözlerinin erişebildiği en yüksek noktada. Sana gösteriyor sırrın, çözülmemişliğin saklanan perdesinin ardından kutupyıldızı...
Suya yazdığım yazıların sağlamasıydı dokunuş... Renklerin birbirine dolanıp içinin ılıklığına ılıklık katması... Parmaklarının ardından uçan bir hayata yüklüydü gözbebeklerin. Sustum, gecenin yorulduğu, şehrin susadığı saatlerdi.. Ve sadece izledim gökyüzünden, gözlerinin ulaşabildiği noktadan, hayatı ve ardında bıraktıklarını, çığlığı...
4 Kasım 2006

Gözbebeklerinden taşan koyu hıçkırığın saplanmasıydı kağıda, içimi acıtan keskinlik.
Sustuğum yağmur damlalarını içiyordu gece. Beklenenin elime kondurduğu bir yumuşak, ufak gonca gibi.
Sükûnetin sınırında sessizliğimin tıka basa doldurduğu huzursuz bir ruhtu benimkisi. Elinde kalemini saklayan bir yaramaz, geçimsiz.
Fırtınalarını saçıp, ilerliyordu gecede yalnızlık.
Tutunacağım düğümlerden usanmış loş sokaklar Loş sokaklarda cılızdan bir sarılık. Kendinden geçen gece bitkilerine rağmen, eskimeyen, kendini tekrar eden,” nakarat gibi” bir yağmur, sokakları döven. Dudakları hırpalamadan , usuldan ıslatıp geçen…
Bir deniz kabuğuydu yüreğinden ıslak kaldırıma düşen. Küçük bir minare. Denizyıldızları takmıştın saçlarına, korkunun gözlerine saplı kaldığı kadınının… Ve insanın içini okşayan samyeline karşı, kumdan kaleler yaparken “who can say where the road goes, where the day flows, only time…” Zamana yenik düşen savaşçılardık günebakanlar arasında. Kalbinin, zamanla gerçek arasına sıkıştığı, yol verdiği sızıydı akşamsefalarının ölümü gün doğumunda… Ben-sizliğin haritasında ilerlerken, kıvrımlarımdan geçerek sevmek ben-sizliği. Usuldan gamzeme saçtığın güllerinle… Sonbaharına hoş geldin..
3 Kasım 2006
"Sweet November" - Ayların en utangacı, en zarifi...

25 Ekim 2006
23 Ekim 2006
"yağmurkuşugillerden biri"...

Sonbahara aşık olmuştu, kavuniçi yapraklar arasında usuldan bir tango... Etrafa saçılan kızıl gül yaprakları kadınının kokusunda... Ayağının çizdiği bir aşk ritmindeki şiir dizeleri... Erguvanına sapladığı pembemsiliğin kokusunda bir sarhoşluk... Kendine ya da erguvanî ılıklığına saçtığı inciler...
Günün birinde kulağına fısıldadı: "Eflâtun..."
O yaz sonu,yıldız geçidi bittiğinde, deniz sahili döverken kulağına fısıldadı: "Sahildeyim, seni izlemeye geldim..."
Baharın göbeğinde, coşkun bahar yağmurlarının büyük bir şevkle doğurduğu çiçeklerinin arasında kulağına fısıldadı: "Erguvan..."
Eflâtundan bir denizin erguvanî ılıklığında istemişti dizelerini...
Dizeler döküldü, adalara yayıldı, eylül akşamlarında günbatımı hatıraları, kokusunda akasya, arınmış bir su gibi berrak ve coşku hüküm sürerken mevsimlerde...
matematiğin karmaşık kıvrımlarından doğan bir sevda işlemiydi gizlenen... Gecenin koynunda susayan bir martı, hıçkırıklarını yıldız olarak saçan gümüş bir ay...
Saklıydım bir temmuz sabahının ilk ışıklarında, bir çamaşır ipindeki iki havlunun ıslaklığında, sabırsız bir dizenin söyleyeceği utangaç duygulara, şehirlerin birbirine dolandığı renklerde...
Sabırsızlığımın sabrında, kalemime dolanan erguvanlarda...
-Deniz
Odada
Neydi onlar,açmalık belki;
Camekânda neft, güherçile,
Belki de rum ateşi.
Yanıbaşımızda
Bir su akardı eli serçeli,
Sepetler tıklım tıklım havlu, bez;
Öpüşlerde yeniden çizerdim seni.
Üstümüzde
Uzayıp giden çamaşır ipini
Kimi ben görürdüm, kimi sen;
O ipti işte aşkın yazı dili.
Dünyada
Bakışımlıydı, çocuktu bedenlerimiz;
Ezilir ezilirdi aralarında
Yağmurkuşugillerden biri.
Cemal SÜREYA
***resim:Abidin DİNO
21 Ekim 2006
17 Ekim 2006
Kırmızı'ma...
09.20
11 Ekim 2006
11 ekim 2006- adım sonbahar
Bugün hava karardı, biz vapurdan İzmir'i izledik, martılar koyu denizin üzerinde inci taneleri gibi süzüldüler, biz hayran olduk, hava karardı gün biterken biz ayrılmadan dostlukları, sevgileri, özlediklerimizi ve kuytularımızda yer edenleri bir kez daha özledik...
Güldük, sustuk, durmaksızın konuşurken satır aralarını doldurmasını bekledik rüzgârın...
Bir resime takılıp günü, özlemleri, aşkları, sevgileri peşine taktık... Bir resimle uzağı yakın yaptık.
Bugün fotoğrafa adım attık. Bugün uzun zamandır olmadığı kadar zevkle ve şevkle bir ders dinledik. Gördük ki öğrenme isteği hala içimizde yeşeriyor. Ve hala hayat yeni olaylar, yeni sahneler, yeni oyunlar koyuyor ömrümüzün tiyatro sahnesine..
Ve biz her yeni doğan güne yine umutla başlıyoruz...
**Atilla İlhan'ın ölüm yıldönümü... Biz seni çok seviyorduk hocam...
nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar
8 Ekim 2006
ve sıradaki parça kırmızı ve tonlarına...
Kalbi kırıklar var bu sonbahar yağmurlarında bir de... Ne yapacağını bilemez, eli kolu bağlanmış sadece yüreği açık insanlar... Ve sokakta uyuyan, başka hayatların başka köşelerinde kediler...
Renkler gizleniyor yavaş yavaş, hava kararırken...
Ve sıradaki parça kızıllığına kızıl katarak geceye meydan okuyan dansıyla kırmızıya gelsin...
hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
ONCA NEDEN VARKEN
VE TAM SIRASI GELMİŞKEN
HİÇBİR ŞEY YAPMAMIŞ
VE SUSMUŞUZDUR...
AYNI ANDA AYNI SESSİZ GECEYE DOĞRU
İÇİM SIKILIYOR DEMİŞİZDİR
AYNI SABAHA UYANIRKEN
KİMBİLİR
AYNI DÜŞÜ GÖRMÜŞÜZDÜR.
olamaz mı?
olabilir.
ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA
belki benim kağıt param,
bir şekilde, döne dolaşa
senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa,
birkaç mektup atmışızdır
AYIN KARPUZ DİLİMİ GİBİ
BATIŞINI İZLEMİŞİZDİR DENİZ KIYISINDA
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı?
olabilir.
ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA.
bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda
öylece beklemişizdir...
SABAH 7.30 VAPURUNA
SEN KOŞA KOŞA YETİŞİRKEN,
BEN YÜRÜDÜĞÜMDEN KAÇIRMIŞIMDIR...
aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı?
olabilir.
ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA...
29 Eylül 2006
ÇÖZ çöz ÇöZ çÖz...
Her şey susmuş gecede, yarım kalan çığlıklar basmış kuytuları.. Bende kalan nazlanmaların doldurduğu renk kutuları...
Uzağa bakarken, yakına dokunmanın tedirginliği... Denizin ortasında durup rüzgârın hayatımızın akışını değiştireceğini umut etmek...
Masalına masal katarak ömrün.
Ömrüne bağlanan bir ipin düğümünde kaybolmak. Yoluna yol katmış haritaların. Yeşile sarı, maviye kan damlatılmış. Arınmadan katmış önüne seni, iklimini... Bir kalem darbesine vermiş portreni... Bugüne dair olsun demiş izlerine ömrünün kurşun kalıntılarının...Aşka dayanmış sular... Ne var biliyor musun hiçliğin haritasında, kan...Usul usul akıyormuş. Hiç düşlemediğin şekilde. Sensiz ya da sana dayanarak. Varlığının coğrafyasında...
Senin adına takılı bir isimmiş ömrüne bağlanan ipin düğümü...
29.09.2006
14.00 Üçkuyular- Bostanlı Feribotu
24 Eylül 2006
hoşgeldin sonbahar

Yarın sonunda okul açılıyor! Ve ben çok mutluyum. Evde otur otur bir yere kadar. İnsan çalışmak istiyor, meşgul olmak istiyor. Garip yaratık şu insanoğlu. Çalışırken tatil ister, tatildeyken çalışmak.. Yani bu ikinciyi belki bir kızmı istemez ama benim aşırı derecede okula gidesim, ödev yapasım var. Sıkıcı bir yaz işte nihayet bitti. Sonbaharın geldiğini de zaten dün kesin bir şekilde gördük. Yağmur, yağmur, yağmur... Sonbahar ve okul... Yeni bir mevsim, yeni bir mekan... Bazen pozitif de olabiliyorum, görün işte :) Bundan sonra her iş günü vapura biniyorum, bundan sonra artık bir okul üniformam olmayacak, bundan sonra her okul değiştirmemde olduğu gibi güzel İzmirimin yeni bir ilçesini öğreneceğim. Bundan sonra kuzenimle yıllarca hayalini kurduğumuz aynı okulda olma hayallerini gerçekleştirmiş olacağız. SEvdiğim arkadaşlarımla ayı okulda olacağım. Yani bir çok şey yeni artık. Söylediğim ve söylemediğim pek çok şey...
22 Eylül 2006
21 Eylül 2006
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..
Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..
Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...
Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...
Nâzım Hikmet
18 Eylül 2006
karanfile bakan
sadece bejden kahveye dönük hafiften bir ıslık..
tanınmayan bir silüette yansıyan çakıl burukluk sustu gecede..
ben kaldım geride, sen kalmadın, bittin, küllerin saçıldı ay dolu kadehin ağzına...
ben tuttum uçurtmayı, sen kayboldun rüzgârın çığlıklarında...
serde erkeklik var deyip çakılına çakıl kattın beyazın..
susamış kuşlar, yol veren olsa uzak diyarların uçsuz bucaksız sularına kanat çırpacaklar ama yok. Yoluna yol katmış dağlar, sularından su çekmişler. Geride, çırpılacak kanatlarda gözyaşları kalmış...
ay güldü geçen gece biliyor musun? Güldü sana. Ona verdiğin sırlar dökülmüş göğe, yıldızlar kapıp koklamış, kimbilir beğenmişlerdir belki içine teptiğin sihirli yaldızların kokularını... Ne vardı onlarda biliyor musun? Defne kokusu.. Anlatmıştım sana..
Küsmüş şehir bana. Sadece susuyor karşımda. Her sabah deniz sırtını dönüyor artık. Çünkü artık dalgaları, çalkantıları görmeme gerek yokmuş. Durulman lazım, dedi bana. Başka denizler de küsmüş müdür bana? Bir zamanlar deniz içine alırdı denizleri. Peri masallarına saklanmış aşkları taşırırdı hıçkırıklarında. Döndü sırtını deniz.. Kızıllığın ortasında yalnızlık belirdi. Ufuğa baktığımda bir kaç karanfil belirir kırmızıdan, sus dedi kokusu, karanfillerini tüketme yeni doğan güne başlarken, pembeden kırmızıya çalarken, yanık yanık kokarken katar gününe seni, sevdanı, şehrini, denizini, her parçanı, soldurma karanfillerini...

15 Eylül 2006
kayadan su geçti...
Yan yana duruyorlardı kaldırımın ortasında.
Akıp giden kalabalığın ortasında…
Gökyüzüne dönük bakışlarındaki gerçeklikte varlığını sürdüren tek güzellik Su’ nundu.
Su’nun gözlerinin dokunduğu tek yeşillik Kaya.
Su yavaşça kalbini Kaya’nın avucuna koydu. Kaya’nın avucundaki sıcaklıkta aşk göz kırpıyordu.
Cumartesinin renklerini yaşamayı kararlaştırmışlardı hafta ortasının bunaltıcı bir öğle saatinde.
Su, rüzgârların kokularını bıraktığı aleve çalan kızıl saçlarıyla, elâ gözleri ve belirgin çizgilere sahip vücuduyla Kaya’nın kalbini ezip geçen ayrılık darbesinin ilacı olmuştu.
Kaya, içe dönük, kendi içinde savaş yaratan, kendi karmaşasının çözümünü arayan, sert mizaçlı, uzun boyu, geniş omuzları ve yeşil gözleriyle dikkat çekici bir adam.
Su yılların getirdiği bir tanıdıklıkla Kaya’nın kulağına doğru, parmak ucunda uzanarak, tatlı bir ezgiyle “Bugün orda da cumartesi mi?” diye fısıldadı.
Onların ‘zaman’ı kalabalığınkinden farklıydı. Düğüm olmuş bir ipin peşine takılmıştı zaman. Sadece ‘oyun’ ve ‘bakış’ vardı. Oyun, eşyalara yüklenen duyguların oyunu. Renklerin eşyaya yansıması, enerjinin renklere. Ve sadece kahverengiye değen yeşilden oluşan ‘elâ’ bakışlar…
Yollar ya da zamanın eskittiği şehirler… Eskiyen ve taşıyan şehirler. Rüzgârın peşine takıp sürüklediği kalpleri sahiplenen şehirler ve evler ve odalar. Ya da sadece ‘biz-lik’. Yaratılan, olmayan yerler.
Su tuttuğu avucu hafifçe sıkarak, Kaya’yı kendisine doğru çekti. Kumruya benzer sesiyle hızlı ve engebesiz:
-Gidelim Kaya.
Kaya, Su’nun çakıl gözlerine bakarak duraksadı. Bir an tüm gündelik hayatı, işleri, kalabalığı unutup Su’nun kumru sesine, çakıl bakışlarına, dal gibi bileklerine, nar çiçeğinden koyu saçılmış kızıl dalgalarına takılı kaldı. Su’nun dudaklarını dayadığı hafif sakallı yanağına, yasemin kokusunun dağıldığını hissetti.
-Gidelim, dedi.
Su’nun soğuktan morarmış dudaklarına dikti gözlerini, aralanmış mor dudakların daveti bir an olsun kalbinde çırpınan güvercini öldürecekti.
Güvercin havalandı, ağzını ağzına dayarken. Kalabalık aktı, güneş küsüp bulutların arkasına saklandı. Bulutlar arasında kaynaşma oldu. Sonra karmaşa. Ve bulutların ardında güneş, bulutlarla yolladı kırgınlığını. Ve ıslak. Derinden bir iç çekişin getirdiği sel. Sürükleyip, herkesi içine alan bir hatıra geçidi. Düşlenilen ‘yağmur altında tango’, geceyi sabaha bağlayan saatlerin akrep- yelkovan kovalamacasında…
Kumsalı ıslatan gözyaşları, yağmurun altında sadece iki çift göz arasında bir ezgi. Yeşile çalan bir aydınlık. Kaya’nın kuvvetli kollarıyla çevrelediği ıslak bir vücut. Fısıldadı “…yokluğunda öldü gönlüm…” Kaya durdu. Sadece denizin hıçkırıklarıyla, yağmurun şarkısı kaldı. Ve yeşil gizli bir aydınlık. Su’ya değen derinden bir ıslık. Kalbini delip geçen bir yeşil. Yeşiline kızıl damlamış bir çiçekti sevda.
Yılların ve yolların ardından çalan bir telefonun getirdiği yeni bir hayat ve yıllar öncesinde yarıda kalmış bir tanışma.
Bir danstı aşk. Su’nun ritimleri ve o ritimlerin içinden doğan Kaya’nın ritimleri. Adım adım ve göz göze.
Yıllar sonrasında birbirine kavuşan adımlar.
Kaya kumsalı döven hırçın suya bakıp “…sarhoşum sarhoş..” diye mırıldandı. Yeşil gözleri karanlıktaki ateşböceği…
Su, Kaya’nın bedenine nasıl yayacağını bilemediği bir sıcaklıkla Kaya’nın avucunu kumlara soktu ve bir avuç kumla beraber çıkardı. Coşkun bir rüzgârla dağıldı kumlar bilinmeyen sevdalara ve diyarlara. Kumlarla birlikte Su’nun kızıla dönük dalgaları da saçıldı yıldızlı geceye.
Su, özgür ruhunu ve patavatsız hareketlerini Kaya’nın ve etrafındaki herkesin hayatına saçmayı alışkanlık edinmişti.
-Gidiyorum ben.
-Nereye?
- Uzağa.
-Ben?
-Yeni bir hayat…
-Beni sevmiyor musun?
- Hava karardı.
-Söyle!
-Gitmem gerek…
-…
Ve 15 yıllık bir boşluktu zaman, çok uzun bir es. Unutulmaya yüz tutan, çerçevedeki bir sima olup, yeniden hayatları karmakarışık eden bir kızıl…
Kaya’nın dudaklarından yalnızca şu mısralar döküldü, kızıl dalgaları alıp götürürken rüzgâr:
“… Sen aşk nedir bilmezsin
Beni sevmedin ki
Ağla ağlayabildiğin kadar
Bütün güzellikler sende
Aşk bendedir”
Ve sadece kapandı gözleri uzun bir loş boşluğa…
30 Ağustos 2006
Coşkun bir renk geçidinin ardına eklenmeyi unutmayan mutsuzluklar hep varmış.
Kalbimin kırıldığı anlar aslında kendimi sorgulamam içinmiş. İçime tıktığım derin hıçkırıklarda unutulmuş kelimeler...
ben ve sen yokmuşuz. Biz-lik kaybolmuş mühürlü gözyaşlarında.
İçindeki savaşın kazananı hep mutsuzlukmuş... Umudunun son ateşini görmek her kırmızı başlıklı kız masalında varmış.
Aşağılanmış bir yalnızlığın soğuk kollarında renksizlik...
"Aldırma" cümlesinin yakındaşı "kaldırma"... Yük ağırsa kaldırma, belki hafifler. Kendini kandırmanın eşiğinde ağlarken...
Aynada duran küçük kız çocuğu... Sevdiği rengi yapıştırdığı gözlerinden akan bir ezilmişlik... Sevinilecek ne kaldı geriye? Bir kaç damla su damlasına hapis arınma mı?
Gözümü kapadım. Yok olmak isteğimin son perdesinde miyim?
Neyim? Sadece ölesim tutmuş bir öğle vakti, lunaparkın ışıkları sönerken... Geride bıraktığımı bilmeksizin gitmek istiyorum.
Kalemimden kan damlıyor.
Aşılan engeller yetmezmiş ayakta kalmaya.
Koskocaman, çapraşık bir seksek oyunuymuş hayat.
Melodisi değişken.
Yazar baba demiş "...bu kadar acı çekmedikçe Tanrı'ya inanmamı beklemeyin benden..."
Tanrı kahkaha atıyor ben içimdeki çiçeklerin solmasına şahitken.
Ne "oldum" diyebilirsin ne "bitti".
Düşman gibi hayat, beyninden geçen mısralara.
Eserini bitiremeyen sanatçı...
Çözülmüş mü içimdeki düğümler yoksa İskender'i mi bekler?
Aşk ne demekmiş?
Öyle bir şey sadece masallardaki perilerin asalarına gizlenmişmiş.
Korkuyorum. Büyülerin olmamasından. Korkuyorum. Düşmekten. Korkuyorum. Kendimden. Ve üşüyorum. Çırılçıplak gözyaşlarımın etrafımı çevrelemesinden.
Tanrı kahkaha atıyor ve kalemimden kan damlıyor...
Gözlerimi kapatmaya 1 kala...
26.08.2006
24 Ağustos 2006
23 Ağustos 2006
21 Ağustos 2006
Maviye çalan bir gecedeydi Umut. Beklediğiyle aldığını, diğer bir deyişle umduğuyla bulduğunu terazinin iki kefesinde tartan, bir kızıla çalan yoğunluktu,, yüreğinden çöllere dökülen.
Turuncu bir güneşin ilk damlasıydı bebek. Ölümü bir kez daha hatırlatan bir dünyaya geliş. Bir gazel gibi sürükleyen yaprakları ve peşine takan onca cenazeyi...
07.06.2006
09.50
4 Ağustos 2006
28 Temmuz 2006
Bir pergelin iki koluna bağlıydık. Sen etrafımda dönen, kimi zaman sokulan kimi zamansa, zamanın ötelere fırlattığı bir koyu yoğunluk... Bir çemberin tam göbeğindeydim. Senin tam sol yukarında, vücudunun orta yerindeydim. Düşlere sığan bir çemberin mesafesindeki tek gerçeklikti yarattığın noktalar kümesi. Maskelerin düştüğü, kanıtlanabilir bir matematik probleminin çözümüydük. Oldu. Pişman oldu. Ve mutlu. Ve dost. Ve mavi. Kör bir aydınlığın kavuniçi kuytularına kaçıyordu güven. Sen. Siz. Sensiz. Yanında duran iskemlenin altına kaçmıştı şans. Şan. Şöhret. Ve es. Şans. Yorgundur belki biz-lik. Yorgundur sen-siz-lik. Çaydanlığın demliğindeydi kızıl. Sen dem, ben suyun. Kızıla eklenen şeffaf. Bir kütüphane hayır 'kitap dolu bir oda, şömineli' böyle demişti Edgar ya da uçlu kalemin bir darbesindeki renk cümbüşü. Korku filmlerinden kaçan ama kabusun göbeğinde yaşayan, fantastik kitaplar okuyup, sadece pencereden bakma cesareti gösteren bir sarıydı hayat. Sağımda mecburiyet solumda mecburiyetsizlik, önüm arkam eflâtun. Saklanmayan yeşile dönük bir çayır. Gözyaşın yok olmuş. İnançsızlık mıydı perde arasından gözüme giren, sarıdan beyaza çalan ışık?! Bir manastırda kapalıydı bazen, sana dokunan kokular... Kağıdın bitişine yakın bir hıçkırık...
/...içimden şehirler geçiyor her durakta duruyor inmiyorsun.../
artık tatil zamanı
Yarın gerçek bir tatile çıkıyorum.
Bilkent'in yetenek sınavına hazırlanıyorum.
Ve gayet mutluyum.