28 Aralık 2018
apansız arsız..*
Sen çok haklısın.
Bunu bir maçın galibiyetini kutlamak için söylemiyorum.
Bunu kendi kendime, kendime karşı yaşadığım hayal kırıklığıyla, geciktiğim mevsimlerle, yeterince dikkatli bakamadığım pencerelerin kalbime batırdığı buğulu dikenlerle fısıldıyorum.
Bir cümlen var, ve ben kendimi hangi cevabın içine koysam yetmeyecek sonundaki noktayı üçe çıkarmaya.
Kabul ediyorum; yeterince ve beklendiğince incelikli ve denizlerden davranmadım.
Belki de bütün bu fırtınalı aylar ve mevsimler sonrasında, sahici bir bitişe bu kez gerçekten vardık.
Bir yılın son anlarına geldiğimizi çoğunlukla anlamazken, bu son günler; şahit olduklarımız, hissettiklerimiz, hissedemediklerimiz, yorgunluklarımız, korkularımız, yalnızlıklarımız, içinde boğulduğumuz, zor kurtulduğumuz her şey kapının önüne yığılmış da temizlik şart olmuş gibi.
Yorucu, çok yorucu bir mevsimdi.
Sonbaharı bir baş dönmesi gibi geçirmiş, ve avuçlarım leblebi sıcaklığından mahrum kalmış gibi hissediyorum.
Soğuk ve kırılgan bir şeyler var.
Bütün uykular kâbuslarla yaralanmış, zaman alışılmadık bir kadrana takılıp son sürat ama acısını da anbean hissettirecek kadar ağırdan gitmiş gibi.
Bu yıl, büyük bir yıldı.
İki ilerledim mi, bir geriledim mi derken yine bir girdap.
Şimdi, tam da bu bitiş esnasında bir şey oluyor.
Duyu organlarıma teslim biçimde, hissettiğim her şeyin aslında kocaman başka şeylerin fay hatları olduğu kestiriyorum.
Bir koku.
Yeni ama tanınmaya meyilli.
Soğukta net olarak duyulan ve zaman zaman burnuna geldiğinde sonsuza kadar gülümsetebileceğini bildiğin.
Çiçek hissiyatı gibi, belki bir fazlası.
Her duyum çok açık.
Vahşi ya da değil; bir hayvan keskinliğinde. Tırnak içinde sosyalleşmiş hayvan olmaktan daha başka, daha içgüdüsel.
Zaman şimdi, içimden geldiği gibi olmaya meylediyor.
İçinden geldiği gibi.
Galiba bir sene ancak bu kadar kendi kendinin miadını doldurabilirdi.
Evet, sen çok haklısın.
Ve şimdi, tam da bu yüzden kendimi yeniden yazmam gerekiyor.
Çünkü hâlâ şarkılar güzel, hâlâ radyolar çalıyor, hâlâ bir kokunun izinde bile isteye savrulabilecek kadar genç, hâlâ bir şehrin özlemini duyabilecek kadar içli, aynı kıyının mavisinde olmanın, büyümenin getirdikleriyle biz bizeyiz.
Bu sene...,
yaşlanmayalım.
26 Aralık 2018
"kaç metredir benim yokluğum?"
Yakıcı ve yıkıcı sözcükler arasındaki bu kıyamette neyi feda ettiğimi veya neye geçit verdiğimi kestiremiyorum.
Olduğun yerde kalarak asla kıpırtısız kalamıyorsun. Bu dal kıran rüzgârlar için hâlâ yeterince ağır değilim.
Yağmuru sevmek yetmiyor çamurunu yıkamaya bir şeylerin.
Gökyüzü bile kucaklamıyor bazen.
Göğüs kafesime çıktığım kaçak katların usulsüzlüğünü bir gören olacak korkusuyla yaşamanın eğretiliği...
Yerini yadırgamanın kalıcılığı..
Temize çekme sözü verdiğim hiçbir cümle yeterince düzgün okunmuyor.
Bitap düşüyorum. Çalınan kapının arkasında bulunmamak istiyorum. Bazı bahçelerde unutulmak, toprağa karışıp bir anlık tebessüme sebep tek bir filiz vermek.
Olup olacağımın, olup olduğum olmasını.
Kendi dalgalarımla dövdüğüm kıyılarım köşelerim sızlıyor yeterince.
Kabuklarımı kaldıran belirtili belirtisiz nesnelerin peşine düşmeseler..
Dudaklarımın ve parmaklarımın ve göz kapaklarımın ve bacaklarımın arasından sızan ne varsa yokluğuma eklensin.
Ellerimi sakladığım geceler var, o gecelerde yıldızsız gökler, toprak kokusu, nadas gerinişi, dumanlı bir uykusuzluk var.
Sevdiğim bir filmden aklımdan çıkmayan bir kare gibi; parmak eklemlerimde yürüyen duvar pürüzleri.
Duvar pürüzleri gibi geçtiğimiz yollar ve kaldığımız rüyalar.
Biraz inanmalı belki de üfleyince geçeceğine.
Belki biraz kendi kendine üflemeli kanına, yaşına, yarana.
Belki bir takvim daha eskitip, baştan başlamalı kışa, bahara, yaza...
29 Kasım 2018
çivit
Cevaplarımın zamana karşı şekillendiğine şahit oluyorum ve böylece yaşanmış, soruları cevaplanmış bir an, başka başka cevap olasılıklarına gebe olarak kalıyor. Öyle de kalmıyor; belki başka türlü yürünebilecek yollar varken düşük yapıyor.
"Bir renk söyle" anları değil bunlar, araya gece ve gündüzün girerek telvelendirebildiği, uzantılı bir şey.
Sonra neye dönüştükleri içimize kalıyor. Kendimize saklıyoruz. Saklıyorum.
Bilmeni de isterdim aslında ama çok şey bilmek için çok yakınlaşman gerek.
Çok yakınlaşman için benim çok yazda olmam gerek. Yazda, anda, açıkta, açıklıkta, sere serpe kendimde.
Hazır mısın.
Ben değilim.
Hatırladılarımın renkleri, kokuları ve müzikleri var.
Düşündüm de bunun bir müziği yok. Belki de bu frenliyordur akışı.
Müzik, bir hayatın felaketi.
Başına gelip de sağ çıkman neredeyse imkânsız.
Çıktıysan da kan revan.
Eksik bir şey varsa, bu olmalı..
İçimdeki bütün kadınlara bakınca..;
Julia'ya, Eleni'ye...
Yangın, sel, çığ...
Damarımdan akan kana ritmini verecek, onu kaynatacak veya durduracak bir şey...
Sen bil. Sen söyleme.
Sen duy. Sen konuşma.
Ben.., düşeceğim yere kadar,
yanacağım,
sular altında kalacağım,
sular altında bırakacağım yere kadar...
20 Kasım 2018
uçurumlardan'
Bile isteye yürüyorum.
Tehlikenin beynimde yarattığı uyuşukluk tüm gövdeme yayılıyor.
Varacağım yeri, bastığım kara parçasının bir "an" uğruna ayaklarımın altında un ufak olacağını ve çok kan kaybı yaşanacağını bile bile..
Uyanıyor ve dişlerini geçiriyor gece. Her şey nasıl toplanıp toplanıp darmadağın olmaya meyilli meskenimde.
Acıtmayı mı doğası biliyor, vahşiliği mi, bencilliği mi, gizlenmeyi mi. Evcilleşmenin bunaltısı mı içimde köklenen.
Belki de rahat eden yanımın ihtiyacı bir uysallık seremonisi değildir.
Belki de öyledir.
Yabanıl bir ormanın ısırganlarıyla tutup çekiyorum kendime. Ne yoksa.
Hatırladığım çıplak serinlikler, metal kilit sesleri, piyano kenarları, döşemeler, yüksek tavanlar, rutubetler, bilinç yitimleri, ten uyanışları, sızıntılar, arzunun temize çekme gücü, duyular arası keskin temaslar. Yağmur, rüzgâr.
Odaların giyindiği ışıklar, loşluklar. Loşluklarımız. Karanlık yanlarımız. Ve orada büyüttüğümüz dikenler.
Bazen, ne yaparsan yap,
kaybedeceğini bile bile.
Bile isteye,
yaka yaka,
yanmaya...
16 Kasım 2018
devinim
Bazı uykuların, uyanışların, rüyaların ve kâbusların geri dönüşü yok.
Çok uzun yıllar boyunca kaçmaya çalıştığım, başaramadığımda kaçışı bir rutine dönüştürdüğüm şeylerin sonucu belki. Bilmiyorum. Bir çok şey gibi.
Tek bildiğim uykunun, uykulrın er ya da geç yaralandığı.
Dinlediklerimin ve gördüklerimin bir yankısı yok gibi dursa da, çığlıklardan geçilmiyor bazen gövdem ve zihnim.
Hayatın asıl mücadele alanı insanı kendi içi. Bu savaş yerinde ne kadar zor açıyor bu kış siklamenler. Biraz sütliman frekanslar eşliğinde, çay buharının kokusunu içine çekmeli belki telaş.
Varlığımı somutlayan her şey zerre zerre sızlıyor ve ne tuhaftır ki kendi saçlarımı okşamak istiyorum, kendime ağlamak, kendime çorbalar ısıtmak, kendimi kendime bırakmak.
Yaptığım ve yapmadığım ne varsa, nasıl sa hesaba kitaba oturmuyor şu an.
Tuhaf ve alışılmadık bir dağınıklık, soğukluk ve vahşi bir sorgusuzluk aksında sürüyor günler. Rüyalar, sonbahar, uykusuzluklar, bitmeyen saatler, tükenen mevsim ve eve özlem.
Biraz aynı kelimeleri kullanmaktan, biraz göğüs kafesine sıkışanlardan, fani dünya meselelerine biraz fazla saplanıp kalmaktan, mevsimin hakkını verecek derin ve sıcak uykulara varamamaktan sıkkın ve yorgunum.
Geçen kasımdan bu yana çok şey değişti.
Değişimin nasıl da insanı büyüttüğünü ve yaşlandırdığını bizzat gördüm.
Yirmili yaşların ikinci yarısında bu duyguyla tanışmanın ve başa çıkmanın ne kadar şaşkınlık yaratıcı olduğunu da.
İnsanların niye koşa koşa nikah masasına oturduklarına kendimce cevap buldum.
Bununla karşılaşıp da sakince kendine pansuman yapmayı sürdürmek biraz zor.
İyi ki ipe sapa gelmez huylarımız, inceldiği yerden kopmaya da koparmaya da gizli bir meylimiz, uysal kılıklı serseri mayınlarınlarımız var.
Dedim sonra.
Öpünce geçecekler,
öpülünce geçenler.
19 Ekim 2018
dünyadan gerçek
Havalar döndü. Kimse şikâyet etmeden içine yerleşti yağmurlu pencerelerin.
Melahat kucağımda kumaş olmasından öyle hoşlanıyor ki, hiç ikiletmeden gelip kurulur oldu dizlerime.
İçimizin ev çektiği cumalar geldi. Sonsuz bir pazar gününün ütülenmiş akşam üstlerine benzedi rahat yanımız.
Dünyanın ve 8-6 günlerimizin paldır küldürlüğüne başka türlü merhem olamazdık yoksa.
Kalabalıkları bir yaka iğnesi gibi taşımayı öğretiyor sanki bu geçiş. Çıkarıp kenara koyabilme lüksümüz varmış gibi. Kabuğuna çekilebilen canlıların kıskanılası başına buyruklukları gibi. Dokunulmaz yalnızlıkları...
İçimin boşlukları arasına dolan baharatlı sarhoşluk, kendini taşırmak istiyor durup dururken.
Terli vapur camları arasında, acıtan ayazı ateşe vererek.
Öznesinin kendisinden bahsedildiğine şaşırdığı cümleler kurmaya, onları yüklemlerine varmadan üfleyip devirmeye meylim var.
Ellerini sevdiğim insanların ittirip kırmasını istediğim şeyler de var. Zaaflarımı nefesimle birlikte biraz tutabiliyorum neyse ki.
Biraz neyse ki.
Yumuşak bir gecenin açıklarına yüzmek, yüzerken soyunmak, soyunurken maddedin bir diğer haline geçmek gibi rüyaları var gecelerin. Şayet uykusu da varsa.
Bu havaların efsunundan bahsediyorum,
bu havaların efsununda kendimi kurtaramıyorum.
Neyse ki.
16 Ekim 2018
'82
sen bir güzel kadınsın
dokununca el yakan
okyanus sevgiler müptelâsı
nasır çalışkanda olur
şehadet parmağım cibre kalemlerle tüketti ilkokulu
sen bir güzel kadınsın
kalk gidelim kokulu
fakir de gökyüzünün bir feodal yıldızı
kalk gidelim ortaçağa akşamüstü
ancak artık dönülmez bulutlara bindiğimiz ihtiyarî
durağa
sen çok güzel bir kadınsın
halayık sevgiler tiryâkisi
Ferhan Şensoy
kolaj: Rocio Montoya
4 Ekim 2018
bir şarkı renginde
Cevapsız sorular, yarıda kalmış noktalamalar, imlâsı bozuk sessizlikler...
Bir adımla şekilden şekle giren yollar.
Yankı yankı açılan, yarım bakışlarla yarıda kalan.
Ben..; akan suyun tarafındayım. Rüzgâra minnettar, kıyısına sadık, iklimince renkli...
Huyu gökyüzüne teslim, pratikte sulu sepken.
Neredeyim..
Zor...
Bildiğim mevsimlerin tanımadığım peronlarında el salladığım ve karşıladığım her şeyleyim.
Bir gülüşün kıyısına vuran mavideyim.
Sevdiğimi bildiğin her şeyde, gizlenmeden, saklanmadan.
Üzerime çöken bir ağırlığı var sandık sandık taşıdıklarımızın. Bu, değiştiriyor sızılarımın kıvrımlarını ve kaslarımdaki titreşimini günlerin.
Biletsiz varmışım gibi bu yere, kimseye söylemeden de kabuğumun içinde, çapımca büyütmüşüm kıpırtılarını zamanın.
Neye, nereye merdiven dayadığımı bilmiyorum.
Sadece bir his, bir fısıltı,
meylim; uzun bir kıyının ilk adımı...
21 Eylül 2018
salyangozlardan hemen önce'
Yeni bir şarkıyla karşılaşmanın, yeni ve duyar duymaz içine yerleşmek istediğin bir şarkıyla karşılaşmanın durdurduğu zamanlardan biri şimdi sonbahar.
İçimin yaprakları kızarıyor, rüzgârda şiddetle sallanıyor, dalları zorluyor, kimisi susayıp su bulamıyor, kırılgan bir çıtırtıyla kendini bırakıyor.
İçimde doludizgin bir mevsim sürüyor, dünya durmuş.
Yeni sözcüklere acıktığım, yeni yağmurlara yeni yollar açtığım bir yer eylül.
Son çeyreğinden de olsa kavuşmak anlamına geliyor her şeyiyle. Yeni yıldan daha yeni bir başlangıç gibi.
Mevsimler tablosunun başladığı yer, yazın uzaklaştırdığı her şeyle yeniden buluşma gibi.
İçe dönmek. Pencereni, toprağın başka bir kokusuna açmak. Telaş içinde bir ağırlık. Bayır aşağı koşup, nehir kenarlarında günler, gündüzler, geceler boyunca yatıp kalmak. Yıldız yıldız. Yıldız olup dökülmüş gibi, öylece kalakalmak.
Bazı renklerle biçimleniyor anılarım. Geçen sonbahar hayatım boyunca hiç görmediğim tonlarını bulmuştum sarının ve yeşilin ve turuncunun ve kızılın. Kalbim, üstü kestane ve portakal kabuklarıyla dolu bir soba gibi ısınmıştı. Güçlenmişti.
Doğanın zerre zerre ve en engin haliyle kendini yüzüme vurması, her seferinde şaşırtması, her seferinde yeni bir şey öğretmesi ne büyük kudret. Nasıl da içimizde dünya ve nasıl da aşkla biliyor körelen, paslanan nefeslerimizi...
Çok güçlüyüm izin verdikçe adımlarıma, gökyüzü beni istediği gibi savurdukça, tarihimi mevsimlere böldükçe ve dinledikçe sesini gecenin, bitkilerin, ölü yaprakların ve diri suların...
Şimdi yeni bir şarkının kıyısında gibi.. Yeni ama tanıdık. Anneannemin daha önce hiç görmediğim kazağını bulup da kokladığımda, ölmeyen kokusunu aldığımdaki gibi. Kokular ölmüyor. Her şey değişiyor, eskiyor, kayboluyor ve ölüyor. Kokular sonsuz, kokular yerleşik.
Birbirimizi beklediğimiz bir yer var hayatla. Oraya doğru usulca bir adım, yumuşak bir haykırış bu yağmur önceleri. İyi gelecek gibi. Islanmak, bulutlara kurmak salıncakları. İçine akmak ve içime akmasına izin vermek.
Kendiliğinden gelişen bir "o an" gibi.
Sormadan, zorlanmadan, kurtarıp her şeyden her şeyi, kurtularak.
Gelir gibi, geçer gibi, evde gibi, evinle hareket eder gibi, biçimini, olduğun şeyi, vardığın yeri, akanı, aktığını içine alan ve ağırlıksız taşıyan bir kabuğun var gibi..
Yakında günler kısalacak ve geceler uzayacak. Mevsim mevsim değişecek sokaklar, esnaf tezgâhları, bulut yanakları, hayvanlar, balkonlar...
Bir şarkı gibi..,
bir şarkı olsa,
olsa olsa "Kiss My Name"...
31 Ağustos 2018
şimdi değil'
Alışmıyorum. Alışmak da istemiyorum. Alışırsam gardım düşecek.
Aldığım her nefese saplanan ağrıyı unutmak istemiyorum.
Sözcüklerin sancısı var. Birikip birikip, yeryüzünde kapladığım bir buçuk metrekarelik alanı sürekli tokatlayan öfkeyle kucaklaşmak istemiyorum.
Olduramadıklarımızın sonucunda, oluyormuş gibi yaptıklarımızı bir nişane gibi taşımak istemiyorum.
Birçok şeye inanmak, inanmış gibi yapmak.
Görmezden gelebilme gücümü kendi görünmezliğim için kullanmak istemiyorum.
Yılgınlık, yenilgi, tahammül, bekleyiş.
Ne kadar antreman yapsam da yeterince bağışıklık kazanamıyorum.
Kazanırsam kurtulursun.
Seni kurtarmak istemiyorum.
Unutmak mümkün olsun istemiyorum.
Yaşadığımız ve biriktirdiğimiz her şeyin toplamından, bir "yazık" hayat çıkarıp da onu yaşıyorsak acımıza değsin.
İçimizin sızlayan yarasını zaman kurutsun istemiyorum.
Zamana meydan okuyabilecek kadar güçlü bir yarayla bağlandığımızdan emin olmay yeğliyorum.
Çünkü hâlâ aramızda bir organ meselesi var,
bir kan akışı,
ya da bir coğrafya kaderdaşlığı,
ne dersen,
nasıl bilirsen.
15 Ağustos 2018
"akıp geçmişsem, gidip gelmişsem"
Zaman geldi.
Gelmiş,
geçmiş.
Oysa geçmiş, hiç geçmeyen bir yara gibi.
Geçip de gitmez gibi.
Gitmiş,
mi.
İzi bile mi.
Gidecek gibi olan her şey gibi,
hiç beklememiş
mi?
ben dahil.
sen dahil.
biz hariç.
3 Ağustos 2018
zamanın dışında,
Son hatırladığım şey o bahar akşamı değil. Yazdan kalma bir gün. Kilometrelerce yokuş çıkıp, hissettiklerimle birlikte hızlıca indiğim o uçurum sonundaki denizin yosunlu rengi.
Kimsesiz bir İstanbul köşesi, kendimi sevmeye hazırladığım bir roman, ve o an hatırladığım başka bir yaz günü. Bu kez bir İstanbul köşesi değil.
Sazlıkların diplerinde kokolozların dizildiği bir günbatımı. Hücrelerimdeki hareketi, somut olarak duyumsamamı sağlayan başka bir su. Kimbilir başka kimin hatırası. Şimdi.
Belleğimle fotoğrafını çektiğim kimi şeyler var. Rafta gözüme çarptıkça kalbime çizik atan kitap sırtları.
"Garlar, garajlar, havaalanları, kavuşmaklar, ayrılmaklar"
Şehirler, şehirden uzaklıklar.
Son hatırladığım o yazdan kalma gün, hiçbir şey olmadan her şeyin bir anda olduğu bir milat sanki.
Aslında çok fotoğraf çektim de, bazen kör olsaydım dediklerim yüzünden yokmuş gibi davranıyorum. Karlar, trenler, şarkılar, sevdiğim sokaklar, sevdirdiğim içkiler, sır gibi tuttuğum yazar isimleri hariç değil.*
Sonra, çok korktuğum şeyler de var ve kör olamadığım.
Lanetli olduğum için kör olamadığım.
Son hatırladığım şeyler arasında uydurduğum komik şarkılar var. Dilimden sökemedikçe acısıyla dilsiz olmayı dilediğim. Umarım benim unutmayı başaramadıklarım bir yerlerde unutulabiliyordur. Yoksa bir de sağır olmayı dilemem gerekecek.
İyi olduğum bir yer var ama. Hatırladığım değil, içinde olduğum.
Pek konuşmuyorum galiba orada. Pek ağırlığını tartmıyorum. Pek taşmıyorum. Pek acıtmıyorum. Pek sızlamıyorum.
Çiçekleri suluyorum. Akşam yemeği yemesem de kedilerinkini çıkarıyorum. Elimden iyisi gelen şeyleri paslandırmıyorum.
Sakınmadan sevdiriyorum kendimi.
Bazen çok başım dönüyor. Hastalıklı bir dönüş. Dengemi yitirdiğimde en çok korktuğum şey düşmek olmuyor, tuhaf. Hafızam bulanıklaşıyor. Neydi, nasıldı..
Panayırlarda büyümüş çocukların yüzlerindeki ifade siliniyor, o yazın kokusu, aşkla bağlandığım şehrin çarşısındaki parkta oynayan çocukların çığlıkları.., korkuyorum o zaman.
Bazen çok başım dönüyor. Üzerimizdeki bulutlar, başımda depar atıyor. Korkuyorum tadını unutmaktan karadutlu dondurmanın. Ve kokusunu portakalın.
Sonra geçiyor. Hafızam da acıyor. Belleğimi de bir lanetle taşıdığımı hissediyorum. Kış uykusuna yatıramıyorum. Kendi yakamdan düşemiyorum.
Son hatırladığım şey, bir gece yarısı bir kokunun hatırasına ağlayışım. Kıştı ve kar yağmıyordu. Sonra ne oldu; neyse ki onu hatırlamamazlıktan gelebiliyorum.
Yürüdüm. Durmadan yürüdüm. Yolun bir yerinde iyi olduğum bir yere döndüğümü fark ettim. Üzerimi örttüler, biraz süt biraz da uyku verdiler.
Sonra biraz olsun sustu içimdeki canavar.
Uyandırmaya kıyamadım.
9 Temmuz 2018
uyandım'
Ağırıma gidiyor. İçimde büyüttüklerim -ki onlar bazen yedi kat yerin altında papatya, bazen kışlara teninin kokusuyla salkım salkım diklenen sümbül, şüphesiz ki başucumda kabuk tutmuş dişi nar- üzülüyor. Bir şekilde, öyleden böyleden öznesi olamadığın cümleler için yedek kulübesinde bekletilmek gurur kırıyor. Beceremediklerimin cezasını fazla fazla çekmiyor muydum ki aldığım nefesle de böyle perişan bırakılıyor çiçeklerim inatla..
Hak ettiklerimizle hayal ettikerimiz arasındaki uçurumu kendimiz çiziyoruz ve çoğunlukla da hayatta hep mağlup tarafta kalakalıyoruz.
Keşkeli çuvallar, belkili yamalar, kenarı yapışmayan, bir yerden sonra hiç işe yaramayan yara bantları.
Seçimlerimiz ve vazgeçişlerimiz arasındaki rulete de hep en ölümcül yerinde dahil oluyoruz. Ölmeye meylettiğimizden değil, öldürmeyip süründürenin daha uzun ömürlü ve afili olmasından. Hatıra olsun da rakı sofrasına konsun, kadehe su yerine gözyaşları dolsun. Delirelim de, ağrısından ömrün, yıkılış tam olsun.
Bir kendime bakıyorum, bir yollara, o yolların ardından dökülen sulara, hiç durmayan sularıma bir yandan, sorulmayan hatırlara, paylaşılmamış acılara, "ben"den sıyrılamamış "iyiliklere", biriktirip biriktirip birikemediklerimize...
Olmamış diyorum. Olmamışız demek ki.
Sen sır tutamamışsın, ben de sırtlanamamışım.
Bir çiçek kokusu gibi kalmayı başaramadıktan sonra hayatlarda, olmazmış işte bir şey; belki bir kuru yaprak; çıt deyip kırılan daldan ha düştü ha düşecek.
İçini kaplayacak yeni bir mevsim olmalıydı adresin. Hani bahar değil, yaz değil. Mayısın orta yerinde, toprağın doğurganlığıyla bereketine vurulduğun, içine konduğun, yuvanı bulduğun, nefesi gökyüzünün en sevdiğin rengi gibi kokan ve ölüm döşeğinde can veren, üzerini örten, mavisiyle doyduğun ve sadece senin bildiğin bir koordinatta sürüp giden. Basit ama yıkılmaz.
Dokunmaya ya da bir yankı zerresi olmasına kıyamadığın.
Ona zarar gelmemesi için kendine zarar vermeyi göze alabileceğin.
Olmuyorsa, olmamıştır.
Belki de benim tarih sandığım şey; büyüttüğümü, kuruttuğumu sandığım tüm çiçekler bir rüyanın arka bahçesidir.
Ve belki de sadece
"serin bir rüyanın hatrınadır çektiğim dünya ağrısı."
28 Haziran 2018
"hızla aynı uzağa..."
Bazı cümleler kolay kurulmuyor ve her öğenin öyle ezici bir ağırlıkla devrilişi var ki... Bile isteye, mecburiyetten.
İçimizdeki o incecik ve dağılgan hindibayı öyle sert rüzgârlarda savunmasız bırakıp, öyle darmadağın etmişiz ki.. Şimdi dört bir yana savrulan tüyleri ne kadar toplasam da avuçlarımda, tastamam edemiyorum, eskisi gibi giydiremiyorum baharlarını.
Benim küskün çiçeğim. Yarım çocuğum.
Güzeldi, şıktı, özenilendi; hoşçakalların ardında sapasağlam bir omuz bırakabilişimiz.
Güvendiğim ne varsa o dağdı, kendi omzumdan da o dağın aynısını yaratabilmiş olmamdı ama becerememişim; her hoşçakalı taşıyacak kadar güçlendirememişim kışlarda, boranlarda; yıkılmışım, yenilmişim.
Afet bölgesi ilan edildiğim zamanlardan, plastik poşetlerde gözyaşlarımı, kalp ağrılarımı, yalnızlığımı iki kıta arasında taşıdığım akşamlardan, sadece çatısız sarhoşların şahit olduğu gün doğumlarından biliyorum hayatın tokat geçidini.
Anlıyorum, öyle iyi anlıyorum ki çaresizliği, dağılmışlığı, çalınanları, hayata karşı mahcubiyeti...
Anlamak onarmaya yetmiyormuş ama organımı.
Doktor gerekiyor, ameliyat.
Kalpten hayata metastaz yapıyor tümör.
Sağ çıkamama ihtimaline karşılık nefesimi tutuyorum:
1, 2, 3, 7, 9, 13, 18, 22, 25, 35, 87, 132, 432,...
Hatalarımı üst üste koyup da bir doğru edindiğimi sandığım yerde dahi sağlama yapamıyorum şimdi.
Bilmem ki nasıl der bir insan kalbine, ciğerine, içinin bir köşesine çalışma sen diye? Dermiş biliyor musun? Dermiş demesine, acımazmış kendinin olsa bile ama o, kaldığı yerden sağlıkla devam edemezmiş işte.
Periler de yoruluyor bir zaman gelince.
Bazı hatıralar beni, duyguların ölümsüzlüğüne inandırıyor. Zamanın mucizevi rastlantılarına. Elbet yıkılmayacak bir omuz dağ olduğuna.
Sonra çatlaklarımın içine gözyaşları sızıyor, tuzu yakıyor açık yaralarımı. Kendi suyumla, kendi tuzumla yıkılıyorum, yere çakılıyorum yine.
Hindibamın zavallı çıplak gövdesiyle göz göze geliyorum.
Üzülüyorum "uğruna" yapamadıklarımıza. Edebimizle, sessizliğin asaletiyle, özenilenin sağlamlığıyla beceremediklerimize.
İç organlarımızı gün gelip de sahibine hakkıyla bağışlamak için doğru düzgün sakınıp saklayamadığımıza.
Çok üzülüyorum, üzüntüme tokat gibi çarpıyor gürültüsü olanın, bitenin, yenilginin.
"İnsanları hadiseler ayırır, hatıralar bir arada tutar. İkisi de aynı güçte olunca, arada sabit bir mesafe kalır." diyordu yazar;
o sırada bir şarkıdan "iplik iplik sisler, unutulmuş şehirler" geçiyordu.
Dağlar yıkılıyordu.
8 Haziran 2018
bi' fazla
Sevdiğim şeylerin dünyeviliği.
Yalınlıktan nasibini almışların yaydığı toprak kokusu..
Bir oyun için gereken tek bir yol; bazen seksek, bazen köşe kapmaca.
Kaldırımda biten otun coşkun yeşerikliği.
Mutluluğun kızarık sıcaklığı.
Her yaz akşamı düşümün aynı manzara'danlığı..
Yeni bir zaman dilimi, yeni bir anı öğlesi.
Derin bir nefesin alçaktaki mavi gölgesi.
Yorumu şafaklara bırakılmış gece yarıları, yıldızlar, yağmurlar..
Yaşayıp yaşamadığımı kestiremediğim zamanların ebemkuşakları, albatrosları, demli akşamları, iki kişilik odaları; üç değil.
Tekrara düşmeyen sözcüklerden kurduğumuz bizlerimiz, eksi-k-liklerimiz, belki de fazla.
Sana, bana, aya, yola, düne, yarına.
Bir hikâyenin meydanında yalnızlığıyla ünlü bir ağacın gölgesizliğinde beklemenin şarkısı.
Tahmin etmeye çalışma; ağustosların birinde sazlıklara gizlemiştik.
Deniz kabuklarına, şişe diplerine, semt pazarlarına, memleket çarşaflarına.
Göğsümde yürümüş yaban otları, ısırganlar, omuz gamzeleri, nar ağaçları, kulübe yazıları, kanatlılar ve mürekkep lekeleri...
Gel, biz ezberimizi bozmayalım;
ateşten, külden, maviden yana,
usul usul.. belki de dört nala.
15 Mayıs 2018
orada bir film başlar*
Birkaç zaman oldu. Beş ay mı. Kaç ay. Beş aylık zaman dilimlerinde hayatın müşterekliği üzerine bir şeyler biriktirdim. İçimde, yanımda, yöremde, dünümde ve günümde. Eminim başkaları da başka yerlerde biriktirmişlerdir ve kendilerince büyümüş, kimbilir belki de yaşlanmışlardır.
Büyük laflar karşısında herkesin alışık olduğu bir korkaklığım var. Yalan yok; gelip geçmeyecek şeylere adım atmakta ne kadar korkaksam, bir o kadar da gelip geçmeyecek şeylerin içine yerleşmek ustasıyım. O yüzden zor kendimle ateşkesim.
Neyse. Birkaç zaman oldu. Sanırım beş ay. Mevsim değişti. Bazı birbirine çıkan yolları trafiğe kapattılar, bazısı kendiliğinden açıldı; doğal afetlerle.
Olmaması gereken şeyler de oldu. Esmemesi gereken rüzgârlar da esti. Gerekeni kim seçti bilmiyorum. Sadece biriktirdiğimi biliyorum. Taşıdığımı ve taşırdığımı. Doğru ve yanlışın tanımı benim işim değil. Kimsenin değil. Sadece "olmasaydı böyle" denilen şeylerin kanırtılmasından yana duramıyorum. Elimde olsa adresimi değiştirirdim. Kaçmak alkışlanacak hareket değil, ama kalmanın da pek takdiri teşekkürü var mı emin değilim. O yüzden, kendimi bıraktım.
Ve gelen geldi.
Bazı zamanlar da, bizim yapmadığımız şeyleri yapanlar vardı. Orada da, burada da.. O yüzden bıraktım. Yola çıkardım biriktirerek ördüğüm nabzımı. Ve temizlemesine izin verdim yaramı, kendi açmadığı. Sırf beni iyileştirmek, ona iyi geliyor diye.
Çiçeklerimi suladım.
Bazı şeyleri unutmadım. Unutmanın mümkününü bulamadım ama yeni sözcükler kullandım cümle içlerinde, yeni hikâyeler yazabilmek ve öğrendiklerimi iyice bellemek için. Gözlerim yaşsız kaldı, kuru toprağa düşen yağmuru aramaya çıktım. Çevirdim yönümü, üzerimde taşıdığım maviye.
Bazı dünleri saramadım. Sarmanın mümkününü bulamadım ama yeni bir güneş edindim. Her gün doğacağından emin olduğum. Yarışmayan bir aydınlık. Serildim dalga dalga altına, balıklarımı güldürdüm. Bu neşeden hoşlanır oldum.
Hayatın müşterekliğini ısıttım, onun iki avuçla ve insanların aralarındaki boşluğu dolduran kuş cıvıltılarını bağlaya bağlaya kurulduğunu gördüm. Yaşamanın böyle içime yerleştiğini de.
"Böyle olmaması gerekiyordu biliyordum ama oldu. Artık herkes kendi yollarına çiçekler eksin ya da öylesine çekip gitsin."
4 Mayıs 2018
5 mayıs ya da "gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan"
Bir hayatı kucaklamak, onun kanattığı dizleri öpmek, birbirine şimşekler gibi çarpıştırdığı iç dertleri sarıp sarmalamak, soğuğuna sarılmak, sıcağına üflemek ve tüm bunları minnetle yapmak. Neden aramadan ve neden aramaksızın minnet duyarak. Varlığa güzelleme.
İnsanı en çok güzelleştiren şey; şüphesiz ki sevmek eylemi. Bir şeyi, bir insanı, bir parçayı, müziği, rengi, kokuyu.
Sevmek ve onun kapsadığı şeyler; korumak, sakınmak, yakışacağı şeyleri, yerleri bulmak, hayatın içinde, onun yüzünü, huyunu, doğasını gülümsetecek şeyleri aramak, lezzetine varacağı doyumluk salkımları hevenk hevenk toplamak, başını güneşe dönmesi için yerini hazırlamak, tüm koşulları onun duyacağı kokuların güzelliğine göre düzenlemek.
Yormadan, yorulmadan.
İçinde taşımışsın, sonra da doğurmuşsun gibi.
Öpmeden doğurmamışım gibi*...
İçimden taşan ne varsa; sevgilerde.
Sokağımda, uyanışımda, aldığım yolda, yolun bozkırında, geride bıraktığımda, suyun bağrında, gökyüzüne yerleşik öpücük renginde, öpüşümde, anneannemin ellerinde, çayırda çimende, okul sıralarında, akşam biralarında, kurdelelediğim çarpıntılarda, defter aralarında, kurutulmuş yapraklarda,
mayısta.
Ağaçların, üzerlerinden bir mevsimi devşirme zamanı geldi.
Sokak kedileri aylak. Komşular pencerede. Bakkal, soğuk dolaplarını çalıştırdı.
Ortalığa meyve kokusu saçıldı, megafonlardan can eriğine şiirler okunuyor.
Çocuklar okuldan çıkıyorlar terli, sıra kokusu sinmiş formalarıyla.
Her an dağılacak gibi zaman.
Pişmaniye gibi tel tel ayrışan bulutlar, birbirleriyle kayısıdan çileğe uzanarak buluşup, öpe öpe gevşetecekler gibi altlarında akan sıkı dünya resmini.
İlkyaz kapıda.
Zaman, avuçlarımızın içinde nabzımızca biçimleniyor sanki; uzuyor, esniyor, toplanıyor.
Zaman, toprağın hovardalığına hazır.
Son tomurcuklar da çatladı çatlayacak.
Önüm arkam sağım solum papatya.
Yarın hıdrellez.
Ve ben,
seninle
baharı,
hayatı
kutlamaya geliyorum.
28 Mart 2018
aequinoctium*
Hayatına sızmak güzel ama hayallerine temel atmak muntazam.
Sana düşler dikmek ve bunun için, hiç görmediğin, farkına varmadığın renkler teyellemek...
Pencereni bildiğin sabahlara, ezberlediğin manzaralara açman bana güven verir, ama güvenilirliğin konforunu değil, perdelerinin arasından göz bebeklerine dolan bir karnaval şaşkınlığını tercih ederim.
Geceni uykuyla kapatıp, yatağın sağından kalkma alışkanlığını kırmayı.
Günü, sokakların her gün baştan kazandıkları bekaretlerine kavuşmuşken kucaklayıp, herkesin uyuduğu saatlerde çınlayan kahkahalarla uzun uzun öpüşmek isterim.
Ve çok da akıcı konuşamadığım bir dili aniden damarımda yürüyen alkolle söküp, flörtöz cümleler kurmayı.
Ve bunları anlamaman içimi gıdıklar.
Kahvaltıda dondurma yemek ve edepsiz esprilerle yağmurda ıslanmak güzel bir demir atış olur uçarı dünlere.
Ansızın kalkıp soyunduğumuz bir gecede yaralı, yarayı seveceğini bile bile kanattığımız yerlerimizle, birbirimize değerek.
Çünkü bazen kanaya kanaya işlemek gerekiyor zamanı. Burada hep kalacak gibi, her an kapıyı çekip çıkacak gibi.
Her an gidecekmişim gibi.
Yaşamanı isterim.
Mevsim mevsim ısınan ve serinleyen tenimi takip etmeni değil. Her karşılaşmamızda kırka dayanan derecelerde ter atmanı. Gölgede bile.
Şubat pencerelerindeki buhar damlacıklarından bulmanı beni.
Olmaya, varmaya çalıştığım yer. Birlikte var oluşun böylesine saplanmak istemek.
İçindeki ehlileştirilmiş hayvanı gören gözlerimin canı, dizginlerinden kurtarmak istiyor bir şeyleri. İçinde hissettiğim ve içimde hissettiğini bildiğim.
Şimdi baharın bütün gücünü toprağa sürdüğünü izlerken, paslı kilitlerim çürüyüp ufalanıyor.
Kapılar açılıyor. Çalınmasını beklemiyorum.
Geceye, gündüze ve mevsime dişlerimi geçirmek. Başka bir arzu büyütmüyorum içimde.
Senin de tadına bakmak için iştahlanmanı bekliyorum.
Vahşi bir saldırıştan kendini alamayışını.
Çünkü nereden baksan birlikte kanamanın olduğu gibi birlikte doymanın da bir tadı var.
Olacaksak, nabzımızdaki diriliğin esaretinde, olmayacaksak duyu organlarımızın bütün sunduklarından diskalifiye...
Çünkü yaşamak bu kadar. Ve ölmek.
7 Mart 2018
...ve bir gün'
günaydın. ten. kokusu. gün ışığı. mavi. çarşaf izi. kahve. açık pencere. düşen cemre. mahalle sesi. gevezelik. çalışma dosyaları. taksi lâzım mı. bina. sanat. boyut. sigara. satsuma. yokuş. anahtar. kahvaltı. anısı. şehir yolları. yürü. yürü. köpüklü çocuk bardakları. renkli kuş evleri. evden kaçan sarman. yürü. baklava. deniz kokusu. eski sokaklar. yalnız sokaklar. tramvayı takip et. bilek.lik. medrese. nargile kokusu. kahve hatrı. iskemleler. paylaşılan halklılık. paylaşılmayan baş başalık. yürü. köprü. meyhane. salaş. hulusi kentmen. v for vendetta, belki cem karaca. çupra. i'si kayıp. istanbul. rakı. deniz. gece. çiçekli kazak. kızgın pişirici. balık kokusu. taksisiz dönüş. ev. sıcak. şarap. yakın. sabah. sonsuz. ten. sıvı. iyi geceler, belki günaydın.
23 Şubat 2018
kendine yara-sın'
Bir ailesi var.
Kanından bağımsız. Yalnızlığını doldurup biçimleyen.
Bazen sadece var. Çok kıymetli gibi durmayan, kendini değerli göstermeyen, sadece bir zamanı birlikte geçirmenin ortaklığını giyinir gibi...
Oysa öyle değil. miş.
Var etmişler birbirlerini. Boşluk boşluk dolmuşlar, mutsuzluklarda birlikte aynı dumana üfleyip aynı gecede bağdaş kurmuşlar.
Bir şehir için, bir hayat için sahici bir aileymişler.
Ben kaçırmışım. Ben gözlerimi bir kendime batırmışım.
Bir ömür beceremediğim bir çokluğu gördüm sözcüklerinde. Boş vakitlerinde. Yerine, yerime koyabildiği şeylerde.
Gücüm neymiş ki. Dolu dolu susmak. Uykulardan kaçmak. Bir an olsun durmadan koşmak ama hiç konuşmamak, asla paylaşmamak. Paylaşamamak. Paylaşacak omuz bulamamak.
Dostluk başka bir şey.
Yazık hayata. Yalnızlığa.
Demek istedim gözümdeki yaşı sorunca.
Şu dev duyguların altından kalkmak için bir buçuk metrelik varlığımın yankısızlığıından bahsetmek istemedim.
Bu kadar çok zamanı nasıl duvarlarla seviştirdiğimden.
Bir mahallesi olmalı insanın.
Bir büyüyüşü.
Kendiliğinden ve zamandan bağımsız açılan kapıları.
Ağladığı bilinmeli kimi zaman. İç çekişleri duyulmalı ve ifade etmeli birilerine büyük değil içten şeyler.
Sebepsiz başı okşanmalı, sadece bir zamanı birlikte geçirdiği için bile.
Sebep aranmayan yaslanışları, aptalca ama birlikte düşüşleri olmalı.
Öyle az şey biriktirmişim ki, ağlasam dökülecek gözyaşım bile neye, kime gideceğini bilmediğinden kuruyacak.
Yazık bir mavi.
Belki rakı'
Kendine bir yazık şerefe.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)