16 Kasım 2018

devinim


Bazı uykuların, uyanışların, rüyaların ve kâbusların geri dönüşü yok. 
Çok uzun yıllar boyunca kaçmaya çalıştığım, başaramadığımda kaçışı bir rutine dönüştürdüğüm şeylerin sonucu belki. Bilmiyorum. Bir çok şey gibi.
Tek bildiğim uykunun, uykulrın er ya da geç yaralandığı.

Dinlediklerimin ve gördüklerimin bir yankısı yok gibi dursa da, çığlıklardan geçilmiyor bazen gövdem ve zihnim.

Hayatın asıl mücadele alanı insanı kendi içi. Bu savaş yerinde ne kadar zor açıyor bu kış siklamenler. Biraz sütliman frekanslar eşliğinde, çay buharının kokusunu içine çekmeli belki telaş. 

Varlığımı somutlayan her şey zerre zerre sızlıyor ve ne tuhaftır ki kendi saçlarımı okşamak istiyorum, kendime ağlamak, kendime çorbalar ısıtmak, kendimi kendime bırakmak.

Yaptığım ve yapmadığım ne varsa, nasıl sa hesaba kitaba oturmuyor şu an.
Tuhaf ve alışılmadık bir dağınıklık, soğukluk ve vahşi bir sorgusuzluk aksında sürüyor günler. Rüyalar, sonbahar, uykusuzluklar, bitmeyen saatler, tükenen mevsim ve eve özlem.

Biraz aynı kelimeleri kullanmaktan, biraz göğüs kafesine sıkışanlardan, fani dünya meselelerine biraz fazla saplanıp kalmaktan, mevsimin hakkını verecek derin ve sıcak uykulara varamamaktan sıkkın ve yorgunum.

Geçen kasımdan bu yana çok şey değişti.
Değişimin nasıl da insanı büyüttüğünü ve yaşlandırdığını bizzat gördüm. 
Yirmili yaşların ikinci yarısında bu duyguyla tanışmanın ve başa çıkmanın ne kadar şaşkınlık yaratıcı olduğunu da.

İnsanların niye koşa koşa nikah masasına oturduklarına kendimce cevap buldum.
Bununla karşılaşıp da sakince kendine pansuman yapmayı sürdürmek biraz zor.

İyi ki ipe sapa gelmez huylarımız, inceldiği yerden kopmaya da koparmaya da gizli bir meylimiz, uysal kılıklı serseri mayınlarınlarımız var.
Dedim sonra.

Öpünce geçecekler,
öpülünce geçenler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder