29 Aralık 2015

başta ve sonda*


Geride kalmak. İleri taşınamamak. Bir yerden sonra, tersyüz oluş. Yokluğun kendini var ederek sürekli ileri atışı. Biçim kazanan bir hiç oluş.

Zamanla ilgili  kestiremediğim alan hesabının neresinden el sallığım meçhul. Bir zerre olduğumuz bu doğurgan, fersah fersah toprağın kokusunu üstüme başıma bulaştırma çabalarım tahminen yirmiyi aşkın sene.

Akıyor. Durmadan akıyor. Kötü olan şeyler bile takılı kaldığımız anın üzerinden bir diğer kötülüğü aşırıyor. Engelinden zincirini koparamayan bir akış. Saplantılı.

Bak şimdi yine, bir bitişi  yeniden başlamak üzere kutlamaya hazırlanıyor evler, nefesler. Kızarık ve mahcup bir cızırtı halinde kimimizde zaman. Frekansının ince ayarını tutturamadığımız o hüzünlü şarkıların eve çağırışı...

Yorulduk, yorgunuz, yorgunduk. Tencerelerden reçel taşıramamanın, bir aşkını hatırlatan, aşkınla var olan güzelim domates kokusunu  kışa hazırlayamamaktan, memleket paketlerinin sarıldığı gazetelere sızan zeytinyağına darılamamaktan yorgunuz. Koynumuzu doldurmayan bir yaz güneşinin, kendisini yok edeceği  ana kalmamak için koşamıyoruz bile.  Bileklerimize bağlanmış mesaisi günlerin, günlerin ağırlık birimlerine sadakati.  Dudak kıvrımlarımızın dahi vazgeçişi hoş geldin sevincinden.

Üzerime örtülüyor zaman ama hissediyorum; bir şey de onu bir ucundan çekip sırtımın bir yerine kar yağdırıyor.  Sığamıyorum, taşamıyorum. Mevsimler mevsimleri, umutlar umutları bekliyor. O, kalbin bildiği "birkaç sonsuzluk anı" hiç uğramıyor semte.

Telefonlar ağız dolusu şikâyet için çalıyor. Hal hatır küfre dönüşeceğinden haberdar. Çağa atılan bir tokat arıyorum bazen. Mektup yazarak intihar ediyorum, iki kadeh şiiri eksik etmiyorum. Şiirden bir hayatın içinde çalkalanmayı hayal ettiğimiz kutsal zamanların bileğine kelepçeyi  takamamanın ah'ında sevişiyorum. 

Her şey düzleşiyor. Her şey tekrara düşüyor. Ve zaman böylece akıp giderken tükürüklerini saçıyor, her şeyin aynı olduğu yerde nasıl da başkalaştığımı görmeyişimin ileri düzeyde görmeyen gözlerine. Kendini yeniden doğuran doğayı tahrik edemeyişine canı sıkılıyor. Senden ümidi kesiyor. Ellerin de titriyor. Bir kalemin kendini yazamadığı yere gelişiyle dehşete kapılıp görmezden gelinen yapıyor seni.

İskelelere mi bağlanacaksın bu kez, sokak taşlarında sonsuzdan geri sayan bir sekseğe mi başlayacaksın, zihnindeki ciltli sarı sayfaları yakıp, durmadan kalpsizliğine mi ağlayacaksın. 

Pencerelerden belini sarkıtıp mahallenin çocuklarına salçalı ekmek yedirmek istediğin yere geldin. Bir şişe şarabı özleyebildiğin yere. Gözlerini kapatmaktan korkup, uykuyla karşılaşmanın  ilk randevu tedirginliği yaşattığı yere. Adımını her bastığın kara parçasında  gözlerini yere düşürmeye vakit bulamaksızın, koşar adım, kadın kadın dik durmaya çalıştığın.

Geldi. Yeni bir mevsim. Yeni bir yıl. Yeni bir ev. "Kendine ait bir oda". Başka türlü bir hayat. Başka türlü bir hayatın düşünü kurabileceğin gerçeklik. Zorluk ve çaresizlikle, sevgisizlik ve anlamsızlıkla terbiye edilen öylesineliğini soyunma zamanı. Kendi çıplaklığınla kendi bayırlarından ipini salmanın zamanı. Yormadan yorulmadan, görünürlüğüne dört mevsim gardrobu açarak ilerleme yeri. 

Hayal kırıklığının kalbine yapışıp kaldığı o mahallenin yokuşları bitecek.
Yeni bir güneş boyayacaksın; boyamalısın; kimbilir belki de sarı değil, pembe.
Suya şeftali sıçratan bir yansıma olacak üzerinde gerinen gökyüzü. 
Sonsuz bir öpüşme sahnesi edineceksin belki. 
Mutfaklardan yanık şeker kokusu yükselirken, ilk yazın flörtöz esintisine piyanodan aşklar dolduracaksın.

Biletini yanında tut, geliyoruz.
Geliyoruz kızım;
hayat geliyor.

21 Aralık 2015

tortul


Sebebini sorduğu dolgun bulutlar... Gözlerime konuşlanmış bir yağmur öncesi ürpertisi. Nereden başlanır, hangi virgüller atlanır göğüs kafesinde yıllarca üst üste binip de kendini sürekli diriltmiş hüzünlü bir kent tasvirine. Hangi kışlardan söz etmeli mesela. Çok üşüdüklerimizden mi, kanımızın eksili derecelere inat kaynadıklarından mı. 
Sokak mı demeliyim, Sünger mi, Can Yücel mi. Hangi şehre düşen ay renginden bahsetmeliyim.
Mesela bir kadeh kırmızı şarapla bir kokolozun nasıl birbirine dolanabileceğini mi açıklamalıyım, yoksa huzurlu uykunun kar altı buz üstünde olduğunu mu. 
Bunun evimden, mahallemden ilk kovuluşum olmadığını hangi göz bebeklerine sığınarak anlatmalıyım ona. 
Duymaktan çok hoşlandığım bir şarkıdan yarım saatte midemin bulanmaya başlamasını hangi kelimelerle açıklayacağım.
Konak'a varan en erken vapurdan mı söz etmeliyim, Balçova'nın zeytin rengini keşfettiğim saatten mi, Sarıyer'de bir şafak vaktinden mi yoksa buçuklu bir bağımsızlığın güzelliğiyle karalanan yanımızdan mı.
Ezberlediğim kokularından belki sokakların. Çamlık'tan. İskelelerden. İçimden sökemediğim iskele babalarından ya da. Pis plastik iskemlelerde üstümüze başımıza sinen balık kokusunun coşkusundan.
Taze ekmeğin taze ekmek olduğu çocukluktan.
Çok sarhoş olduğumuz cenaze ertesi akşamlardan. Telefondan Ahmed Arif'in geçtiği gecelerden. Gecelerden. Anasonlu karanlıklardan.
Çoğulluğunu ikide bıraktığımız bizlerden. 
Süt liman zamanların avaz avaz kalp atışlarından. 
Bir frekansa aşık olmaktan. 
Sesten.
Sözden.
Yağmurlu mart ayrılıklarından. Olmayan kedilerin olduramadığımız yeşil koltuklu odalarından ve kırmızı gitarlı uzaklardan, aldanmışlıklardan.
Ya da belki yeşil duvarlardan. Kurtarılan güvercinlerin dinlediği inlemelerinden mevsimlerin.  Kütürdeyerek gelen erik heyecanından. Birlikte "kim" olmaktan. Sabaha karşı fabrika dumanı arasında tutulan ellerden, tutulan ellerden, valizlerden.
Uzak ve soğuk şehirlerdeki çekingen insan kibarlığından.
İnce Memed'den. 
İstemekten.
Şimdiki zamanın hevessizliğine şaşıracak kadar büyük arzulardan.
Basit ama güçlü, zor ama kolaylığı tek adıma takılı çözümlerden.
Cesaretten değilse, korkaklıktan. 
Nereden başlanır ki. 
Belki de sadece Süper Baba'dan. 

18'12

3 Aralık 2015

ara-sız


Lunaparkın en ışıklı, en kalbi gıdıklayan, en kirpik öpen, en gökyüzü renginde, en tende kadife gezdiren yerindeyim. Yelkovan, 12 yaşındaki acizliğini unutturacak kadar heyecanlı. Tur üstüne tur bindiriyor. Hiç de hissettirmiyor. Acelesi ayrı namussuz, ağırkanlılığı ayrı. Dakika dakika patlıyorken tomurcuklar cıngıltılı sesler arasında, aniden sol dizim boşalıyor. Düştüğüm yer kesinlikle gökyüzü boyundan alçak değil. Yara yara açılan bir şey var sırtımı dayadığım bulutlarda. Dudaklarım kanıyor kelimelerden. Durağını asla bulamayan bir otobüs gibi, yolcu yolcu taşıyorum. Üç noktaya sarılı hiçbir yarım cümlem tamamlanmıyor bakışlarla. Oysa karşımdaki gözlerde  bir istilacılık seziyordum. Belki o da yerleşik göçebedir, renginin coğrafyasını yanlış görmüşümdür. 

Ne olduysa, olmadı. 

Şairane bir yerde ciğerlerin botanik bahçesiyken, ansızın beton, ansızın korna, ansızın gerçek.
Hiç yorulmayacak gibiyken, aniden bitmek.
Sahi; denizin bitmesi. Bir filmde diyor. İzlemedim. Daha. "Deniz bitti." Bitebilen su. Bak o da gerçek. Onun da rengini bilmiyorum. Işık ışık deri değiştiriyor. belki o da ormanları yanıltıyor. Bilmem ki. 

Biraz masal sokağından yerler tarif etti.  Koordinat istemedim, büyüsünde kalasım geldi. Güzel kalasım. Bilmemek niye öyle daha güzel hep? Gece güzel. Siyahın kokusu güzel. Karanlığın ateşböceği olmak güzel. Fazlası çok cüretkâr. Korkak mısın sen? Değildim eskiden. 
Kışta iğne yapraklı olasın niye, düşünmüyorsun. 

Her kar yorulur gibi bundan sonra. İlla ki üzerine bir çamur düşer gibi. Bir tarihti, kapın çalınmıştı, bir demet sarı çiçeğin yanında bir avuç, dudaklarını yatırmalık karla karşılaşıp, bir mevsim buzlukta saklamıştın duygusunu unutmamak için. Halbuki duygu unutulacak şey mi? Buna ihtimal vermek, kendinden düşmek değil de nedir? Kalbinin hakkını tek lokmada yiyen bir canavarsın bazen. 

Kar. Evet. Sakladığın kar, elinde sıcak ekmekle ortasına yatıp da kaldığın kar. Sonrası hep bozulacak gibi. Kalan orada kalmış gibi. Kar yorgun düşebilecekmiş gibi. Niye öylesin sen? Yazdan domates konserveleyen annelerin kızları.

Bırakamadığın bütün nefeslersin.  Bırakamadığın bütün nefesler, birer iğne olup tek tek oyuyor içini.  Görmezden geldiğin kan kurudukça, öle öle iğneleşiyor yaprakların. Oysa nergis olmak var mevsiminde. 


Bir tuhaf aralık.  Aralandığı kadarıyla yetinmiş gibisin kapının ardındaki yarım yamalak gördüğün şeyle. 

Öyle kötü büyüyorsun ki. Öyle sahici büyüyorsun ki.  Gün gelecek ve  asla affetmeyeceksin kendini. O zaman gelince..; buzluğunda kar, tarihinde sarı çiçekler, gitmek istediğin yerde o gamzeli kız, kışında yayılgan orman gözler ve cebinde bir çekip gidebilirlik olmayınca...
Olmayınca...

Olmayacak.

Kış geldi.

12 Kasım 2015

yeni h(ay)al

 
Her şey güzel olacak.
Zerzevat kokulu caddelerden elimizde fırın torbalarıyla geleceğiz eve.
Bir domatesi koklayarak taze ekmeğin arasına sıkştırmanın neşeli huzurunu taşıyacağız.
Yokuşlarından bilyeler dökeceğimiz, pencereye yaslanp mahalle çocuklarını izleyeceğmiz sabahlar edineceğiz. 
Duvar yazılarının neminden, ruh ikizimin izini süreceğiz üç- beş sokak arasında. 
Parlak tüylü kedilere yeni isimler koyup, sabah akşam selamlaşacağız.
Büyük parlak küpeli, ipek çoraplı, yetmişini tgeçkin teyzelerin, akşam yemeği randevularına şahit olmanın tebessümüne çatkapı sevinçler eklenecek.
Sokağındaki elektrik kutusunu bile seven çocuktan, mahalle parçası olmaya terfi edeceğiz.
Bir adrese karşılık gelecek isimler fısıldayacağız semtin kulağına.
Belki bu sefer tencerelerdeki sütlaç yetmeyecek bile konu komşuya. 
Kalk gel dediğimizde kalkıp gelebilecek sevgilerimize daha çok ihtimam göstereceğiz.
Bir şeyleri paylaşmaya artık hazırım.
Çok hazırım.
Adımı sakınmadan ortalığa saçmaya.
Uyanmaktan huzur duymaya, uyuyarak huzur bulmaya.
Hayatımın tozunu almaya.
Olmam gereken yerde, nihayet kalbimin elini sıkmayı bırakıp, ona "Hadi git, istediğin gibi oyna." demeye.
Cumartesi sabahları, sokak aralarında kaybolmuşken, ekmeği kopararak yemeye.
Yolda durup minik kızların saçlarını örmeye. 
Şahin Bey Amca'ya, Engin'e ve Osman'a selam vermeye.
"Kim o?" diyecek kadar evde olmaya, 
misafir bereketine.
Bulunacağım yerle güzelleşmeye.
Güzel şeylere inanmaya gönüllü olmaya.
Çayın altını kapatmamaya, 
vazoları hiç ama hiç boş bırakmamaya...

Alsana beni...

10 Kasım 2015

sız.


Koku özlemek.
En çaresiz kaldığım an bu.
Üstesinden gelmesem de, gelebileceğimi bildiğim bir şeyler var. Bu dahil değil.
Anımsadığım, anımsayamamaktan ürktüğüm bütün manzaralara sinmiş o kokular, her şeyi tersyüz ediyor.
İrade, güç, gurur, kararlılık..; hepsi birer zavallılığa dönüşüyor.
Sesler sözleri, sözler hareketi çağırırken, kokular taşınmak için bir şey beklemiyor; bir kez yanında nefes almış olmaktan başka. 
Korkutucu bir güç. Ten, kendince özerkliğini ilan ediyor sosyal kimliğini ve diğer tüm teferruatlarını yırtıp atıp.  Karşısındaki canlıya, hiç "Ayıp olur mu?" demeden, utanmadan sıkılmadan, "Onun tarihinde yerim olmalı mı..?", "Belki de sakınmalıyım?!" demeden, öylece ortalığa saçıyor en görkemli varlığını.
Birçok şeyi yıkıp geçebilecek bir kudretten söz ediyorum. Dile getirilmesi, getirilmemesi çıldırtıcı bir bastırılma. Sanki hayat parmağının ucunda da tam dokunacağın an fark ediyorsun arada cam olduğunu. Tam yanacaksın, yanmaya gönüllüsün, kişiliksiz bir ılıklık düşüyor parmak ucuna. Hücre hücre yayılacak bir şey beklerken, sus. Alevini dindir. Koku alma. Ya da şelâleler gibi akıt, görsün ölümsüzlüğünü. 
Unutumadığın anlar var, -ı harfi almadan yüceleşmiş zaman parçaları. 
Bir kış parçası, gece yarısı, koskocaman buz kaplı bir boşlukta baş başa kaldığın, evin olduğunu hissettiğin, evin yapacağını bildiğin bir koku. 
Başka bir şehir. Pembe, mor, mavi ve siyahın birbirinin içinde dağıldığı bir bar. Gözlerini diktiğin noktadan seni çekip alacağından öyle eminsin, öyle eminsin ki üstünden başından ayaza inat güller dökülüyor, dönüp toplayamıyorsun. Kalabalıkta seni bulacağını bildiğin bir koku.
Bir vapur dağılışı, bir mağaza vitrini. Yaşını dağlayan, üzerine çok toprak attığını düşündüğün ölü bir yerinde incecik bir sızı. Hayretini senelerce yok edemediğin, kendi kendini terk edişinin kâğıt kesiği. Adaletin neyin temeli olduğunu sıkça düşündüren, bir şeyi unutamayacak olduğunu bilmenin esareti. Esaretin kokusu. 
Şimdi "benimle yan" diyen güneşli kış arifesi sabahlara nasıl da karşı koymak istiyorsun.
Burnunun direğine bir yenisini eklemekten ödün kopuyor. Ömründe kaç seneye sineceğini kestiremediğin o yeni kokudan köşe bucak kaçmak istiyorsun. Unutamadığın kokularda, çoktan kayıp ilanların sararıp solmuş, yırtılıp koparılmışken, hâlâ oralardan bir şeyle çekilmenin arzusundayken nasıl da şaşkınsın bu kapı zili karşısında.
"Kaç kızım" diyorsun ya kendine, yarıyor mu işe?
Duruyor mu zaman, mevsim vazgeçiyor mu senden?
Hadi oradan.
Eklene eklene soyunuyor, çoğala çoğala ölüyorsun işte.

19 Ekim 2015

iç meydanı


Bazı pazartesiler, bulanık da olsa gördüğüm puslu göğe nasıl da güneş dilimleniyor. Portakal mevsimi yaklaşıyor. İçimin portakalları renklerinin bütün cürekârlığıyla sularını akıtıyor gri pusa. 
Mutfakların camları terliyor, reçel kaynayan tencerelerde gün neşesi var. Sanki ortalığı süte kesen, şefkatli bir karla kaplı cumartesi sabahı. 
Çilek ya da kayısı dedim ama eriklerin sonbahar deliliğine sırtımı çeviremiyorum. Parmak uçlarım uyuşuyor düşümde. Kazanlardan yükselen yanık şeker kokusuna dokunmadan duramayayım, neşeyle yanayım istiyorum. Arzuya bir tat konulacaksa böyle olmalı. 
Mutfak penceresinden koca incir yapraklarının kıskançlığı sürtünse diyorum evlerimize. 
Üzerinde kahvaltı sofraları kurulmaktan bitap düşmüş masa örtülerinin solukluğu  o an devam edebilme özgürlüğü olan uykuları anımsatsa. 
Balkonlara, pencere diplerine, korkuluk civarlarına bayat ekmekler serpelim üşüyen kanatlar için. 
Alt katın sıcaklığı tabanlarımızda şefkatle yürüsün, o yürürken gözlerimiz sardunyalara dökülsün. Bir öğle vaktinin bütün huylarını giyinelim. Darmadağın olmaya giyinelim.
Küf pembesi fincanlara komik isimli otlar doldurup, muhabbetle demleyelim.  
Sırnaşık bir şeyler olsun orta yerde; kedi sıcağı, yün yığını. 
Kızarık elmaların sepetlerden kuzey masallları taşıdığı, çıtırtılı bir salonda oturalım. 
Çıkalım ve günü izleyelim. 
Fesleğen vakti geçse de, menekşelerin kadifesine dokunduğumuz moru aşktan günler doğuralım. 
Bozkırlara kıyılar çizelim bulut kıvrımlarından. 
Akraba olan kalp ritimlerini kan çeksin. 
Oturma odasında bir memleket kurup Ahmet Abi'yi arayalım.  
Çalan kapının ardı kese kâğıtlarınca meyve koksun. 
Sevdiğimiz ne varsa, yanıbaşında uyuyakalmak zaman yitimi diye adlandırılmasın, zorunluluklara dolanmasın. 
Akşam yemeğine kızartılan kabağın kokusuna uyanıp evde olalım. 
Bir düş vakti evde olalım.
Bir düş kurmaya, ev bulalım.

14 Ekim 2015

figan


Gevşemiyor düğüm. İçine zorla gömülen ne varsa, canını acıta acıta... 
Yok bir nefesi alıp da çok yapma hevesinin sonsuz tutkusuna inen gümbürtü.
Kanatları var, görüyorum. Renginden utanır gibi. Utancından kıpırdayamıyor gibi.  Güzelliğinden haberdar olmanın, haklı olmanın yettiremediği şeylere karşılık, kanatlarındaki hareketsizlik. 
Gözlerini ıslatan bir gölge. Kopkoyu bir sabah. Yırtıcı çığlık. 
Sessizliğin yırtılışı. Coşkun haykırışın üzerine sıçraya kurşuni uğultu. Örtülemeyen çıplaklığı acının.
Meydanı acının. 
Ahları birbirine ekleye ekleye koskoca bir kitleye dönüşmüş sancı. 
Bitap renklerin, inatla altına düşecek ışık arayışı.
Yazık bir tarih, burukluğu yeni günün. 
Kan revan içinden doğabilen güneşe, kendini bırakmayan yıldıza ağıt. 
Yakılışı dahi tekmelenen ağıt. Hasretten gayrısını bilmeyen, öğrenmesi sakıncalı  toprak. 
Fedasız rahat etmeyen kötülük.  
Düğümünden kıpkırmızı fışkıran, kanada çarpan, yerde kalmayan nefes.
Yırtılıyor geride kalan ömür.

6 Ekim 2015

"iki sarı ikindi"


Süt mavisi duvarlar arasında, sevgiliyi okşamak gibi parmak uçlarının kadife morlarda gezineceği, gecesi saate takılmayan, durmayan suların sessizliğinin dinlendiği bir açık adres düşüm var. 
Şair kadın ve adamların sözcüklerinin, çaydanlıktan yükselen buharla terlediği. 
Gülümsediğinde, elmacık kemiklerine doğru tombul ve aydınlık bulutlar gibi ortalığa neşe saçan konuklar. 
En pastel renklerden pazenler. Yavruağzı gündüzlerde, akşamdan damlayıp da kuruyan kakao kokusu. Yalınayaklığın diriliğini öpen sabahlık şefkati.
Tek bir pencere olsa, ama illa ki menekşeler konsa. İnatla okşansa ayva tüylü yaprakları, öpülse koklansa kokusuzluğu. 
Bacaklarda, bir pazar öğleden sonrasına ilişen sahaf güzelliğinin izi. Ortasına bağdaş kurulan bir telaşsızlık meydanında olsak. 
Zili çalan bir kapı edinsek. 
Seni özleyen güzelim dostlar davetsiz, teklifsiz ama illa ki ellerinde nergislerle gelseler. Özlediğimiz kadınlar, özlediğimiz adamlar.
Gönül koordinatlarımızı, sevdiğimiz şarabın rengini bilen muhabbetler eksilmese o kapımızdan. 
Bir kapı edinmek. Tam yaralandığın yerde, tarçın kokusuna açılacak bir kapı edinmek. Ev bildiğin ve yüzüne çarpılan ne kadar kapı varsa, ondan başka. 
Bir kabuk edinmek, kıvrım kıvrım içine sığmak, sığarken taşmak.
Yeni mevsime, düşünü kurduğum gibi başlamak istiyorum. 

Hiç hesapta yokken edindiğim bu şeyi gerçekleştirmek kolay olmayacak. Belki bu asırlardır yaşıyormuş hissinin yorgunluğu sonsuzla çarpılacak. Çok yol koşulacak, çok eksik kalınacak, çok yerler süpürülecek gözlerle.
İstediğin her şey için yeni baştan, en baştan utanacaksın. Utanmanın yorgunluğu her ay fatura fatura  düşecek kapına. Hangi çaresizliğini, hangi yalnızlıkla ödeyeceksin belli değil. 
Bunca toz dumana inat, silip de görmeye çalışıyorsun ya yolu; buğulu camların ardındaki geceden karayoluna bakma çaban gibi. Temizlesen çıkarabilecekmişsin gibi zifiri karanlıkta yolun neresinde olduğunu. İnanmak ister gibi.
İstemekten daha fazlası gibi. 
İnanmak zorundasın. Şahit olmak istediğin tüm mevsimler için; kiraz ağaçlarının çiçekleri, demiryollarının yağmurlu yıkanışı, karla kaplanan şehrin ortasında avucundaki ekmek sıcaklığı, denizkızı şarkılarının camgöbeğinden yankısı. 
Bunlar bunlar bunlar için zorundasın kendini yeniden kurmaya. Yıkıntıların arasından kendini yeniden kaldırmaya. 
Yoktan var etmenin tüm mecburlarını zorlamak yoracak, ama hangi düş, düşmeden...

Kapat gözlerini ve annenin fırından yeni çıkmış poğaçasına sabırsızca uzanan parmaklarındaki o tatlı yanığı düşün. 
Bulutların mavi olduğu, gülüşlerin şekerli süt koktuğu, hâlâ radyo dinlenen, ortalığın, üzerine domates sıçramış tarif defterleriyle dağıldığı, anahtarı yarasız bir yer çiz kirpiklerinle...

Düşeceksen de bir düş için...

Hatırla hatırla...

28 Eylül 2015

gibi geçerken..


 

Bir cümle duyamamanın yankısı belki de seneler sessizliği.
Yıkıntılar arasındayım. Ve nefesimi tutmak dünyanın durmasına yetmiyor. 
İnsanlar sigara molalarında kuşların telaşını görmüyor. Birbirini de duymuyor.
Molalar gökdelenler arasına sıkışıyor. 
Nefes almak hüküm kapsamına giriyor.
Tatile çıkanlar istasyonlarda mesai harcıyor.
Acıkıp da midesini  mutlu etmek isteyenler, tadı değişmeyen şeyleri ekmek arasına sıkıştırıyor.
Kitap okuma oranı olmayan bir ülke metropolündeki pek çok genç erkek, Kafka okuyor. Belki bir yerde, hep birlikte Behrengi okumayı unutmuşuzdur. 
İş çıkışlarında ortalık, sabah anneanne evine, akşam ekşi mayaya çalan bir kokuyla kaplanıyor.
Zamanımız yok, vapura yetişmek için koşarken omzunu incittiğimiz kıza dönüp şöyle bir bakmaya.
Şehirde barlar 2'de hesabı kapatıp 3'te sandalye topluyor. 
Minibüsler en temiz yüzlü çocukları 4'te evine taşıyor. 
Bu şehirde çok cinayet işleniyor. Ve bu hep finükülerde akla geliyor. 
Mahallede en az camii bekçisine güveniliyor, en çok da bisikletçinin kara kedisine. 
Sürpriz yumurtaları bakkallardan en çok 25 yaşında, gecelere kadar kira parası denkleştirmeye çalışan genç kadın ve adamlar alıyor.
Altı yanmayan ocaklara nazır, kuş sütüne değip geçen sofra hayalleri kuruluyor, cuma eve geldiğinde bir çatal bir şey yiyecek mecal bulunamıyor.
Baharlarda en çok çiçek basma perdelerden toplanıyor ve toprağı avuçlamak bile yapma çiçek dekorlarında ölen bir eylem.
Tüm nüfus cüzdanları kimsesizlik bağırıyor yazılı olmayan beyanlarda. 
Boş evlerde yalnız olmayı lüksleştiren hayatlar ediniliyor. 
Sevgiden korkuluyor. Kalp atışı duydukça fersah fersah uzaklaşmanın tarihi yazılıyor şehir insanları arasında. Yavaş yavaş da değil, toplu toplu ölmek.
Ne sevdiğimiz bir insan, ne sevdiğimiz bir yer, ne yemek. 
Hiçbir şey fark etmiyor, fark yaratmıyor.
İnsanlar kuşların su içtiği birikintilerin ortasından koşuyor.
İnsanlar koştukça çok ölüyor.
Yaşamayı ölerek tanımlıyor.
Ne çok ölüyor.
Ölüyoruz.

11 Eylül 2015

tek yön biletler mevsimi


Karşı koyamamak değil-di. Gidecek yer bulamamak hiç değil-di. Çünkü zaten hiçbir yerde olmanın cümlelerinden katlar çıkmaya aşinalık var. Eylül kendini yarılamaya yakın Tezer Özlü'yü  aramıza bırakırken tüm bunları öngörmüş olmalı. Yoksa bu eylülden başka bir şey olurdu.

Yaprakların henüz dökülmediği ama sararmaya başladığı zamanlarda insan, karşı koymak ve üstesinden gelmek üzerine güç bulabiliyor. Normal akışta. Yeşili daha yeşil görmek, maviyi kana kana içmek, zamanı  bir ağustos göğünün altında, örtüsüz  ve kavun kokusunu saçıldığı  bir masada kalmak arzusunda oluyor. Olur. O zaman ölümün yalnızca hüzünlü varlığıyla aramızdaki boşluklarda yer aldığı bir dilim ama. Böyle değil. Değil-di. Tarihin her şeyi kötüleştirdiği bu mevsim başlangıcında, hayır; kimsesizlikten de değil-di. Evet, tam da böyle hissediyorum, ama şu an kilitte dönen anahtar, kendimi bir fotoğrafa yerleştirmek arzumdan değil-di.  

Şu ömrümdeki en çaresiz anlar hep böyle başlıyor gibi. Bir "neden?"e cevap veremeyerek. Kendime, eylemime ve durumuma bir neden biçemediğimde. Biçip de o dürüstlükten hoşlanmadığımda. Bir yerden düşerken tutunacak yer aramak varken, gözlerimi daha da sıkı kapatmamdan.

Toprak kan revan, gözler çatlayan toprak. Mavi küskünlüğü. Ne göze, ne adımlara, ne yaşama, ne de gayretine kendini değdiriyor su. Kalp desen.. O zaten en uzak mesafe. En yakındaki en uzak. Korkutan nabız. 

Dürüst değilim. Belki de öyleyim. Tozunu alamıyorum belki de. Sadece gülümsemek özlenebilen bir şey. Ve dudak üşüyebilen bir koordinat. Her şeyin kendini bir acele soğuttuğu şu eylülde, sol omzu öpen günler sezilince... Ne bileyim; karşı koyamamak değil. Kanmak istemek belki. Kanamadığım bütün ayrılıkların dibinde çömelmiş taşlaşırken, penceredeki saksıdan yaşama mededi ummak gibi. 

Herkes gitti. Bu sefer sahiden, gerçek olan ne varsa gitti. Rüya gibi güzel olan demiyorum. İyisiyle kötüsüyle gerçek olan.  Ne öfkelerini, ne üzüntülerini gördüm duydum. Bütün hisleri beraberinde tanımladığın herkes, böyle hissiz, sessiz, bakkala gider gibi gidince...

Belki de sadece bundan.
Evde ses olsun diye televizyonu açmak.                                                                                    

17 Ağustos 2015

sabina*


Rüya değildi. Rüya olsa öyle güzel olmazdı. Rüyaların hiçbirine girmek istemem. Bedenimi kaplamadığı gibi, zihnimin tüm aralıklarından sızıp, her noktasını iltihaplı bir uyuşuklukla doldurur. Bir güzellik tanımı değil benim için rüya. Kâbuslardan söz dahi etmiyorum. Kalbimle bilincim arasında ne oluyor pek kestirmeme imkân tanımayan bir elektrik kesintisi: Uyku yarası. Öpülemeyen sızı. Doldurulamayan yalnızlık.

Hayır, kesinlikle rüya değildi. Ayağım yere basmıyordu ve evet, yine bilincimle tarifini yapamadığım bir ilişki içerisindeydik, ama kanım... Tüm iliklerime ulaşıp, kendini geri toplayan, adeta nabzımdan fışkıran.. 

Bir müzik hatırlamıyorum. Müziğin kendisini içe almak sağırlaştırıyordur belki kişiyi. Ya da öyle çok dinledim ki, içimde sonsuz kere sürüp giden nakaratlardan soluksuz fon oldu, duymadım. Ama dediğim gibi, müziği içe almak denilen bir şey var. Bilmiyordum. Damar damar notalaşan bir akış mümkün. müş. Öğrendim.

Sabahları birbirine benzeyen ama kendini ezberletmeyen o kapıyı çekme sesinde, bir rüyada olmadığımın bilincinde değildim. Çünkü "gitmek" bir rüya olabilir. O kadar güzel bir eylem olmadığına göre...

Sahip olduğum, gözle görünen ne kadar şey varsa, muhtemelen birbirinin içine karışmış, renkleri buğulanmış, yorgun ama olması gerektiği gibi görünüyordu. Olması gerektiği gibi değil. Olması güzel olur gibi. Olunca insanı güzelleştirir gibi. Hiçbir seferinde, aynaya hiçbir bakışta tatmin etmeyen o görüntüye o sabah ulaştığımdan emindim. Dağılarak tamamlanmak diye bir şey varsa, o. Yoksa, yine o.

Gerçek ve tatsız ve zor bir rengin eşlik etmesi dahi yormadı o baş dönmesini. İnsan, olacaksa böyle sarhoş olmalıydı. Sanki bir yankesicinin çakısına kanını bırakmış da "İyi ki böyle, en güzel hissettiğim halimle ölüyorum." der gibi. Yani hayat da, gece de, semt de, hatırladığım tüm pencereler, fesleğenler ve diğer kokular da, sabahın caddedeki zerzevat uğultusu da, lavaboya dağılan endişe de, her şey öyle gerçekti, ama ismim kadar giyindiğim o saat aralığı hepsini yok edecek kadar daha da gerçekti ki... 

Unutuşun bile silemediği hissedişler var. Zihnin perdesine inat görünen çıplaklıklar var. Örtülemeyen sınırlar, sınırı olmayan mesafesizlikler, zamana yenilmeyen göz hamleleri var.

Bu bir rüya değildi.

Hayatta oluşu oluk oluk kabullenmek, belki de çok az kere olabilecek bir kabullenme arzusuydu. Tutkuydu.

Bak. Bu gerçekti. Tanığı olan, zaman aşımına düşmeyecek bir şeydi. Aleni bir sır. Aramızda bütün varlığıyla kendini inşa etmiş, bir o kadar dokunulmaz...

Görkemli bir şeydi. Kendiliğinden olanın ihtişamı. Zamansızlığın mükemmel kurulumu. Bekleyip de gelmeyenin lanetinin kırılımı. Sığamayan taşkın bir şeyden söz ediyorum.

Hayır, bu kesinlikle bir rüya değildi.

11 Ağustos 2015

artık



Minik bir çanta, pekâla bir gardroba dönüşebilir. Bu bilgiyi edineli epey oluyor. Öğrendiğimde ya da kanıksadığımda hüzünden çok, kalbimin serseri zevklerine eklemlenmişti. Sonradan anladım; aşktanmış o. Çekip gitmenin tutkulu görünmesi de öyleymiş belki. Bir gün kendin çekip gittiğinde tutkudan başka bir şey hissediyorsun çünkü. Daha boşluklu, daha göğüs kafesindeki havayı evire çevire döven bir şey.

Şimdi bir çantayla gitmiyorsun. Bir çantayla dönüyorsun. Ama üç gün, ama beş gün. Bir kere kapıyı çektiğin ve sonrasında her gidişinin gönülsüz dönüşler olduğu yerler var. İsminin değil de cisminin silindiği, kimsenin de bu eksiklikle eksilmediği yerler. Kırgın unutuşlar, iz bırakmamanın hafızasızlığı. 
Bir zamanlar anahtarı yalnız sendeyken, bu zamanlar bir çantayı kendi dışına dahi taşıramadığın yerler. Sığamadıkça utandığın, ağzı kapanmadıkça ondan da vazgeçmeyi düşünebileceğin çantalar...

Zaman insanı çok azaltıyor.
Arzularını, sözcüklerini, öpüşlerini...

Şimdi kalbini okşayabilmiş bir ana koşup sımsıkı sarılmak isteğinde giderek soyunuşundan sahip olduklarını. Çıkara çıkara yürüdün yollarda, üzerinde ne varsa, vazgeçe vazgeçe... Şimdi öyle üşüyorsun ki kendinden, bir sarılsan ona... Zaman duracak, tenin ağustosu öğrenecek, kalbin unuttuğun, o fırından yeni çıkmışlıkla kızaracak, mis gibi kokacak belki de caddenin ara sokaklarında yuvarlanan adımlarınla yeni gün. Bir sarılsanız geceye batıp, gündüzden taşacaksınız.

Bir sürü hikâyeden neyin sıyrıldığını biliyorsun. 

Üzerinden ata ata geldiğin şeyleri görüp sadece şiir giydiren bir şey var onun uykusuzluğunda. Fazla olan hiçbir şeyin bulandırmadığı bir su olabildiğini görmenin şaşkınlığı. Beraber temizlendiğini hissetmek belki. Zamanı, doğruyu, gerekliliği, bir koca dünyanın yerlilerini sonsuz bir uçarılıkla kenara bırakmak.

Umrumda değil.

Bazen olmuyor.

Bazen başka şeyler oluyor.
Bazen olan, içimin çantasını havada tepetaklak sallıyor. 

Neyim var, neyim yoksa, artık yok.
Geriye bir tek ben kalıyorum.

Şimdi..;

"Al beni ne yaparsan yap..."

6 Ağustos 2015

umrumda


Yolun bir yerinde korkusu geliyor yitirmenin. Boşluğun ciğer ciğer ağırlaşması rahat olan her yerini acıtmaya başlıyor. Zamanında efelendiğin bütün incir çekirdeği mevzuların yerini kocaman bir boş duvar sızısı alıyor. Kalbinin fotoğraf fotoğraf eksilttiğin, var olan ılıklığını görmezden geldiğin yaz bahçeleri dikiliveriyor bir ayazda karşına. 

Pişman ola ola temize çekilmiyor geçen zaman nanesi. Zaman sadece geçer çünkü. Yerine bir şey koyup da bardakları dolduracak bir iyimserliği yoktur. Gitmenin cins ismi. Kalanı son anda tutabildiğin bir uçurum kenarı yaratabiliyorsan, göze alman gerekiyor birlikte paramparça olmayı da. Kalmak da en nihayetinde bu biçimiyle işteş bir fiil.

Şimdi biliyorsun. O her zaman durmaksızın çalan kapısı bu kez aralanmayacak. Canı çekmeyecek hiçbir zili. Ardında kendini değil de, hüznünü dinlendirmeye çalışıyor yıllandırdığı görünmezliğini giyinip. Biliyorsun işte. Bir filmin en konuşulmayan ama herkesin bildiği sahnesi bu. Sustuğu bir nefes, bütün konuşmalarını kaplıyor. Biliyorsun, şimdi durursan yarın gözlerinde dünden, bir dağın farklı yamaçlarından kalma kış manzaraları dallandıracak. Roller kesinleşecek, bir perde ciğere bütün tozlu ağırlığıyla kapanacak.

Yalnızlığın bir sızısı var.
Kırgınlığın bir sızısı var.
Pişmanlığın bir sızısı var.
Affedişin merhemi dahil değil ama..

Son tüketim tarihinden önce.., 
beraber kalalım mı, düşerken bile?

4 Ağustos 2015

öz


Geç kalan bütün açıklamalar itiraf. Ve hiçbir itirafımın hiçbir zaman telafisini beceremem. Sahici kalp yırtıklarının hoyrat yaratıcısıyım. "Bu kez olmasın" diyerek çıktığım tüm yollar, zarif teğellerden diri düğümlere, sağlam zincirlere, oradan da geri dönüşü olmayan dikiş atımlarına varıyor. Hangi ilmeği nereye geçirmemem gerektiğini öğrenemediğim çeyrek yüzyıl. Afsız ilerlemek, af dilenecek bir iyelik eki edinememek bütün yollarımı, mahallelerimi kan revan içinde bırakıyor. 

Karşıma yüklediğim "Benim gibi düşünse keşke" zorunluluğunun sorumluluğunu öğrenemediğim, hep yarım yamalak, bir yeri illa sökülmüş, fazla fazla kırgın hikâyeler dizisi. Bizzat yönetmeyim. Elimden gelecek olanın ayan beyanlığına inat, basireti sonsuza bağlı.

Kendini bilmek, bunu bile bile birilerini varlığınla incitmek.

Hayat beni affetmesindi.

31 Temmuz 2015

bırak-a-madığın..


Yol kısa. Yol zor. Sonu dönemeç. Sonrası. Belki uçurum. Belki hoyratlıktan yorgun bir yumuşak iniş.
Yol yine. Yolcu tek değil. Hancı kimsesiz. Çalan kapılar. Unutulmuş sabah dilekleri. Gece açılan parantezin eninde daha da genişleme. Bekleme sayısında artış. Belirsizlik sonsuzda. Belirlenme isteği hiçlikte. 
Mevsim tedirgin. Mevsim limonata. Mevsimin alacak nefesi yok. Mevsime yuvarlak dalgalardan, en mavi manzara. 
Kadının aklı karışık. Kalbi dolaşık. Gün gerçek. Gece rüya. Güç var. Ağrı daha çok. Arzu bekleniyor. İnsanlar varlar. Şiir biraz eksik. Kelimeler yetersiz. Ölüm çok. Sıkıntı büyük. 
Kadın saçlarına doluyor olanı biteni. Canındaki "ah", yüzüne acı acı batıyor, misafirlik uzun sürüyor. 
Gitmek ihtiyaç. Rota hep bilindik yer. Gitmek değil. Haber taşımak. Medet ummak daha çok. Olmaz. Oldurulsun diye. Yık yap, yap yık. Yaşlanma telâşı. 
Rakısız geçen yaz. Önünü görmeyen yaz. Ayıkken yerlere düşen yaz.
Temmuz. Bitti.
Başlayan ne. Meali meçhul ezberden bir dua.

24 Temmuz 2015

fay



Bir yere gitmek. Ömrün kıtalarına yer değiştirmek. Mevsimler ters yüz. Hiç yaşanmamış bir temmuz bu. Hiç bitmeyecek gibi duran, sakin bir sızısı var. Bir yandan da kavurmuyor ilk kez sıcağı; sürekli bir yaz akşamını giyinmiş gibi. Sürekli günleri çıkarıyor üzerinden, kavrukluğu soyunuyor, rüzgârda kalıyor ama üşümüyor. 

Her şey yer değiştiriyor. Yaşlar, anlamlar, hareketler. Ve bu değişimin geveze susuşunda bir şeyler büyüyor. Hissediyorum; iyi şeyler ve kötü şeyler. Bunlar ne zaman bu kadar el ele tutuşsa, "Nasılsa aydınlanır bir yerden, geçer gider" diyorum ama bir şey; en büyüğü, en derine oyuğunu açıyor ve hiçbir aydınlığı uzun uzun yettiremiyor kendine.

"Aklım karışık" diyor. Bir cevabım yok. Düğümleri çözecek kadar keskin de değilim, net de. Herkesin dolaşıklığıma değmekten dahi kaçındığı yerde oturmuş başka hayatların Gordion düğümlerini açmaya çalışıyorum.

Zamanı saymayı bıraktım. Bir şeyler beklediğimi unuttum. İstemekten vazgeçtim. Bunların hepsini birer birer aştım. Bir yerde takıldım. Her şey hesaptayken ve sadece bir şey hiç değilken. Bir hayatı ilk kez birlikte oldurmak için göze aldığım, alabildiğim yolda çok yönsüz kaldım. Bırakmak, bırakılmak, yalnız kalmak; bunlar değil. Bir evin, bir şehrin, bir hayatın ortasında kimsesizleşmek. Kendi sesinden sağır olmak. Planlayacak koca bir geleceğe ve hiç yarına düşmek.

Bir yandan da mevsimle birlikte hayata katılışını taçlandıran nefesler bulmak, ama o tacı başına takamamak.  Ağır çekimde bir çelme gibi.  Takılıyorsun, düşeceksin ve canın yanacak, ama nasıl şanslısın ki düşmüyorsun da, seni tutan bir şey var. Ama takıldın, açın da değişti bir yandan. Şans kavramını biçimlendiren bir sakatlık.

Bütün varlığım sadece kendini geziyor. Kendine çarpıyor. Her şey içimden çıktı da, bir tek, salt dışarıdan görünen kadar kaldım sanki. İçimdeki şey boşluk yankısı gibi. İyi şeylerin sarmalayışına cevap vermek isteyen ama kötü şeylerle sürekli daha da üşüyüp daha da sarmalanmak isteyen, bağıran ama duyulmayan, susan ama yankılanan. 

Korkuyorum.

Birbirlerini devirmelerinden. Öyle zarifçe, kendiliğinden, bir kutlama gibi gelen şeylerin kuyuma düşmesinden. O karanlığın büyümesinden. Bildiğim dünleri acıta acıta çiğneyip yutmasından. Bir ovada kapalı kalmaktan, bir ovayı içime hapsetmekten. 

Boşluklarımın ağrımasından.
Dolduramamaktan.
Dolu olan ne varsa, kendini böyle oluk oluk boşaltmaya devam etmesinden. 

Yeni kelimeler bulmama yetecek kadar yenileyememekten için tezgâhlarını.
Sevdiğin rengin ölmesi gibi bir şey sanırım bu.

Bu temmuz niye bu kadar devirgen ama kurmaya da meyleden.. Ve neden böyle kaya gibi düşmüşken, bir yandan da durmayan sulara baraj olmak ister gibi?

Birikemiyorum, yağamıyorum, ne oluyorsa olmuyor gibi, ne olmuyorsa altında eziliyorum gibi.

Biliyorum.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

14 Temmuz 2015

bir önce


Tarih, akış ve ters yüz. Beklediğin şeylerin zaman bulamayışı kendine ve zihnine hiç uğramayan ne varsa iyice yerleşiklik kazanması taş yuvarlanışında. 

Bazı şeyleri deneyimleyerek öğrenmesin istediğim kalp yuvalarım var. Her şey büyüyor mu bilmiyorum ama herkes yürüyor bir yerlere. Çakıldık denilen yerden çıkmanın debelenişi mi, yoksa sahiden "yol varsa yürünür"ün doğal ve olmalı akışı mı? Tedirgin olmuyor değilim. 

Belki de ilk kez bu kadar belirgin bir "Ya yanlış yaparsa?" korkusu var içimde. Yapmasın istiyorum.  Sayısız tutarsızlığın ortasında kalbine bir ahmaklık çelme takmasın istiyorum. Benden kendini fersah fersah uzaklaştırışı benim çizemediğim bir mevsim parçasına, ocağa koyamadığım bir lezzete varsın istiyorum. Eksik bıraktığım bir şey varsa, ne varsa o tamamlansa... 

Aslında kalbime ev kuranlardan, şöyle bir dokunup geçenlere dek tüm ılıklıklarım için arzulanıp isteklendiğim şey bu. Öyle böyle, ama yetemediğim ama kırıp döktüğümden, hoyratlığımdan veya beklenenin dışına çıkan tüm hareket ve hareketsizliğimden geriye kalan ne varsa... Af dileyişimi duyuracak bir şeyler, yansıması minik bir hareketin...

Şimdi, önce ve sonra.

Bir şeyden korkuyorum.

Ve bu ciğerlerimi üşütüyor.

Yazların gölgelenmediği bir yarın diliyorum sana. Belki sudan uzak bir yer beğenirsin kendine, ama yine de güneşini batırma.

7 Temmuz 2015

ki...


Bir var bir yok bir şey içinde tepiniyoruz. Sürekli olarak birilerini, bir şeyleri ikna etmeye çalışa çalışa, birilerinin istediğini yapmaya uğraşa uğraşa, kendimizi kanıtlamak uğruna bitap düşüyoruz. Bitap düşmek neyse, çok sahici ölüyoruz. Ölümün olduğu yeri dolduran "sınırlı" sessizlik bile değiştirmiyor ne bencilin bencilliğini ne de feda edecek bir şeyi kalmayanın fedakârlığını. Karşılıklı bir ömür oyma harekâtı, kendi işlediğin cinayetin kanı eline yüzüne, kalbine bulaşmadan durulmuyor. Ama hayat geçiyor. Ve elinde bir tane olan şeyin yitmesi... Telafisizce gitmesi. Bak bu çaresizlik. Yeniden doğuramadığın ömrü çarçur etme cesaretini kim veriyor bilmiyorum ama başroldeysen ödül almak üzere oynarsın. En büyük ücreti sen alacakmışsın gibi performans sergilersin. Yaşamak tembeliyiz. Hepimiz öyleyiz. Umursamadığımız şeyleri yan yana getirince insan insan ömür ediyor. Kendi savaşımızda hep katiliz. Ölen de öldüren de aynı kafa kâğıdına toplanıyor.

İnsanın en çok kendine acıması yok. Yoksa sahip çıkar. En çok kalbine. Böyle işleye işleye üzmez onu. Kendinden sonra da en çok en yakınlarına acıması yok. Sevdikçe öldüren bir canlı olabilir mi? Olmasın. İnandırıcı olmuyor çünkü. İnanmadığın bir şeyi savunmak da gelmiyor içinden, bünyende yalan haz ve bağışıklığı yoksa.

Hayat çok..; "bir var bir yok". Peşine "olmak" eylemi katmak için bir neden de aramıyor. o böyle kuralsız kaidesiz başlayıp biterken, zarardan ziyandan öteye niye geçemiyoruz? Vasat bir ortalamadan bir adım dahi olsa atabilmek bu kadar imkânsız olmasa gerek. Salt varlığımızla, kendi sesimiz sözümüzle ayakta durmayı başarmak en temel şey olmalıyken, bunu başarabilen "nadiri" alkışlar bu hal.. Acınası geliyor. Kendin olmayı başaramadığın yerde, sahip olduklarını nasıl baş tacı yapıp arkalarında duracaksın?

Nefesine inanmıyorlarken, sen kendin inanmıyorken...

Hayat geçiyor.
Hayat bitiyor.

Beklediğin; bir meçhul tarih için beklediğin ne varsa o meçhul ömre tokat olsun.

Yapamadığın, kıpırdayamadığın bütün korkaklıkların her gün aynada anıt gibi dursun.

Dursun ki...

2 Temmuz 2015

sor kendine


Aniden bir telefon çalıyor. Gelmeyen yaza tohumlar saçılıp birkaç saniye içinde yediverenlerle patlayıp fışkırıyorlar kalp toprağında. Bekler oluyorsun zamanı. Hani şu ölmeyen zaman var ya, o bir anda mücevherleşmeye başlıyor. Beklemek anlamlı bir eyleme dönüşüyor. Bir yere ulaşacağını bilerek beklemek. Tüketmekten başka bir şey. Zaman, olanla bitenle çok başkalaşan bir şey.

Beklediğin, beklemekten gocunmadığın o an geliyor ve dünya bütün çığrından çıkmış haline inat dengesine kavuşuyor. Nabzın düzeliyor, içinde bir yer tamamlanıyor. Organını yitirmiştin ya, o yerine konuyor. Nefes alıyorsun. "Hayat" diyorsun. "Bu hayat..". "Peki o hayat niye böyle oldu..?" diye sormadan da edemiyorsun. İsyan eder gibi değil de, hatanı bulup telafi etmek arzusunu karşılayamamanın gamından. Bir buçuk metrelik var oluşunla kilometre çözümsüzlüğünün yanı başında öyle, hiçbir şeye yetişemez kaldığın için. Birkaç santim daha iyi gitseydi bir şeyler, zaman böyle duvar duvar, yollar böyle diken diken dikilmezdi sanki yarına.

Bekliyorsun. Ne kadar bekleyebileceğini bilmeden bekliyorsun. Bir ömür sürecek belki bu. Bir yere vardığında; varırsan, varabilirsen, o nefesi bırakıp mevsimi devam ettirecek hale geliyorsun. Bunu bilmek, bile bile yanmak, önce yana yana kendini bulmak zorundasın gibi. Ama'larla, ikircikli hiçbir şeyi taşımak istemiyorsun o varacağın yere. Öyle çetin zamanlarda öyle çamur sıçramışken her şeye, tertemiz, sahiden bembeyaz olacaksa, öylesi olsun istiyorsun.

Bunu, bu olur mu olmaz mı zamana karşı geri sayımlı bir mucize ihtimalini zamansızca, sonuçsuzca beklemek...

Ama beklemek bazen ve aslında sadece bunun için anlam kazanıyorken...

Yaşamak için ölmeyi göze almaz mısın sahiden..?

1 Temmuz 2015

öncesi kalır

  
On sene önce bugün.
Beş sene önce bugün.
Geçen sene bugün.

24 Haziran 2015

sagu.


Yağmura karışıp, sonrasında güneşe çıkamıyorum. Dün bir bahar parçasını teselli etmeye çalışırken, bugün kendi yaz dilimlerimi dudaklarımın arasına koyamıyorum. Öyle ıslağım ve öyle kapalı kaldım ki kalın duvarlar arasında, rutubetlenen kalbim olmasın diye kâğıt havlular bastırıyorum göğsüne nefesimin. 

Ağrılar saplanıyor maviye, oysa ben turuncular batırmak, haziran kanepeleri yapmak istiyorum hafif meyve kokan, davetkâr. Kapılıp gidilecek yollar açmak istiyorum dalgaları sağa, sola ayıra ayıra. Sözcüklerinin anlamını bir yere vardırmayacağımız şarkıları, beceriksiz dudak büküşlerle kıvırıp ıslık yapalım. Gözleri aydınlıktan kısılmış, bileklerine gelişi güzel sararık çim parçaları yapışmış, dağınık ve hindistan cevizini andıran kumlu kokusuyla salınsın gün...

Kurutulmalı ve yaza hazırlanmalıyım; kalbimin sağlam bir kısmından vişneler toplayarak, reçellere...

17 Haziran 2015

değilsem...


Tedirgin. İçimde ürkek bir çift kanat. Uçsam mı, uçmasam mı, uçsam nereye, kalsam nerede. Bir şarkıyı, yeni bir şarkıyı duymaya çalışır gibiyim ama kulaklarım yetmiyor; hep bir uğultu aramızda. Öyle bir mevsim geldi ki, kendine yorgun. Kendini gün yataklarından kaldırmaya, bir ertesine vardırmaya mecalsiz. Sevişmekten değil, kendini taşıyamamaktan kan ter içinde. Mayıs, neye vardığını görse üzülürdü. 

Bu sonsuz durağanlıktaki yorgunluğun sebebi şu göğüs kafesinde sıkışıp kalan özlemli şey olsa gerek. Başını yastığa huzurla koymanı sağlayan, uyumak istediğin, zamanın kalbinin en ılık yerinde durur gibi yaptığı şeyi özlemekten. Sonu gelmeyen bir sayıda, tek ayak üstünde dikilip, uyuşa uyuşa, uyuşukluğun önce acısı sonra hissizliğiyle beklediğin bir şey. Dün şimdi ne getirecek sana. Saçlarında yüzdürdüğün vapurlarla, bileklerinin bağladığı güzel deniz yarası kabuklarla, teninde gezdirdiğin, mevsim meyvelerine varmasını arzuladığın rüzgârla aşamadığını ne iyileştirecek.


Çarpım tablosunu ezberleyemediğin iyi oldu sanki, dokuz kere sekiz, yedi kere altı, on bir kere pi. Sonsuz kere yalnızsın ve hep kendinle çarpılıyorsun. Bir sıfır bile edinmeyi beceremediğin bu yerde yok oluşuna bile yol veremiyorsun. Oysa nasıl da tamamlanmak arzusundaydın.  Bir çeyreği düşe kalka devirip de geride bırakmanın eşiğine gelmişken bak, yine takılır gibi ayağın. Değişmiyor mu, kombinasyonu mu çok fazla bu tökezlemenin. Hiçbir şeye cevap bulamadığın tüm bu üç yüz kırk bin günün sonunda yine bozuk dahi olsa bir pusulam, yırtık bir haritam, matematiği ucundan kıyısından sağlamalı bir mantığım, yörüngesinden çıkmış durdurulamaz, karşı koyası gelmeyen bir kalbim yok. Olmamak bu. Kendini olduramamak. O kadar ki, ismim boyu ağlamayı dahi beceremedim. "Çöl oldun." dediler.

Bu düştü düşecek mi, yerleşti kalacak mı yaşam biçimiyle nereye varılıyor bilen var mı? Ben hiçbir şeye parmak kaldırıp tahtaya çıkmak istemiyorum. Hiçbir bilgim yok hayat üniteleriyle ilgili. İyi, kötü, mutlu, mutsuz, sıkıcı, eğlenceli ve bu gibi şeyleri kümeleyecek kadar bile bilmiyorum. Tam olarak nereyi kaçırdım da bir daha yakalayamadım olanı biteni... Kimse mi not tutmadı? Ben mi yazınızı okuyamıyorum?

Gözlerim de bana çok ciddi bir oyun oynuyor. Nesneler deforme oluyor ve gözlerim benden bağımsız, yerlerine sığmak istemez bir şekilde eşinip duruyorlar. Ben olsam ben de kendime sığmak istemezdim. O yüzden kızamıyorum. Öyle duruyorum. Bir zamanlar durmak, durabiliyor olmak ne iyiydi. Artık kaldıramıyor bunu günler, dünler. Kapılıp gitmek ne iyi olurdu oysa durduğun yerde. Gözlerinden uzun kıyı şeritleri, sonsuz günbatımları yakaladığın bir nefesin rengine kapılıp gitmek. Gidememek, kalamamak. Durmanın iyi olmadığı yerde hareket kabiliyetini yitirmek. Ve bu haline oturup "bile" ağlayamamak. 

Çok zaman öncenin, kendini bütün uykulara kazıyan kâbusundan çalınmış bir sahne bu. Çocukluğuma inelim doktor. Zaten çıkılacak bir yer de yokmuş. Geldim, baktım, hiçbir şey bulamadım. Bir kâbusu gerçek hale getirmekse olay ve o bir çeyrek yüzyıl sürdüyse sahiden vazgeçelim, çıkmayalım bir yere. Hatta elinizdeyse gömer misiniz beni doktor? Oksijensizliğin beynimdeki tüm yolları kapayışının ağrısı bir anlam bulsun. Toprak olayım. Deniz olamadığım yerde, bir de bunu deneyelim mi? Başım, gözlerim ve kaburgalarım ağrıyor ve artık ellerime inanan insanlar uzun yollardan dönmüyorlar.

Bir elmayı dişlemenin içimizi kamaştırdığı bir yer hatırlıyorum ama, hafızam orada da oyun oynamıyorsa. Şimdi sadece diş sızlatıp, on beş yirmi dakikaya iç yakan bu eylemi dönüştürelim hiç değilse diyorum. Bir arzu kırıntısı edinebilelim olmuş veya olduğuna inandığımız ya da düşlediğimiz şeylerden. Hem bir elma "yenileyicidir" çünkü, güzel bir adamın her seferinde söylediği gibi. Üstelik karpuzların kütürdeyip, kavun kokusunun eşsiz dudaklara yapıştığı anason aromalı sokaklar uzanırken şimdi, bir elma nasıl bir fazlalık yaratabilir ki? Birbirimize çok görmeyelim birtakım iç gıdıklanmalarını. Hiç değilse ihtimallerini. Çünkü attıramıyorum ben nabzımı. Yürüyemiyorum daha fazla. Bütün yollarım öyle yokuş ve yokuşların vardığı her yer öyle ıssız ki. Bir kıpırtı duymazsam artık çürürüm gibi. Mevsimi geçer gibi sonsuz bir sabırla beklediğim meyvelerin. Şehvetinin. Olduracaklarının. Doğurganlığının.

Bir şeylerin ölümünü karşılamaktan, yokluk karşısında özleme sabretmekten, yokluğun kalıcılığından emin oluşuma inat ne olduğunu bilmeden beklemekten, beklerken körleşmekten, görüşümü yitirmenin yönsüzlüğünden ve bunun ağrılı çaresizliğinden, çaresizlik paniğinden, tüm bunlardan, bunlardan, bunlardan biraz sıkkınım. Biraz fazla sıkkınım.

Bir ağrı kesici alsam, tutup da bırakamadığım nefesimin göğüs kafesime yaptığı baskı, kendimden bir türlü dışarı sızamayan sızı geçer mi? O da olmazsa, kazalım mı, gömüp de olamadığım bir kaç suyu ödünç alıp da sulayalım mı beni doktor? Belki borçla harçla da olsa bir avuç toprağa karışarak bir şeyler olabilirim.
Bu kez.