27 Şubat 2011

Binlerce...



binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların

Turgut Uyar

..İlişik... Ucundan tutarak.*

..İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin
Gökyüzünü sahipleneceksin
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O, benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin
Mesela gökkuşağı senin olacak
İlle de bir şeye ait olacaksan,
Renklere ait olacaksın...

Can Yücel

22 Şubat 2011

düşe'yazmak.

Nehirden geceler vardı, tendi, sesti, düştü; yol oldu. Usun köprülerine mum yakan iç ateşine ad koymazken, içimizin güneşlerinden doğurduğumuz çocuklara aşklar biçiyorduk. Hatırlamamı istediğin mevsimin adı bir damlaydı, bir saç örgüsü, bir kova kum, bir hayat.. Benim kelimeler dizdiğim hayalleri çevreleyen sular akıyordu senin yarınlarından. Belki de üç güzel ömür dikiyorduk, gün doğumlarına yaslanan martı çağrılarıyla.
Sesimin yankısını sever gibiydin o mevsim, öfkeye atılan baharatıyla kırgınlığın... Sonra benim boş duvarları sevmeyişim gibi sevmeyişin vardı tonsuz uykularımı.
Uykularımı uyumadığım bir başka aydaydık ve belki de en büyük seldi bu; temmuzun ağustosa gözyaşlarında boğularak yağışı.. Oysa ortasında şeker çalabiliyorduk günlere.
Bir gece, eylüle ramak kalmışken, topuklu ayakkabılarımla bırakmıştım ben kendimi sarılığına, ormandaki nemin. Ağustos böceklerini sinir eden bir florasan altında döndürdüğüm varlığım, yüksek dozda kırgın bir beyazlıkla suçlanıyordu; bileklerimde kan, bileklerim yaralı.
O gece ellerimin tutmadığı bir kalemle mektup yazdım sana, hayır sakın arama. İçimin sesleri sana nasıl ki hiç kaybolup da tesadüfen ulaşmıyorsa, yine olmadı..
Kendimce sağımı solumu bildiğim bir şehrin gecesinin terinde, yosma bir bulantıydı kayboluşum. Zehir yeşilini hatırlıyorum ormanın, başımı çarptığım bordür taşının tozunun arasından.
Gönül verdiğimiz bir dilin inciden sözcükleri gibi saçılıyordu ortalığa zamanımız..
Yapış yapış bir sıcak, sımsıkı sarıyordu telâşlarını gönlün. İzin kâğıdı olmadan içeri aldıklarımız, tuhaf bir sadakat eklentisi eşliğinde aklımızdan, kalbimizden sınır dışı ediliyorlardı.
Çaresiz dönüyorduk başıboş yalnızlığımıza, çaresiz kalıyorduk kilometrelerinde acının..
Hiç bilmediğim bir omzu vardı senin gidişlerindeki koltuk numaralarının ve hiç buğusunu tatmadım ben o camlara parmak izi bırakışını, coğrafya değiştikçe..
Ben ki her sevgime ne biçeceğimi bilemeden bir kuş kanadı veya bir ağaç adı, olmadığında bir bahar yaprağı bıraktıkça çoğalan bir avuç suyken, hangi sevgimin tuzunda kavrulup kendime isim buldum, hiç bilmedim...
Çalkalanan bir morken gece dudağın kıyısında, gözlerime vuruyor körfez. Yanan bir gemi gibi vedalar, gözlerim bu başlangıçta ne renk?
Şimdi bir sokağın yokuşundan bırakır gibi, bırakıyorum incinmiş bileklerimi, o yaz gecesinden eksik kanla.. Kanayan pek çok yarayı doldurduğum çantayı kaybetmek istiyorum, kaybolacağına inanır gibi. İnanır gibi...
Zakkumların rengine gülümser gibi ya da.., hangi yaza karışacağımı bilmediğim bir kışta...
Bilmiyorum geçen ne, bilmiyorum salıncaklara oturttuğumuz güzel isimlerin hangi oyunda dizlerini kanattılarını..
Tutuşmayan bir kuru ot parçasından yeşil diliyorum bahara; kapıda, yeniden, neredeyse inanacak gibi...

21 Şubat 2011

Gökyüzüm ol...*

Gece gündüz bana birdir ah güzelim
Çünkü gözlerim hep kördür
Kanatsız kuş olmak zordur ah güzelim
Denize varmayan ırmak..

Gör beni, gör beni, gör, gel gözüm ol, gör beni
Sar beni, sar beni, sar gökyüzüm ol
Uç beni, uç beni uç, yavru kuş ol, uç beni
Geç beni, geç beni, geç kanadım ol..

Bırak uyusun şu deniz kanatlarımın altında
Gel gezmelere gidelim biz bulutların asfaltında
Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda
Ben kendi yoluma gideceğim, güneş kendi yoluna

Takıldım gittim peşinden ah güzelim
Bir gemiydi benim sevdiğim
Yelkeninde bir beyaz gül ah güzelim
Dumanında sevda sözleri...

Nadir Göktürk

20 Şubat 2011


"..Güvercinlerimi anlattığım yazıyı sana göndermek istedim; sana dokunmak istedim, ince uzun küpelerim sırtına değsin istedim. Açık, gergin ve güçlü bir şey bu. Aşksızlık dansa yenik düşmektir. Giyindim, hava çok sıcak..."

fotoğraf: Lissy Elle

18 Şubat 2011

..İçinde denizle, balıklar...*


Dün, sevdiğimiz, tavanını sarmaşıkların sardığı, yeşil ve sarının ve kül rengi bir sıcaklığın her yerine sindiği, sıcaklığın ahşaplarına dokunduğumuz o yerde, tozlanmış bir kokoloz gördüm ve onu temizledim. Kıvrımlarına ışık değdikçe değişen, vizon ve krem renkleri parladı. Oraya oturanlar, ona dokunmaya, onu kulaklarına dayayıp uzak denizlerin sesini duymaya çekinmesinler istedim. Mucizelere inansınlar, uzakları yakın yapan denizlere...
İsmini ve kelimelerinin dizilişini hatırlamadığım bir yazar "Deniz kabukları, denizin kabuk bağlamış yaralarıdır." gibi bir cümle yazmıştı, o geldi aklıma.
Onun tozunu atıp okşadıkça, yaraların öpüldükçe iyileştiğini anımsadım çok uzun zamanlar sonra... Hafızama düşen bu cümleyle onu temizledim, sonra ellerimi duvarın keskin dokusuna bastırdım. Acıyı duyumsamak, kalbimdeki ağrının tenime nasıl seslendiğini duymak için. Ellerim sıvası dökük, soğuk bir taş duvarda gidip gelirken, tutmak istedi. Bir anda "Babanı çok seviyorsun..." dediği gibi, hissetmiş gibi ellerimdeki eklemlere taşınan acıyı.. Sevdiği bir kadının bir filmindeki gibi olsun istedim ellerimdeki yaralar, o kadar mavi olsun kalbim, ömrüm öyle güçlü. Sessizliğimin yankısı boşluk olmasın diye.. Daha iyisinden öte, daha ben gibi kalmasını istedim sözcüklerimin. Sözcüksüzlüklerimin. Sonra akşam oldu, şarkısı olanlardan bu kez. Denize ve çimene düşen karanlık daha mı çok okşuyor içimi bilmiyorum ama, bu gece uzun zamandır dinleyemediğim bir şarkıyı dinlemeye gücüm yetti.

fotoğraf: #underwater

17 Şubat 2011

On Yedi. Su.

Bir gün, bir uzun gün hep denize baktık
Miller ve ağırlıklar bitti
Gelip geçmeler bitti, gemilerin
Beyaz ve kocaman gövdeleri
Gözün kahverengi suyuna geldik.

...

Bir gün, bir uzun gün bir aynanın önündeyim
Kirpikler ve saçlar bitti
Gövdem duvara sürte sürte inceltilmiş bir nesne gibi
Dalgın ve uzun
Uzun ve sisli
Ben ki gövdemle tattım gövdemi, iyi bilirim
Bir hurma, bir başdönmesi
Kokusu başdönmesinin
Güzel kaplar aldım bu yüzden, ne kadar güzel kap varsa aldım
Bilmek için suyumu
Ve hazırlıklı değildim ve bildim
Ben suyun bir dakika durduğu
Durunca boğulduğu bir yerdeyim.

Bir kilimi sermek kadar güzel ne var
Sonra püsküllerini düzeltmek kadar
Ya sofraya dilim dilim kesilmiş bir domatesi koymaktaki görkem
Kamyon sürmek yükünü bilmeden
Ve ikimiz bir akşamüstü sırasında

Ve akşamüstünün Anadoluya giden bir otobüs gibi kalkması sırasında
Dağlarda, tarlalarda, köprü altlarında
Sazların, taşların, yosunların arasından geçerek
Bir akik gibi yansıyarak hem de
Kırmızı bir karpuzun doğum sancısına
Su akar ben akarım
Ben akarım su akar
Vakit yok bakışmaya

Günlerden suya.

Edip Cansever

15 Şubat 2011

Gündüz Kokusu

Kaç gün oldu suya bu renk düşmeyeli ve ben sana, şu yapraklarının kenarı ilkokuldan kalma bir dağınıklıkla kıvrılmış defterin, bir çizgili bir çizgisiz sayfalarına suyu yazmayalı...
Bu şehri gerçek yapan şu körfeze bırakmayalı renkleri; kilometrelere yayılan bir umutla, karşılaşmanın olasılık hesaplarında kaybolduğu bir düzlemsizlikle...
Kaç güzde bıraktık kahverengiye sarı çalmalarımızı, kızıldan şerbet gibi damlatmalarımızı, alevlendiğimiz tatları ve bir maviyi.. İsmini verdiği hikâyeler kadar hatırasıyla, harflerin yan yana gelişi kadar öylesine ama mayhoş..
Sessizliğimizin terzilerinden şiir atkıları almayalı...
Boynumuzu öpen bir şubatta kristal akıtmayalı göğsümüze...
Şimdi toprağa değmiş avucun yokluyor zihnimi, kırmızı taneleriyle çocukluğunun... Ve güzel bir kız gibi zaman, saçında pembe gerbera...
Son sayfalarında hüznün, bir bulut bırakıyor kalem.
Ellerimin neminden dökülen bir yağmur mu gelişin..
Gelişin. Gel- iş- in. Gel..
Şafaklarında gecelerin, pencereme hâlâ boyoz kokusu yükseliyor.
Hâlâ çay buharı karışıyor dalgalarıma, parmakların sonra.. Gökyüzüne bırakılan bir kanat çırpış gibi, biçimlendiriyor yeryüzünü, yüzümü..
Ben hâlâ öyle İzmir'im, sen hep şehrime müzik...

Pasaport-

13 Şubat 2011

Odalardan pazarsa...


Benim boynumda hâlâ küçük kelebek. Göz pınarlarına değip de üflenilen bir beyaz gibi.. Parmak uçlarına değen kanatları, sevdiğin kokuma bulaşmış da kalmış olmalı, geçse de takvim yaprakları. Sahiller boyu heyecanını çırpar gibi sonra, renk döke döke.
Mevsimleri karışmış bir coğrafyanın sahillerinde yürürken, çiçek tozlarından ve uçurtma mektuplarından bahsetmek isterdim sana. Japon fenerlerinin daireler çizdiği küçük odalardan yükseltmek tarçın kokulu, elleriminkine yaklaşan sıcaklığındaki tatların gülümseyişlerini.. Tanıdık ve yerleşik bir soluk gibi, odanın kapısını çalmadan girmek yeşillerine... Yavruağzından turuncuya dönen ılıklığında teninin, sevdiğim belirginliklerini saymak.., kemiklenen bir masalın. Değmek, duvarlarına çarpan müziğinin öpüşlerine ve belki de uyuyakalmak gün doğumlarından arta kalan pencere yansımalarında güneş selamının... Kutular boyu topladığın hayat aralıklarına dokundukça ağladığım gecelerde, bir çakmak, bir fotoğraf, bir kaset,
ben hâlâ kelebek miyim, ve sen..,
Sen neredesin...

12 Şubat 2011

Gürüzler Balkonu.

Kimsenin ısınmadığı bir rengin gölgesinden, ona sarhoş olarak yazıyorum. Bugün hava açık ve omzumdan saçlarımı sıyırabilecek bir rüzgârla flörtteyim. Tırnaklarıma, güzden kışa eğilen bir ağaç yaprağı renk akıtıyor; ama mor ama gri ama fillere özenen bir mavi alkolü. Belki kırgınlığından çalıntı bir buruk ayva tadında bu hafta sonu.
Bekleyişlerimin yanıtsız kaldığı bir çıkmaz sokakta, unutulmayan şarkıların, aklımdan uçan kelimelerini arıyorum. Kartpostallarına dokunmayı sevdiğim her şehir bir valiz şimdi, belki bir mektup.
Parmağıma takılı kalan ufak bir kalp bronzluğunda çekiyorum filmini parçalanmış yaz sıcağının, şubat ortasına değerken eteklerimiz. Kokusu var elmaların ve damağının bilmediğim dokusunda dans eden ılıklığı diğer mevsim meyvelerinin.
İzlemeden sevdiğim filmler gibi denizaşırı rüyalarımız; benim korkmadığım, senin gitmediğin. Üşümekten kendimi alamadığım sinema salonlarına korunu bırakan bir gül demeti; soluğundan gerdanına dökülen dumanı kızılının..
Ve sevdiğimiz çocuk isimleri gibi sandıklanan dantelleri geçmişin, bir küf ölüme, bir çürümüş yalnızlık, birlikteliğin festivalinde.
Ben unutmadım sakladığımız kasetlerini ilk heyecanlara giyinen günlerin, aynaya yansımasını müziklerin ve kaç yıl sonra yeniden ayaklanan buğdaylarını sarı sıcak haritaların. Yaprak hışırtılarının ardından baktığım balkonlara davet var mutfağından düşlerinin.
Senin güzel ellerin var, senin güzelliğin...
Sonrası sabah, sonrası Cemal Süreya..

Deniz-


...
Fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz
Güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz
Mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler
Razı olma hiçbir sessizliğe
Biliyorsun seni seviyorum
Pencereden bakmayı
Öğreteceğim sana
Sesin
balkona asılı çamaşırcasına
Havalansın, havalansın dursun
Sokakta değil, balkonda;
dışarı çıktığın zaman
romanını yastığının altına sakla;
Şiirini mutfağa koy
Boş bir deterjan kutusu vardır nasıl olsa,
Öykünü yanına alabilirsin elbet

Müziğini de, resmini de

Niçin güvenemiyorsun bana?

Cemal Süreya

11 Şubat 2011

9 Şubat 2011

Yollarından geldiğime...


ve ben o şarkıyı çok severim
ve pencereler anneannemin evinden beri
ve kuşlar geçer sesinin üzerinden sabahları
ve elma en kırmızı halidir gerçeğin

kuru bir çeşme var yağmur altında
ve yağmur öyle yeni ki
savaş yorgunu şehirler göğsün

sonra göğsündeki bahçe, bahçedeki sarmaşık
sarmaşıktaki âşık sonra...
bence öyle yeni

nihavent ne müthiş bir kelimedir
gülün çocuk halidir, güzün eski bir tanışı

seninle geçen günler yıllar gibi öyle yeni ki
bütün güneşler birlikte geliyor yüzümüze
sesimize akıyor bütün sular

ah sevgilim bu şiiri içimden yazıyorum sana
içim öyle yeni ki
sevgilim vapurlara biniyorum yokluğunda
vapurlar elleri yüreğinde çocuktur
sevgilim çocuklar çok büyük

hatta daha büyüktür küçük çocuklar...

sevgilim diyorum
yirmi iki yaşında bir takvim yaprağı
takvim yaprakları dallarından koparak zamanın
binlerce yılı gösterirler düşerken

sevgilim Troya, sevgilim Sappho, sevgilim Helen
yani kırılmış akvaryum kırmızı balığını özlerken
yorgundur yelkovanı bir meydan saatinin,
hüzün Eskişehir'de bir ilçe gazetesidir
sevgilim, cumartesilerin en civcivli vaktinde

ve ben o şarkıyı çok severim
ve koyu kırmızı perdeleri var bir meyhanenin
ve kırgın bir yüzük baharlar açtırır parmağında
ve trenler neresi olursa olsun gurbete gider
ah gurbet bile... gurbet bile öyle yeni ki

bir şey yaptım ben, bir suç, bir yanlışlık değil
özlemeyi anıştıran kokun, sevişirken telaşla
bir elmayı ısırmak, karlı sabahlara uyanmak öpüşürken
sevgilim bütün işteş eylemlerimizde

kalbim bir bombalı pankart...

gel birlikte bakalım hayat kelimesiyle haytaya
ne kadar benziyor birbirine bazı şeyler
ben tüm otobüs duraklarında seni çok seviyorum
seni, pencereleri sevdiğim kadar
deniz diplerini sevdiğim kadar seni
diyorum ki kiraz en tatlı halidir gerçeğin
ve gerçek

ve otobüslerin yangın kokuları, akordeon günlükleri
ve koltukaltlarında ilkokul bahçeleri dağılırken
aşk öyle yeni ki

ah sevgilim bütün bulmacaların karelerinde
yazgısına asılı duran bütün notalarda
sevgilim ardımdan kapıyı kapadığında

telaşlı çocuk yüzünde, süt kokusu sabahın
sevgilim dolaylı tümleç, önlüğünde kalan tebeşir
etütler prensesi, kıymalı yumurtalar ustası
sevgilim seni düşününce duramıyorum
yeni bir isim buluyorum her şeye

sevgilim sen kuşlardan anlıyorsun ben matematikten
bu dize bile senden armağan
sen çoktan mezun olmuşsun

ben bütünlemeye kalmışım yeşil küpelerinden
sevgilim deniz kabukları yaralarından kalanlardır
denizin, öyle diyorlar bilmem neden

ve ben bu şarkıyı çok severim
ve nihaventtir kendileri...
aşk bir masaldır yağmurla söylenir
ve bu kırmızı perdeler aşktan beri

bir evin içinde kaç aydır gezinip duran bir peri...

Onur Caymaz



7 Şubat 2011

Dünden Sonra Yarından Önce*

Saçlarımdan kayıyor ayazı kırmaya çalışan ışıltıları güneşin, beremi atıyor şubat ortası, kar üstü, bahar arifesi günler. Bu şehir, bekler gibi karanlığı; düzenli ışıklarına üflemek için ve gün doğumlarını; beyaz aydınlıkların koynunda hiçkimseninkine benzemez huzuruyla yatmak için...
Uzaktan nasıl göründüğünü bilmediğim geniş yollarında sevdiğim yuvarlak kavisler ve sevmediğim iç gel-gitleri var. Akşamlarında serin nane kokusu, gündüzlerinde bal damlatan kavanozların buharlı ılıklığı...
Bu gece, tarihi yitik bir bilet öncesi burada son uyku saati. Bu şehirde uyumayan bir tek ben kalmışım gibi hissediyorum, ne zaman çatlak camdan omzuma değse rüzgârı zamanın. Gözlerim hep başka bir renge ısınıyor ve rüyalarımda yan yana gelmesinden korktuğum tüm renkler aynı tencereye düşüyor.
Tek haneli sayılarda kalan özlemlerim var, sokaklar, kokular, çocuksu arzular. Avucumu dolduran siyah, tozlu plastikte fesleğenler ve Afrika menekşeleri semt semt taşıdığım. Omuzlarımı asimetrik bırakan ağırlığı çocukluk masallarının...
Ben bu şehre en çok fırçaları ve boyaları yakıştırırım. Sanıyorum ki, bu sonsuz gibi duran beyazlığı renklendirme hayalimden ötürü. Fırça kara değecek ve yediverenler dökülecek toprağa. Oysa bu kentte pek çok rengini bekleyen çizgi ve kutu ve boşluklu soluklar var.

Başka özlemlerim de var yakınlarına düşen parmak uçlarımın. Kaybolmamdan ürken bir güneşin sıcaklığıyla yalnızca bildiğim sokakları adımlayışım, ona ısınışım, reçel döken sesine yaslanışım, biri sonsuz, sonsuzu düş yapışım.. Onun oyunları var renkli boncuklara dizili ve müzikleri dudağının uzun uzun dokunduğu. Garip bir hüzünde bu gece Ankara..
Aklımı takılan bir kaç şarkı dışına çıkaran bir de yeni bir ılıklık var; "Renklerin solmuş gibi.." dedikçe, gözüme yaş koyan, içime vapur...
Yarın sabah bu şehrin en sevdiğim yerine bırakacağım gözlerimin rengini. Biliyorum, yazar parklar da hüznün allanmış yanaklarını, gözyaşının denizin tuzuna meyilli tadını, heyecanın titrek üşümesini, sıcaklıkların güneşe en yakın olduğu saatleri...
Biliyorum kara kuğular da kurar düşünü, kara renk düşürmenin...
Beni yine bekle- sen...

6 Şubat 2011

Küçüğüm...


Bugün güneş doğmayacak
Bugün sen çok öleceksin
Biraz düşlerine eğil
Orada bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri
Çiçeğe su verme, unut
Biraz daha sen olursun
Kalbindeki rengi büyüt
Her aşk kendini yaşar
Çaldığın kapı kapanır sonunda
İçinde bir sen bulursun
Büyümüş, anlamış, yorgun..
Ah aman aman küçüğüm
Bu yol sana gidiyor
Senin küçük baharında
Unuttuğun bir şeyler var
Gelir geçer sokaklardan
Sokaklara girer çıkar
Mavi penceresinde gün
Telâşlı rengârenk kuşlar
Kanatlarında bir alev
Düşlerine konar kalkar

Ezginin Günlüğü

4 Şubat 2011

İyi ki...


Çocuk parkları var kar tutmayan renkleriyle, ve pastalar; meyveleri kese kağıdında taşınan..
Getirdiğim kokusunda denizlerin, sokakların boyanıyor biliyorum; iklim iklim, tek beyazlığa teslim..
Bu bize kalan kırık kaldırımlar, karanlığını boğduğumuz şehir, utangaç acısı çayların ve buğulanan camları kafeteryaların, bilmediğimiz ne varsa bizlikle anlamını bulan..
Evinde olsam yeter...

2 Şubat 2011

Şubat


Ben bu içimin yankısı, ben bu içimin koruyla
bu narı daha fazla taşıyamam.
Düşecek ellerimden, dağılıp dökülecek odaları,
dayanamam.

Benden sana mevsimlerden anne, uykularımdan tüller,
ömrümden ağrılar sızmıştır.
Bu aşk bende bir imkânsızlık tasarımı gibi kaldı,
kaldıramam.

Adı Şubat olan bu şiirde kalbim
uzun bir nehir gibi ağrıyor. İnat yumağım çözüldü.
Sol omzundan siyah atımı, sana düştüğüm o eski şubattan
çukurumu alıyorum.
Benden kalan boşluğa kırmızı bir araf düşüncesini koy.
Nasıl hatırlanırsa bir yaprakta bir orman
bu kez o olsun beni sana hatırlatan.

Bir gün olur senin de düşerse elinden nar
Aşk bir gün seni de alır bir yerden bir yere koyar
Na zaman ki kaplar gönül mülkünü kar
Çağır o zaman, anlatırım sana,
bir ömürden nasıl döne döne geçer turnalar.

Sanma ki inadımda sarı bir safra
dilimde uçuşan rüzgârlı bir sayfa
sözlerimde silinmiş şifre vardır.
Sökmedin beni çölden, yolum araftır.

Birhan Keskin

fotoğraf: Denise Grünstein

Boğaz'ımdan Geçmiyorsa...

Dalgalarımın, şehrin ışıklarına yakıştığı ilk mevsimde miyim? Bu şehir hangi parmağıma yüzüğünü takıyor da sıyrılamıyorum şarap tadından..? Kalbimin demirlerini atıp, halatlarını boşalttığım tüm bu kalabalıklar nasıl acıtmıyor artık içimi, iyileştiren yeşiller mi var kıyılarına değen sularında..
Oysa Emek Sineması bile yıkılıyor, ben orada ilklerimi temize çekmişken...
Başka bir kalbim var şimdi, bir sırt çantasına yükleyip de omuzlarımdaki ağrıyı öpsün diye beklediğim çocuğun sıcaklığında...Geçen gece Edith Piaf'ın sesinin doldurduğu kristal bir su eşliğinde yeniden mi buldum özlemi kilometrelere yayılan...Bir saman kağıdına, kahve kokusuna güvenerek yazamazken cesaretime yenik düşen sözcükleri, korktuğum şehirle büyüyen kalbimdi belki.. Sıyrılamadığım aşklarla dikiliyor önümde surları; evime niye kırgınım, aşklarıma niye tutuklu...Kalan iki geceye sığar mı ufuk çizgisinden düşüşüm yoksa yine yerleşik göçebe miyiz, ortasında kalp zamanlarının... 30.01.2011*Bin dört yüz beş

Otuz Dört. 4-3= 1.


İçimdeki sıcaklık, sana salınan bir nilüfer çiçeği mi? Neye ısınıyorum bu şubata değinen yanımla.. Hangi denize yakın düşüyor, renksizliğimin çiçek dürbünü yansıması.. Şehirde yalnız kalmak tutkumun ötesinde, kimin düş yatağına, sulardan cam göbeği çarşaf seriyorum.. Ben hep, bu şehirde adımladığım sokaklarda büyüyorum. Kanatlanan güneş renklerinden, yazdığım mektubun öznesi bana sadece "deniz" diyor. İsmim her şehre fon oluyor, ben.. Ben kime...? 30.01.2011* İki bin üç yüz elli

Kulelerinden Düşüyor Hüzün

"..Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını..."
Şehirlerin gözyaşlarını kim siliyor çocuk? Yollar yıllara karışırken, sokakların damarlanan ağrılarını kim öpüyor? Hangi deniz, hangi karaya yanaşıyor da gün akşam oluyor sular damlatarak genç kadınların saçlarından.. Hangi çocuğun mutluluğuna değiniyor gökyüzü bu eski İstanbul masalında..
Delikanlı, Kadıköy Vapuru'nda kalbinin pasını atarken, hangi kadının siyahlığı ölüm kadar güzel yüzüne yansıyor...
Çalınıyor mu damağına akide şekerinden tarçın, lâl olup düşüyor mu gününe sevda bu şehrin akıtması destanlarda...Sen hiç Şişhane'de yürürken yağmur yağdı mı? Ve içine sindi mi aşksızlık, yakandaki karanfil taş sokaklara düşüp de boynunu bükerken?
Güzel çocuk, hangi dizeme değiyor kalbinin şiiri.. Hangi günü seviyorsun zamansızlığında heyecanlarının.. Ben birkaç zamandır mevsimlere kelepçeledim bileklerimi, kimseye masal anlatamıyorum bulutlardan başka ve üşümüyorum ayazında yalnızlığın. Ama bir yanım titriyor, o da belki dudağıma uğrayan uçuğundandır renklerin.. Bir başınalığıma verme kusurlarımı, içimin çokluğunda ip atlarken oldu bütün yaralarım. Ellerimdeki toz, dünyanın uykusundan. Sen bana bir bilet al, belki bir gün ismini bilmediğimiz bir şehirde ararız o bir ömür olacak, bir günü... 31.01.2011* Üç yüz yirmi yedi


Yarın yollar var. İstemedim dönmek, dönüp de bulamamak. Dönüp de yeniden yola çıkmak. Beklediğimzi bir telâşın arifesi değil gibi bu. Sanki durgun akan maviliğe karışma zamanıydı.. Onsuz Ankara'da olmak acıtıyor kapanmış gibi duran yaralarımı. Yakınına gelip uzaklığı izlemek ne zor.. Elimde avucumda kahramanı kalmayan bir masalı büyütüyorum. Kar ihtimaliyle dudaklarımı yakıyor, sokak isimlerine kestane kokusu bırakıyorum. Nicedir uğramayı ihmâl ettiğim çocuklukla, uyku aralarında karşılaşınca korkuyor, ismini anarken paniklediğim bir sıcaklığa sığınıyorum. Bu şehirde boncuk döküyor gece, renk renk. Ben yarın başka ve bir sonraki gece daha başka bir şehirde olacağımı düşünerek gözlerime yaş koyuyorum.
Hiç bilmediğim bir kıyıda, güzelliklere değmesini istediğim bir renk, günü hep akşama bağlıyor; oysa ben biliyorum, biz birlikte en çok güneşe inanıyoruz.
Sevdiğim şarkılara yakışan şehir, bu gece beni sev, bu gece beni çok... 01.02.2011* On dokuz

Hüznüme yeniktim daha gün doğmadan, ceplerimde dahi saklamak istemediğim biletlerin ağırlığı içimi yoruyordu. Sonra gökkuşağına fon, bulut aklığı gibi düştü güne kar. Ben son karı evimde görmüştüm şaşırarak, ılık bir çayın kokusunu alan beyaz bir plastikle oynayarak, iki ders arası bir bitkinlik anında.. Ben karı hayatta bir tek nüfusuma işli şehre yakıştırırdım. İlk karı orada gördüm, ve ilk karı; o kadar çok karı, dolu dolu bir tek orada, onunla yaşadım.
Bu gizli, saklı oyun bahçeleri olan şehirde görünce öyle uçarı bir beyazlık, o zaman inandım gerçekten imzalandığını kalbimin şehir şehir. Şimdi o çok uzakta, beyazdan birbirimizi görememeyi dahi beklerken, bilmediğim bir coğrafyanın dilime değen şarkılarında..
Burası.. Masallara sığmayan kentin gök yüzü. Her şeyi başka olsa da, üzerimizi örten bu renk, bu pamuktan desen tekleşiyor yollar ve diller boyu.Hüznüme değen mevsimin beyaz gözyaşları var, hafif çok hafif.. kelebek kanadından dökülür gibi dönüş. Bulutlara karışan bir hayalim var, yeryüzünü beyaza boyayan. Sevdiğimiz şehirlere isim koyar gibi, tut elimi; sonsuzluk yarın... 01.02.2011*

Sanki bulutlardan bir tarla üzerindeyiz. Bulutların sulanarak inceldiği yer, buz tutmuş bir göl manzarası gibi. Değişmeyen tek şey; yansıdıkça gözlerin rengini değiştiren o sonsuz sarı. Benim gözlerimi hangi çiçek yaprağına, hangi ağaç dalına bırakıyor hiç bilmedim ama buluttan bir tarla üzerinde kanatlarım olduğuna inanırken ve mucizelere inanırken, ve bize inanırken; dudağımdan kalbime akan aydınlıkla;
"..Güneş varken ışık bitmez inanma..." 01.02.2011* Bin yedi yüz üç

Ve tam da içimizin kıyılarına özenir gibi; Ege'de dağlar denize dik uzanır. 01.02.2011* Bin yedi yüz on beş