28 Şubat 2007

“Elimdeki kitap rüzgâr oldu. Sen geldin. Sevgilim dedim sana gürültünün içinden, etimle, ruhumla, sana bakarak. Zamanında, beyinlerinin ışıklarını bir ekmek parasına satan onca insan arasında, hürriyetimi ve mutluluğumu kaybettim. Ama gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… Dedim kendi kendime, seni sevdiğimi. Başım döndü ikimizden. Evvelsi akşam, o büyülü saatte.”

24 Şubat 2007

Dalgalara dolananlarla...

Damarlarından ılık ılık geçen kanın soluğunda sabahladım gece. Sabahın ayazında uykularını izledim uzun uzun. Sonu gelmeyen düşlerimin pençesinde, aynanın karşısında kalp ayışlarımı izledim. Ritimsiz bir vurgu topluluğu heyecanıma karıştı. Kalbim gökyüzüne uçacak sandım. Sakındığın cümleleri severken günbatımında, güneşin ufka değdiği noktada durup, rengini seçmeye çabaladım. Yıldızlarının yollarına döküldüğü bir gecenin sabahında içimde erguvani bir mutluluk. Yorgun geçen uykularımın bitmez kabuslarında açan bir bahar, kiraz ağaçlarıyla…

Belirleyemediğim derinliklerinde ayrıntılı mevsimlerine takılı kaldı gözbebeklerim. Dayanılmaz bir yalnızlığın üzerine şeftali kokusu, usuldan…

Damla damla akıttığım gözyaşlarımla açmış şimdi akşamsefaları. Renkleri gönlüme dokunur, hüzünleri karmaşamda boğulur. Neyi, neden yaptığımız bilmeksizin, sorgulamaktan kaçındığımız günlerin ardından bir tebessüm, soru işaretlerini bıraktım, büyülü kalsın…

Sevdiğin şarkıların, notaların eslerinde bir güvercinin kanat çırpışı kalbim. Beklenmeyene giden bir hediye olsun kendimden… Sabaha karşı, doğanın sıfıra indirdiği huzursuzluklardan uzak, yanıbaşında bir serinlik, içini titreten, hafiften…

Bahar kokusunda solan hüznünü ver diye geldim. Ellerinin ayasında açan bir güneşi göstermek istedim.

Yorgun, nefessiz rüzgârlarını alıp, seni kendinden geçirenlerle yer değiştirdim. İtiraf edemediklerimize saplı benzerlikleri dudaklarındaki tebessüme iliştirdim. Parıldayan gözlerinde bir okyanus akıntısı. Zamanın yer vermediği mutlulukları, onun kural dediği yasakları yıkmaya geldim. İzmir sahillerinde dalgalara vurdum, dokundurduğun coşkuyu. Dökmek istedim dizelere, yine yeni yeni baştan… Dudaklarımın aralığında usuldan bir ezgi, gönlüne dokunup düşlerinin dokusu olsun diye… “…denizini arayan akarsulara benzeriz/ pencereler bırak açık kalsın/ geceleri yağmurlar yağsın/ günebakan düşlerimiz/ yağmur sesiyle çoğalsın…”

19 Şubat 2007

mevsimin ne?

Nefesimden dökülen cümlelere takılı kalmış aklı. İnanmak mı istememiş renklerime, mevsimlerime?! Çakıl taşlarımı yakıp rüyalarına girerdim belki, mevsimim onunkine dönerse, bir gece yarısı... Uzakta ama yankısı yakın gelen bir tatildi onunkisi. Yüreğine vurduğu halatların arasından denize bir göz kırpış. İnsan tanımadığı yerleri, kişileri özler mi? Özleyebiliyor sanırım... Uzaktaki dağların dağıttığı aşk efsanelerine özenen bir yaşamdı bizimkisi, onları hiç yakalayamadan... Rengine ne diyeceğimi şaşırdığım derinliklerinde, kendime rastlamak şaşırtıcı oldu. Yılların ve yolların sakındığı yalın bir ilgi. Özlenmesi, beklenmesi gerektiği gibi... İsmine isim iliştiremediğim bir karmaşa. İçimdeki kaosun girdaplarında. İsimsiz bir mevsim ağacının iki meyvesi. Uzak, çekingen... Kaleme sığdıramadığım bir bahar coşkusu kalbimin hafif altında. Aynalardan kaçan bir mutluluk perçemi, hayata baktığımız geniş pencere önünde. Mevsimin ne? Yaz çocuğu musun sen de? Belki de güneş, seçip yollamıştır gökyüzünden gülücüklerini bize, ayrı ayrı renklerine... Elmde bir avuç kum, karşındayım şimdi, rüzgarların onları dağıtmasına izin vermemek üzere. Sende kalsın yarısı, belki bir gün... Tanımadığım bir şehrin tanıdığım ilçesine, içimden kopup giden deniz kokusu ve kalbine iliştirdiğim, anlaşılmaz duygularla kaplı bir avuç kumla... Biliyorum, sen de yaz çocuğusun...

6 Şubat 2007

karman çorman

saat 06.00

çılgınlığımın en üst seviyesindeyim

bağıra bağıra şarkı söyleyebilirim

"never again never again no more never again never again...."

trensetter ı seviyorum

çene çalmayı seviyorum

müziği seviyorum

yemek yemeyi seviyorum

kolayı daha da çok seviyorum

sabahlamayı seviyorum

tek başıma da olsa sabaha kadar oturup konuşmayı seviyorum

biraz sonra masanın ışığını söndüreceğim çünkü gün doğacak ona gerek kalmayacak

cevapsızlığın getirdiği ümitsizliği bile yer yer seviyorum bana beni bağışladığı için

gecenin bir yarısı içmeden sarhoş olmak, sokağa çıkıp bağırmak isterken...

kedilerin yorgun rüyalarında olmak isterdim..

bu arada "!f istanbul" 15-27 şubat arasında!!!!!!!!

bind chocolate izmire de şube açsın!!!!


bir fikret kuşkan filmi isteniyor!

betty boop un siyah elbisesi çok tatlı



bugün nemo'mla sinemaya didebiliriz ve belki hayat ikimiz için de dünden güzel olabilir...


siboşum bugün öğlen alsancağa didiyormuş

bu aralar iklimime kırmızı yakışıyor

gustav artık prense dönüşmek istiyor öpüyorum öpüyorum olmuyor =((

feci halde tembelim

izmir'i özlemişim...
















31 Ocak 2007


Basite indirgenmiş bir çeviriydi içimdeki tiyatro oyunlarının, müsvedde kağıtlarındaki gölgeleri. Cılızdan bir ışık yardımıyla, temkinli adımlar atmaya zorlayan bir ikinci ses kulaklarımda. Renklerini yitirdiğim bir haritanın çıkmazlarındaydım. Ovalarımda, dağlarımda iklimlerimi kaybetmiş durumdaydım. Ne şarkı söylenesi bir durumdu içimdeki(!). Hatırlayamadığım ezgilere, yitip gitmek üzere olan şarkı sözleri… “Sen içimdeki küçük mum hala sönmedin, yanıyor musun?...” Uzaklardan yakına bir işaret bekler dururdum içimdeki piyesin savaş sahnesinde. Gelsin beni bulsun isterdim, hiç bulmazdı… Verdiği birkaç güvenilebilir sözü de ezer geçerdi cevapsızlığı… Yitirir olmuştum rüya anlatan, düşlerine düş katan çocuğu… Rüyalarında da cevapsızdı belki… O kalbinin anlayamadığım yoğunluğunda, labirentlerinden sıyrılamaz şekilde, karanlıklarda, kör kuyularda yalnız başıma kalmıştım. Hiç içine alamadığı ‘ben’ koyuluklarında bile bir mum yakmaya çabalar olmuştu. Ona mavi yakışıyordu, garip ama sanki rengi o gibiydi…

Sana bir gün “Vur beni” demiştim. Mavileri oyacaktın, kaçamadın… Kızıla çalınmadı iklimler, kan revan içinde kalmadı düşler… Çağırmadın, geldim. Ağlarken görmedim seni, ağlamazdın çoğunlukla… Oysa benim mavilerim akardı, durmaksızın…

Şimdi zehir zemberek bir soğuk dokunduğum noktalar… Boyum yetmiyor bulutlara, seni de alıp götüremiyorum gökyüzünün çıkmazlarına…

Şimdi çıkmaz sokaklara saplı hayallerimle cevapsızlığından imgeler çıkarmaya çalışıyorum. Oturup bağdaş kurdum kalbinin kuytularında, duydun mu dudaklarımdaki ıslığı?... Duymadın… Sağır edici suskunluğun kesti geçti yine… Dudaklarımdan parça parça dökülürken ‘istediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa…’



**Fotoğraf: Kevin Abato/ Liquid Serenity

26 Ocak 2007

'düşlerim yaz gerçekler soğuk'...


İçimde sonu olmayan yollar, çözülemeyen soru işaretleri cirit atıyor. Bir çığlık hayata karşı içimdeki kapıyı zorlayan.. Yabancı bir misafir kilitlerimi zorlayan.. Mühürlediğim anların bekçisi kesimiş.. Renginden griye dönmüş gözyaşları.. Rengini ben bile unuttum.. Baharın habericisi çiçekler kalmadı zaten dallarda da..Bir bulut var kalbimin üstünde.. Ağladı ağlayacak sonra yağmurlar başlayacak.. Körfezde de dalgalar anlaşılmaz son günlerde.. Bir örtü vurmuşlar kuytularımdaki zamana
sepya..
sonra üzerine suluboyadan renk darbeleri..
şeffafa dönük..
bellir belirsiz..
küçük bir kız vardı zamanında
gözlerine en sevdiği rengi yapıştırmış
şimdi kayıp gidiyor gözlerinden rengi..
narin bir cam gibi kalbi ama kimbilir hangi çeliğe atılan yumrukları hissediyor
güçsüz yorgun
ama kapayamıyor gözlerini
rengini tamamen kaybetmekten korkarken..

**Fotoğraf: Kevin Abato- Lamp Post

22 Ocak 2007

Noktaya 'es'...

Yarım kalan bir şiir dizesiydi dudaklarına ilişen koku… Elindeki sıcaklığın uzantısı ılıktan ılığa bir yaz akşamı. Vedasında çerçevelenen gözyaşları hep göz hizasında… Kızılından kızıl çalmışlar bir perşembe sonbaharında… Nefesinin kuytularında çırpınan aktan bir güvercin. Salamadığın özgürlüğünde boğulduğun hıçkırıklar… Benim sustuğum senin soluduğun, kaldırımlarda biten renklere nazır… Laciverdinin koyuluklarında kaybolan bir kutupyıldızının dudaklarından dökülen öpüşlere yazılmış şiirler. Malzemesinden mi çalmışlar aşkımın?! Unutulmuş bir konak gibi gözlerinden bana akan hareler.. Harelerinden önüme uzanan uzun çizgiler, kesik kesik.. Goncalarına serptiğin, teninin kokusunda susan süt beyazlığı. Vişneler saçtığın dokunuşlara mühürlü, geceler… Ayın soluğunda yok-olan bir tılsımdı gülüşlerin. Bir bardak suyun mu gölgesinde yakamozlar? Menevişlerin dokundurduğu renklerde kaybolmuş dakikalar.. Ellerinden akan bir yaşamdı sinema salonlarına kilitlenen.. Belirsiz boşluklar vardı cümlelerimde, darmadağınık duygularımın mirası...

Birkaç yarım şiir birkaç belirginliği yitmiş şarkı.. kaybolmuşum bilmediğim bir şehrin sokaklarında . Oysa burada her sokak denize çıkardı, denizimi yitirdim. Suladığım çiçekler rengini yitirdi…

Bu bir veda değil sevgilim..

Sev-gi-li-m...

Bu susuştaki konuşkanlık belki beni sana, sonu olmayan sokaklara bağlayan. Sepya bir örtü vurulmuş düşlerime, üzerine suluboya fırça darbeleri..

Git diyemez ki bir yanım, kendimi sende bulmuşken, uykularını izliyorum sonu gelmez gecelerde.. Huzurlu gerginliğinin eşiğinde, karanlığa çarpan soluğunda ertesi gün planları…

Bu bir veda değil…

Bir gidiş kalbimdeki kakaolu ülkelerden…

Sana uzanan bir masal…

Masalına kilitli renkler…

Renklerine mühürlü tonlar…

Tonlarında doku…

Dokunda bir es…

Teninde koku…

Noktaya bir kala bir virgül…

Sürmeli gözlerde bir yaş…

Dudaklarda bir çilek tadı…

Ve kalemdeki kurşunun kokusu…

Ve bir sevda çığlığı…

Nokta…

Bir Lâl Masalı

Bir adam sustu, bir kadın sokundu. Güneşin içinde karanlık kayboldu. Yeni bir çığlık eklendi hayata, kalbinde küçücük bir gamzeyle. Yakın tonların sentezinden miras.. Yeni çığlık savunmasızdı, güçsüzdü, ulu dağlara bakamayacak kadar küçüktü. Masalındaydı ömrün ve dokunuşları bir renk cümbüşüydü. Periler, prensesler, ışıltılı oyunlar ve parlak yarın düşleriyle bezediler gözbebeklerini. Prensini arar oldu kızıl gelincikler arasında. Ve bir bulut gördü uzun , parlak saçlarının gölgesinde, bulut ağladı, gözyaşları gamzeye değdi geçti. Küçük çığlık silmek istedi gözyaşlarını ama küçücüktü elleri, yetemedi… Gamzesi küstü gelincikler ardındaki renklere. Ve gece oldu. Yıldızlardan düşlerinde bir perde vardı şimdi. Umutlarına ve masallarına eklenen bir karaltının eşiğindeydi. Yetemedi. Sihirli tozlarını saçamadı. Gördü. İlk defa gördü. Şu dönen dünyaya hep güneş düşmezmiş. Hep sabah olmazmış ve elleri büyük değilse ışıltın görünmezmiş. Küçük çığlık ilk kez gerçeğine dokunmuş ömrün ve ilk kez çığlık atmış içindeki gamzenin yansıması…

Yıllar, yollar sonra bir gül bahçesinde umudunu yeniden kazanmanın yanı başında durmuş. Küçücük elleriyle bir solgun güle nefesini bırakmış. Tüm güller aralarında fısıldamaya başlamışlar ve bir şarkıyı mırıldanmaya… “…yollarımız hiç kesişmemiş şu eylül akşamı dışında…” Güllerin dudaklarından dökülenler gamzeye değmiş ve küçücük bir gülümseme yollamış uçuk pembe dudaklarına. Dudaklardan solgun güle bir öpücük değmiş, tüm güller birbirine dolanmış ve tek bembeyaz bir gonca halinde, küçük çığlığın ayaklarının dibine düşmüş. Minik parmaklarını dokundurmuş goncaya ve pembe dudaklarını bir kez daha değdirmiş. Kıpkırmızı bir güle dönüşmüş gonca ve fısıldamış “.. senden başka kimse yok içimde…” Ve bir gülücük daha dokunmuş. Işıldayan gözlerini kapamış küçük çığlık ve içinden usuldan bir dilek tutmuş “Masalıma masal kat..”. Dileğini dilerken, utangaç, nazlı nazlı kıpırdayan şeftali kokulu dudaklarında kadifemsi bir yorgunluk bulmuş. Araladığı gözleri, prensinin gözlerine dokunmuş. Ilıktan bir mevsim şeridi… Masalına masal katılmış ömrün. Ve bir bulut uzaktan göz kırpmış, gamzesi gülümsemiş. Yine yeni yeniden bir adam susmuş, bir kadın dokunmuş, güneşin içinde karanlık kaybolmuş. Yepyeni bir çığlık eklenmiş hayata…

2 Ocak 2007

2 Ocak 2007

Umutlarıyla bezeliymiş ömrü. Bulutların mirası, kar tanelerine sarılıymış gönlü. İçindeki bitmez yollar, aşılmaz duvarlar kuytularına saplı goncalarda hüküm sürermiş. Ayrılıkların sonunu düşününce güneşe uçmak istermiş. Bitmeyen yılların, özlemini kırbaçlaması, birkaç mısra gibi süzülen gözyaşlarına sebepmiş. “Sen hiç sensiz kalmadın ki, mevsimleri saymadın ki…” Dudaklarından dökülmeyen, yüreğinde bir kurtarıcı bulup da, yollara düşemeyen ezgiymiş. Kavurucu bir yazın eşiğinde, gönlünde kristal kar taneleriyle, kapıyı çalmaya utanan küçük bir kız çocuğunun şeker beklentisi gibi… Gezdiği ya da bildiği şehirlerin kıyısında, kalbinde gümüş labirentlerle… Sokaklarına rüyalarını katmış falcı kadın ve susmuş gecede… Tahminlere sarılı ömründe yalnızca bir kaç gelincik… Ne demişti geçmişten gelen bir sevdalı ses ?! “Saçlarına kan gülleri takayım/ Bir o yana/ Bir bu yana…” Güllerine dökülen kanında kızıla çalan bir yorgunluk… Yorgunluğun ötesinde adımlarına çalınan bir yoksunluk… Süregelen bir akşam vaktiydi kuytularındaki zaman… Güneşini kaybeden bir yaz çocuğunun sevdalarına mühürlü yaldızlar… Uzun siyah saçlarından yağmur taneleri gibi akan umutlarına tutunan gelecek olasılıkları… Kabuğunun içinde sürüp giden ayrı bir yaşamdı kuytularındaki… Zaman denilen uçsuz bucaksız saatin akrep yelkovan kovalamacasındaki engellere takılı içinden akıp giden “nakarat gibi yağmur”. Pencereleri döven ıslaklıktaki soğuğun bıraktığı buğu da sustu pembeleşmiş gülüşler. Yatağının altına her gece yarısı gizlediği eski defterinin sararmış sayfalarından dizeler pusuda, sokakların yağmurla –bulutların gözyaşlarıyla- yıkanışını izleyip, parmaklarını soğuğun nefesinde gezdirirken…”Yokluğun cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini…” Şiir gibiydi sevmeleri, yelkovanın engelli koşusuna benzemezdi. Gecenin, yıldızlarla yıkanışı gibiydi… Ölümün tartışılmaz kesinliği, yazın yadırganamaz sıcaklığı gibi… Dokunduğu yere kızılından gelinciklerini bırakırdı, bir valsin en coşkulu anı gibi… Tangonun tutkusunda kızarırken… Bir yaz sabahına gebeydi düşleri ve dudaklarına ilişen tek bir dize “…haziranda ölmek zor…”

30 Aralık 2006

2007'ye 1 kala...

Sanırım birden fazla kişiye söylemem gereken bir cümle: Özür dilerim....


=)))))))))))))))))))))))))))))))))))))))))))

Her şey bir yana 2007 herkese dilediği yaşamı ve düzeni verir umarım.. Özellikle yeni bir hayata ve akademik konuma adım atacaklara, yeni bir sistemde yaşayacaklara, yeni gelişmelere gebe durumlara ve her şeyden önemlisi yeni hayatlara şans, mutluluk, sağlık getirir... Hayatın herkese tüm güzelliklerini sunması dileğiyle...


Herkese mutlu yıllar, iyi bayramlar..

26 Aralık 2006

İçimden gitmek geliyor... Çok uzaklara, başka denizlere, başka şehirlere... İzmir bazen o kadar çok yüklüyor ki ağırlığını, mıhlanıyor rüzgarları içime içime... Bu şehir o kadar saplıyor ki bazen kendini, yüreğimden bir şeyler paramparça oluyor. Uzaklara gitmek istiyorum... Uzaklaşmak... Bir kaç damla gözyaşına tutundu umut...

24 Aralık 2006


Yakamozuna mühürlü bakışlarındaki yaldızlar saçıldı her yere. İçimdeki aşılmaz(!) duvarları kırdı geçti. Seni bana kelepçeleyen bir kaç damla gözyaşı, maviliğimden, bıraktım gitti.. Samanyoluna iliştirdiğin ılıklığından yansıdı gece, harelerime. Sensizliğin sınırında, seninle kaplanan karanlık... Uçsuz bucaksız vadilerin ortasında goncasını arayan bir bulut kümesi bekler gözlerinden akıtmak için damlalarını... Aksın goncasına, kızarsın gonca, gül olsun, gül-sün bulut... Silindir bir beyazlığın maviye çalan koyuluğundaydı gün. "Sen güldün, ben öldüm" Dakikalarıma mühürlediğin renklerinin tonlarında... Genç bir kadının rengindeydi hayat, nar çiçeğinden koyuca. Mısralarına sığınmış kuytularında. Dilinde ufaktan bir şiirin dizelerini mırıldanır "İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü kimse bilmesin..." Dayanılmaz bir ağrının bilmediği coğrafyalarında dolanırken...
21 Aralık 2006-Perşembe/ 12.20

17 Aralık 2006

..Her durakta duruyor, inmiyorsun...

İçimde dumanların ardından birbirini seyreden kuşkular ve birbirini kovalayan bekleyişler sarmaş dolaş.. Birbirlerinin önünde eğilen sıra dağlar yol vermiş güneşin parıltılarına… “Adın ne?” dedi uzaktan bir ses, adının suya yansımasıyla gümüş çizgiler koy ki hayatına, seni sen yapsın hayat, sen onu izle ki benliğinde yer bulsun gözyaşların, umutların.. Senin elindeki bir kırmızı kurdeleye takılı sözleri kat önüne, yolları aş sular değsin yüreğine, bırak değsin sular kuytularına.. Uzakta bir ele selam et, et ki al yansımanı renklerden… Gözyaşlarından fışkıran renkleri kat ruhuna. Sus.. Sus gecede, sessizliğin dolaşsın bedeninde.. Birbiriyle sevişen sarmaşıkları dolandır bedenlerde… Gülümsene sebep gülüşler yakala.. Onlardır gönlüne umut koyan, onlardır yarınına yarın katan.. Sende ve bende mühürlü öpüşler…

Bugün içimde şarkılar şaha kalkıyor, nedeni belirsiz kıpırdanmalardan.. İçimden sadece gitmek geliyor.. Uzaklara… Alıp başımı gitmek istiyorum.. Dünyanın yükünü bir yana bırakıp, bilmediğim yerlere… Hayata mola vermek değil, hayatı görmek için belki de… Sıkıcı bir düzene takılı soluklar bizimkisi… İçimdeki, kocaman bir uçan balona benziyor kimse ulaşıp da patlatamıyor… Hatalarımı ya da pişmanlıklarımı yüzüme vuran birkaç silüetten başka gözlerimi açmama engel yok..
Sıkıcı bir pazar gününün en bunalımlı dakikalarındayım.. Önümde birkaç zorunluluk, bitmeye yaklaşan bir gün, kocaman bir sıkıntı hüküm sürüyor…. Pazarlar neden insana kelebekler saçmaz?! Pazartesi yüzünden değil bana kalırsa… Bir bitişten çok, bitişi kasvete dönüştüren bir ağırlık… Şu an sadece gitmek istiyorum, uzağa… Nefes almak, soluğuma anlam katmak için…

15 Aralık 2006

Nemosu Kuzusuna yazı da yazarmııışş!!!!!!! NEMO- ŞİREK- DİDİKO üçlemesi

"Kuzum'a...
Mor; bu kalemin rengi, Didikom
un hayat felsefesi
Yeşil; BEN... Didikomun dostu (kardeşi), Nemosu, bıdığı, afacanı
Mor ve yeşil = ayrılmaz ikili tıpkı Gaffurla Burhan gibi
...
Mor ve yeşil ayrılamaz... Sor bi neden? Çünkü çiçeksiz bir bahçe, noktasız bir cümle, kolasız bir patates kızartması, kumrusuz İzmir, ediyle büdü, pidesiz ramazan gibi bir bütündür adeta... Aslında bunlar ortalarda yerden bitme boylarıyla fıldır fıldır dolanan, kahkahalarla karnını doyuran (para yok bu aralar, naabalımm), bidik oldukları için opotüs şoför amcaları, kantinciler, taksiciler vs.vs.... tarafından azarlanan, kedi-köpek gördükleri yerde garip sesler çıkaran (bu aslında çok sevdiklerini belirtiyor), vapurlarda tek akıllı onlarmış gibi kaptan amcaların yanlarına kadar çıkıp buz gibi ayazda müzik dinleyen (alakasız müzikler), ayaklarını dans ettiren, derinnn muhabbetler yapan, foto 1 ytl yapan, insanlarla uğraan, senaryolar yazarak kendilerini korkutan, en yakın arkadaşlarını haince kekleyen, birbirlerin bayıltıncaya kadar gıdıklayan, ders çalışıyoruz gibi gözükerek aslında birbirlerinin defterlerini geçiren (bunu vapurda yapıp msn de daha çok muhabbet-geyik yapan), aynı dertlere sahip olan, birbirlerine en garip, en saçma ama en komik isimleri takıp, espriler yapıp dalga geçen, hayatını yollara adayan, öğlenleri 'salata- light coke' birlikteliğinden vazgeçmeyen, msn'den birbirlerine ne giymeleri gerektiğini söyleyen, 'eşek, sıpa, sıpanın önde giden giden eşşeği, ulaannn nabıosun, kısımmm ne diyosun sen arızalı mısın' diye saydırıp buna kırılıncaya kadar gülen, sanki 'potansiyel keş'lermiş gibi sürekli içmeyi planlayan... Bazen çılgın, bazen duygusal, bazen psiko, bazen asabi, bazen şımarık, bazen depresyonda, bazen 'muhallebi kıvamında', bazen cıvvık cıvvık, bazen ciddi, bazen dünyayı kurtaran adamın evlatları, bazen cesur, bazen korkak... Tırsıtıcı, tırsınç, üşürlenen, 'tete' ve 'sarmısak' larından vazgeçmeyen, kimliği belirlenemeyen , ismini vermek istemeyen 'bir şey'ler. Bunlar yetmiyor, sanki bu ikisi az.. Bir de başlarının tatlı, dev gibi bir belaları var. Kim mi o? ŞİREK.. Aslında Shrek ama traditional man olduğu için 'şiirek' denmesini tercih eden, playstation manyağı, her şeyden anlayan ama ilgi alanını daha başka (!) yerlere yönlendiren ancak ve ancak (<=> ) bütün 'şirek'liğine, 'activelora'lığına karşın bizim yanımızda olmasından mutluluk duyduğumuz, (galiba bize katlanabilen nadir insanlardan, ondan benimsedik), bazen duygusal, bazen uykusuz , bazen sataşık, bazen komik, bazen ciddi, bazen bizim kıvamda (muhallebi yani), bazen hacker, bazen gıcık ama her zaman iyi niyetli tıpkı biz gibi... Bu 3 kahraman tek bir ortak noktada birleşiyor (Aslında ortak nokta çok da, en önemlisi bu).. 'Milka beyaz sütlü ÇUKULATAA'... İşte hayatın anlamı, 3'ümüzü de bu şifreli sözle kandırabilirsiniz... Bir de bu yazıyı Deniz'imin gönlünü almak için değil, gönlümü paylaşmak için yazıyorum. Daha da çok yazardım ama şu gazla kitap bile çıkarmaktan korkuyorum... (Parçada adı geçmeyen kahramanlar da var ama bu 3'ünü almak zorundaydım.) Sizi seviyorum ben ya.. 'Şirek'siz ve 'Didikom', 'Kuzum', 'Cincinim'siz (Tabii bu son üç kişi aynı kişi oluyor) bir hayat düşünemem.
Sevgilerle S.Gül
saat: 04.08
Dört yüz sekiz
Fr 15/12/2006---------------> Vee yarın 7'de kalkıcam :( :) "


DİDİKO'DAN CEVAP:

Sinemim gülüm önceliklee saat esprisinii kullandığın için teşekkür ederiiim, o önemli bir mirastı bana, gözlerim doldu görünce :)))
Ve kısa ve öz cevabım şudur:

DİDİKONUZ KURBAN OLSUN SİİZEE (NEMO & ŞİREK)!!!!!!!!!!!!!!

nemocum senii öperiiim!!!


şireeğim seni de öperiiim!!!
***kuzu didikonuz sizi öpeer!!!





12 Aralık 2006

gece yarısı şarkısı

Hangi taşı nereye koyacağımı bilemiyorum kimi zaman... İçimdeki deniz, dalgalarını savuruyor kuytularıma, geriye kalan köpükler öyle bir yontuyor ki bazen içimi, kelimeler anlamsız, sesler yetersiz, renkler sönük kalıyor. Kararsızlıkların, ikilemlerin perdesinde oynanan bir tiyatro eseri sanki hayat... Yeni oyuncular giriyor her yeni doğan günde... Yeni maskeler kovalıyor birbirini... Bu arada köpüklerin saçıldığı her noktada ayrı bir gelgit... Med cezirlere dayanıklı mıdır bünye? Kimbilir.. Mevsimlerin hepsini yaza çevirsek, başka bir coğrafyanın başka bir sahnesinde oynasak oyunu sonra sussak sadece sıcak kalsa geriye, benden ne bulurdun ki, sana seni verecek? İçimden akan ırmaklarda mühürlü bir kaç damla fısıldadı mı kulağına şarkıyı? Ben duydum da ondan soruyorum.. Belki paylaşırız diye.. Ama düğümler çözülmüyor ki.. Her gün yenisi, bir yenisi daha ve son... Sözlerden geriye düşen bir tutam perçemin ardına mı sakladın büyülerini? Benden alıp büyüttüğün saksı çiçeklerinin arasında ufaktan bir hercai menekşe vardı, görmedin... Ondaydı bana bıraktığın her dokunuş.. Fısıldadığında duymadın, ama ben duymuştum... Gece olmuştu ve saat 12'yi vurmuştu.. Şimdi gider Külkedisi onu arayanı kaybedip, düşlerine saklayarak prensini... Artık masallarda camdan ayakkabısını aramıyor Külkedisi, ona güneşi versin prensi sonra bırakalım gece olsun, saat 12 yi vursun...


8 Aralık 2006

Nemo'ma...


İçimde kocaman bir boşluk var... Sanki gökkuşağının renklerinden birini kaybetmek üzereyim... O kadar belirgin bir kayıp ki, yerine doldurabilecek hiçbir şey yok sanki, ne yıldızlarım ne ufak tefek büyüler, parıltılar... Sanki Gargamel'in büyüsünde bir malzeme eksik gibi.. Benim de hayatımda bir renk... Şarkılardan notalar çalınmış gibi.. Yeri doldurulamayacak boşluklar, yerine başka renkler koyulamayacak kuşaklar, değiştirilemeyen melodiler... Korkuyorum, uzaklıklar gözümde, teker teker aşılamaz duvarlara dönüşüyor.. İçimdeki en büyük zenginliği kaybetme korkusuyla soluklarımı sıkıyorum.. Gitme küçük balık, gitme...



3 Aralık 2006

bugün orada da cumartesi mi?

Haftasonu programı:

cumartesi: yol-okul-kantinde kinder surprise-yol-insanlık dışı insanlar-yol-ev-yol-gezme-çok gezme-alışveriş-çok alışveriş-renk-bol renk-yol-ev-mama-az buçuk tv




pazar: uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-mama-mama-mama- mid-term öncesi stres-bıcı-uyku-uyku-uyku-uyku....

28 Kasım 2006

21 Kasım 2006

Hiç inilmemiş bir kuyuydu dehlizlerimde zaman. Karanlık, ıslak, kuytu.. Güneşin kendini nazlı nazlı dokundurduğu bahar sabahlarının, gölgeler ardından cilveleşmesi…

İçemediğim suların güzelliğine takmıştı gözlerini… Susayan şehirler ve insanlardan uzakta. Yarıda kalan bir yürüyüşün sayılı adımlarına gizlenmişti derinliklerindeki mavi. Deniz ve gökyüzünü birbirine dolamıştı ressam, bilmeden tablosuna gözlerin saplanacağını.

Eski bir filmden kalma kareydi, öpüşler. Kuytularımda cirit atan heyecanlar… Seni nazlanan ritimler, coşkuyla ürpertiyle dolduruyordu gönlümü. İlkokul sıralarından kalma ucu yırtık çizgili defter sayfasına karalı birkaç mısrada…

Dünümün ve yarınımın çıkmazlarında, gözlerimden dökülen birkaç damla aşk, geride yalnızlık var. Coşku dolu konvoyların ardından sürüklenen bir dalga, puslu…

Ezemediğim birkaç filize yüklenmiş özlem.. Senin sustuğun, benim soluduğum sahnelerdi. Senin geçtiğin, benim kaldığım… Ömrümün menekşe kokulu arnavut kaldırımlarına yüklediğim seksek oyunu..

Senin soluduğun, benim soluğumu tükettiğim…

10 Kasım 2006

"o günbatımında karanlığın bu kadar uzun süreceğini hiç birimiz bilmiyorduk..."

Bir takılı kalmışlıktı, gözbebeklerine çakılı zaman. Senden gidenlerle benden aldıklarının toplamı bir koca dört mevsim. Renklerini yitiren akşamsefalarının alamadığım kokusunda yaşlanan geceler, yaşlanan gözlerle. Bir damla, fazlası sellere karıştı...
Çoktan işlemeye başladığın cinayetin oyasına takılı kalmış, ölümünün ahşap kapısında bir aralanmışlık... Sürüklediğin aynaya çakılmış renklerin. Aklını oynatan bir mavilik, saçlarına goncalar taktığın kadının gözleri.
Bende akşam, günün dayanamadığı sınırlarla kaplı. Yoğunluğu 'kavuniçi'ye çalar, söyledikleri usuldan bir şiir, seversin sen de 'Ben Daha Ölmedim Anne'... Değişmeyen bir ses kırıntısına takılı kalmış düğümün.
İçini acıtıyorsa hayat, gözyaşları yakıyorsa kalbini yıldızlardan bir geçit var gözlerinin erişebildiği en yüksek noktada. Sana gösteriyor sırrın, çözülmemişliğin saklanan perdesinin ardından kutupyıldızı...
Suya yazdığım yazıların sağlamasıydı dokunuş... Renklerin birbirine dolanıp içinin ılıklığına ılıklık katması... Parmaklarının ardından uçan bir hayata yüklüydü gözbebeklerin. Sustum, gecenin yorulduğu, şehrin susadığı saatlerdi.. Ve sadece izledim gökyüzünden, gözlerinin ulaşabildiği noktadan, hayatı ve ardında bıraktıklarını, çığlığı...