29 Aralık 2015

başta ve sonda*


Geride kalmak. İleri taşınamamak. Bir yerden sonra, tersyüz oluş. Yokluğun kendini var ederek sürekli ileri atışı. Biçim kazanan bir hiç oluş.

Zamanla ilgili  kestiremediğim alan hesabının neresinden el sallığım meçhul. Bir zerre olduğumuz bu doğurgan, fersah fersah toprağın kokusunu üstüme başıma bulaştırma çabalarım tahminen yirmiyi aşkın sene.

Akıyor. Durmadan akıyor. Kötü olan şeyler bile takılı kaldığımız anın üzerinden bir diğer kötülüğü aşırıyor. Engelinden zincirini koparamayan bir akış. Saplantılı.

Bak şimdi yine, bir bitişi  yeniden başlamak üzere kutlamaya hazırlanıyor evler, nefesler. Kızarık ve mahcup bir cızırtı halinde kimimizde zaman. Frekansının ince ayarını tutturamadığımız o hüzünlü şarkıların eve çağırışı...

Yorulduk, yorgunuz, yorgunduk. Tencerelerden reçel taşıramamanın, bir aşkını hatırlatan, aşkınla var olan güzelim domates kokusunu  kışa hazırlayamamaktan, memleket paketlerinin sarıldığı gazetelere sızan zeytinyağına darılamamaktan yorgunuz. Koynumuzu doldurmayan bir yaz güneşinin, kendisini yok edeceği  ana kalmamak için koşamıyoruz bile.  Bileklerimize bağlanmış mesaisi günlerin, günlerin ağırlık birimlerine sadakati.  Dudak kıvrımlarımızın dahi vazgeçişi hoş geldin sevincinden.

Üzerime örtülüyor zaman ama hissediyorum; bir şey de onu bir ucundan çekip sırtımın bir yerine kar yağdırıyor.  Sığamıyorum, taşamıyorum. Mevsimler mevsimleri, umutlar umutları bekliyor. O, kalbin bildiği "birkaç sonsuzluk anı" hiç uğramıyor semte.

Telefonlar ağız dolusu şikâyet için çalıyor. Hal hatır küfre dönüşeceğinden haberdar. Çağa atılan bir tokat arıyorum bazen. Mektup yazarak intihar ediyorum, iki kadeh şiiri eksik etmiyorum. Şiirden bir hayatın içinde çalkalanmayı hayal ettiğimiz kutsal zamanların bileğine kelepçeyi  takamamanın ah'ında sevişiyorum. 

Her şey düzleşiyor. Her şey tekrara düşüyor. Ve zaman böylece akıp giderken tükürüklerini saçıyor, her şeyin aynı olduğu yerde nasıl da başkalaştığımı görmeyişimin ileri düzeyde görmeyen gözlerine. Kendini yeniden doğuran doğayı tahrik edemeyişine canı sıkılıyor. Senden ümidi kesiyor. Ellerin de titriyor. Bir kalemin kendini yazamadığı yere gelişiyle dehşete kapılıp görmezden gelinen yapıyor seni.

İskelelere mi bağlanacaksın bu kez, sokak taşlarında sonsuzdan geri sayan bir sekseğe mi başlayacaksın, zihnindeki ciltli sarı sayfaları yakıp, durmadan kalpsizliğine mi ağlayacaksın. 

Pencerelerden belini sarkıtıp mahallenin çocuklarına salçalı ekmek yedirmek istediğin yere geldin. Bir şişe şarabı özleyebildiğin yere. Gözlerini kapatmaktan korkup, uykuyla karşılaşmanın  ilk randevu tedirginliği yaşattığı yere. Adımını her bastığın kara parçasında  gözlerini yere düşürmeye vakit bulamaksızın, koşar adım, kadın kadın dik durmaya çalıştığın.

Geldi. Yeni bir mevsim. Yeni bir yıl. Yeni bir ev. "Kendine ait bir oda". Başka türlü bir hayat. Başka türlü bir hayatın düşünü kurabileceğin gerçeklik. Zorluk ve çaresizlikle, sevgisizlik ve anlamsızlıkla terbiye edilen öylesineliğini soyunma zamanı. Kendi çıplaklığınla kendi bayırlarından ipini salmanın zamanı. Yormadan yorulmadan, görünürlüğüne dört mevsim gardrobu açarak ilerleme yeri. 

Hayal kırıklığının kalbine yapışıp kaldığı o mahallenin yokuşları bitecek.
Yeni bir güneş boyayacaksın; boyamalısın; kimbilir belki de sarı değil, pembe.
Suya şeftali sıçratan bir yansıma olacak üzerinde gerinen gökyüzü. 
Sonsuz bir öpüşme sahnesi edineceksin belki. 
Mutfaklardan yanık şeker kokusu yükselirken, ilk yazın flörtöz esintisine piyanodan aşklar dolduracaksın.

Biletini yanında tut, geliyoruz.
Geliyoruz kızım;
hayat geliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder