2 Temmuz 2015

sor kendine


Aniden bir telefon çalıyor. Gelmeyen yaza tohumlar saçılıp birkaç saniye içinde yediverenlerle patlayıp fışkırıyorlar kalp toprağında. Bekler oluyorsun zamanı. Hani şu ölmeyen zaman var ya, o bir anda mücevherleşmeye başlıyor. Beklemek anlamlı bir eyleme dönüşüyor. Bir yere ulaşacağını bilerek beklemek. Tüketmekten başka bir şey. Zaman, olanla bitenle çok başkalaşan bir şey.

Beklediğin, beklemekten gocunmadığın o an geliyor ve dünya bütün çığrından çıkmış haline inat dengesine kavuşuyor. Nabzın düzeliyor, içinde bir yer tamamlanıyor. Organını yitirmiştin ya, o yerine konuyor. Nefes alıyorsun. "Hayat" diyorsun. "Bu hayat..". "Peki o hayat niye böyle oldu..?" diye sormadan da edemiyorsun. İsyan eder gibi değil de, hatanı bulup telafi etmek arzusunu karşılayamamanın gamından. Bir buçuk metrelik var oluşunla kilometre çözümsüzlüğünün yanı başında öyle, hiçbir şeye yetişemez kaldığın için. Birkaç santim daha iyi gitseydi bir şeyler, zaman böyle duvar duvar, yollar böyle diken diken dikilmezdi sanki yarına.

Bekliyorsun. Ne kadar bekleyebileceğini bilmeden bekliyorsun. Bir ömür sürecek belki bu. Bir yere vardığında; varırsan, varabilirsen, o nefesi bırakıp mevsimi devam ettirecek hale geliyorsun. Bunu bilmek, bile bile yanmak, önce yana yana kendini bulmak zorundasın gibi. Ama'larla, ikircikli hiçbir şeyi taşımak istemiyorsun o varacağın yere. Öyle çetin zamanlarda öyle çamur sıçramışken her şeye, tertemiz, sahiden bembeyaz olacaksa, öylesi olsun istiyorsun.

Bunu, bu olur mu olmaz mı zamana karşı geri sayımlı bir mucize ihtimalini zamansızca, sonuçsuzca beklemek...

Ama beklemek bazen ve aslında sadece bunun için anlam kazanıyorken...

Yaşamak için ölmeyi göze almaz mısın sahiden..?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder