29 Mayıs 2011

tek kelime-siz.


Bir boşluktan ötekine..
"Vedasından korkulan ne çok şey..." derken, hiçliğin kıyısından kirli bir çalım düne hatıra kalacak olan.
"Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın?"
Gündüze vardıkça, tortunun şakaklarımıza topladığı karanlıklar haziran yasından renk çalıyor.
Korkum damlayamamaktandı, bir dalgaya karışıp kendi suyuma varamamaktan...
Bana değen fırçanın tellerinden senin gün doğumların devrilmedikçe, dünkü kışın ayazında birbiri içinde eriyen sözcükler sakatlanıyor.
Ben neredeyim, sen neredesin?
Bu insanlar ne konuşuyorlar,
izin verdin; ölmeme, öldürmelerine senin sözcüklerinle.

24 Mayıs 2011

Salı

birden karışmış gördüm. -karışmış olduğunu gördüm-
otobüs duraklarıyla reklâm levhalarının
tutunduğum bir sarmaşık değildi
bir kayıştı otobüste

güdümlü bir sağnak saat beşleri beklerdi
yaz kış herkesin elleri suda
dizlerime tutunup kalktım.
bir ses değişmesinin en güzeli vardı göklerde
dizlerime tutunup dizlerime
attım pazartesi alışkanlığını
bir vurgunum, ve aşkı
yeni yeni tanınıyordu suların göke
birden karışmış olduğunu gördüm, bildim
kadınla erkeğin, emekle evrak çantasının
bir yarı karanlıkta

..........

vakit akşamdı. ikinci gün
vakit akşamdı.
birden bazı yerlerde ışıklar yandı
ayrıldım.
eve döndüm
evi buldum.

Turgut Uyar

23 Mayıs 2011

Saati gelsin...

"Sabah erkenden çıkalım. Daha seslerimiz geceden çıkmamış olsun; kırık, kekre...
Şehrin son evleri geride kalıncaya kadar konuşmayalım hiçbir şeyden...
Aldırmayalım... Yetişmeyelim bir yere...
Sonra yavaş yavaş bahsedelim. Hiç bahsetmediğimiz seslerimizle birbirimizden, kendimizden, olup bitenlerden, tanıdığımız insanlardan...
Yolda duralım yerli yersiz...
Meyveler alalım, şehvetli meyveler...
Şehir bizden akıp gitsin..."

18 Mayıs 2011

Peşim sıra...*

Kolay olacak demiyorum. Sayıca az, kalp ağırlığında nice hezeyanın ardından hâlâ durmamalıyım belki zamanın bu coğrafyasında.
Sevdiğim şarkıların mübadelelerini gerçekleştirmeliyim ya da.. Sevdiğim... Kalbimin yakınlık kurduğu her sıcaklıkla kışa soyunmam, belki de tenimden silinmeyen ürperti noktalarına hiç ateş değmeyişindendir. Ben yandığım zaman serin dalgalanıyor su. Ben korkunca tüm sandallar çekiliyor sahilinden yaşanmışlıkların.
Hiç utanmıyorum çoğu zaman. Sadece çekingen üşüyüşlerim, paylaşmaya sakındığım ısınışlarım var.
Bir valizin kenarına takılmaktan daha fazla dileğim olmuyor çoğunlukla "yap- boz- yeniden yapma" sevgilerimin ardından.. Kırık bir oyuncağın ahşap damarlarına hangi çocuk dokunur, ben hiç tanımadım. Dokunmuyor güzel olan şeyler. Renginden sıyrılmış tenimle, içimi de çıplak bıraktım sanıyorlar.
Yavaş yavaş soğur ölüm diye düşünüyorum ama tuhaf bir şekilde güneş var; sevdiğim, o her şeye yaslanan. Ve yine tuhaf bir şekilde doğumu var bütün mevsimlerin. Her güzel şeyin bir doğumu var. Doğum öncesinin heyecanı var; titrek ve sabırlı.
Bu kış uzun gözyaşları döktü. Baharını öyle çok bekletti ki, toprağın sabrından çatlayarak papatyaları kucaklayışını bile sabah ayazında gördük. Kadın saçına benzeyen o yağmurlarla öyle çok yıkandı ki birlikte yürümek istediğimiz sokaklar, nice nice denizleri konuk ettiler.
Hâlâ aynı duygudan seslenemediğimi hissetsem de durulmuyor şimdi bahar.
Çok bekledik. Ben, üstümü örten hiçbir gece kalmayıncaya kadar bekledim...
Ilıklığını çekip, kendini gökyüzüne, kaymayan bir yıldız olarak astığın andan beri, pencere önlerinde, kırışmasına fırsat vermediğim çarşaflarda, salyangoz kabuklarında bekledim.
Şimdi, "Kimsin?" diye soracak olursan, ismimin adresinden başka verecek cevabım yok. Gidecek bir yerin vardır elbet hikâyeler boyu ama, biliyorsun; bu su hiç durmaz*...

16 Mayıs 2011

Kendini uyur uykular..*


Dokunmak istiyorum.
Özledikçe, daha çok..;
rüyalarına, bıraktıklarına, ceplerine doldurduklarına,

yarım bırakılmış sözlerin imlâlarına, bulutların denize değdiği noktaya, gecendeki yıldıza, kirpiklerinin battığı uykusuzluğa, yorgun ellerine...

Duymak istiyorum.

Özledikçe, daha çok..;
masallarını, ılık akan soluğunu, mevsimden düşen yaprak çıtırtısını, gündüzüne yaslanan sokak karmaşasını, pencerene vuran rüzgâr ıslığını... link verme uygulaması
Elimde değil,
özlüyorum...*



11 Mayıs 2011

Bulutsu-z..

Basit yaşamalıydım, olduğum kadar; sular akıtarak eteklerimden. Sarı ve ıslak kalarak.
Sevdiğim birkaç cümleyi topladığım akasya dallarını saçlarıma iliştirmeliydi sevdiğim birkaç şair. Ve sevdiğim çocuk isimleri kadar masum kalmalıydı dilimiz. Dilin masumiyetini yitirdiği yerden gökyüzüne seslenemiyorum bu bahar. Kalbimi kıran elbiseler giyiyorsun ve üzerine büyük gelen basmaların renklerinden dökülmüyor oya oya hiçbir beyazlık. Işığını yakmayı unuttukça vadettiğin bahçenin, ateş böceklerini kokluyorum. Benimkine benzemiyor. Ben bu bahar ne koktuğumu bilmiyorum.
Eğreti duran dallar var saçlarımın arasında. Rüzgâra söylememişsin ceplerine doldurduğun dileklerimi, oynamıyor dalgalarla, çekiştirmiyor saçlarımı, düşmüyor kırgınlık diz boyu sulara.
Ben titriyorum şelale. Düşünü kurup, gerçeğini çizdiğimiz basamaklara isminin, gecenin dolunaya vardıkça çoğalan, baş harflerini koyuyorum. Tebeşir tozundan oyunlarımıza tarifini bilmediğim, eski pencere önü kaselerindeki tatlıları ekliyorum.
Senin baygın ve mayhoş rüyalarından, gözlerini kapattığında düşen imgemi çalıyorum, aynalara koyuyorum. Sesin olmadan seni duymaya çalışmak belki, yaseminlerinden zakkumlar boyamak, sevdiğim tüm salyangozlara saçlarından yollar çizmek...
Yüzüne düşen bir güneş olmalı benim bir yerlerde unuttuğum, belki de kırmızı bir garın vitraylarına düşürdükçe...
Biletlerim kesik, limonatadan günler bekliyor pervazlarında gün doğumlarının. Azıcık zorlasan açılacak ardına kadar kapıları çekirdeksiz bahçelerin.
Avucumda dünden kalma bir ruj kapağı, yollar boyu kadın olmanın mevsimlerini doldurduğum.. Dilimde utanmazca soyunan ten masalı.. Masalları taşıyan köprüler gerdanında biçim biçim..
Özlediğim ne varsa, en uzağından bakıyorum. Gözlerim bozuk yarına, yine de güneş öptükçe kirpiklerimi, uyanıyorum yollara, baharlara, delik ceplerimizden başka şehirlerin aynı isimli semtlerinde, sokaklarında düşen bilyelere..
Gülüşünü özlüyorum, gülüşümü özlüyorum. Aynada kırılıyor bakışını okşayan rengi vadilerin, susadıkça rüyaya boyanıyor sular, biliyorum az kaldı; sahillere değecek parmak uçlarına...
Az kaldı oyundaki sıramızın yeniden gelmesine, tebeşirlerin dağılıp yeni çizgilere yer açmasına, dudaklarının bahar dalı rengine, rengine...

7 Mayıs 2011

Kıyılarıma vuran sen misin..*

Bir tek... En çok...

Sonsuzluğun enginliğine özenen bir renkle, dört mevsimde...

5 Mayıs 2011

Sen varsın...


Ben hiçbir şey bilmiyorum, sadece kâğıttan gemiler yapıyorum.
Bugün, kalbimin tutuklu kaldığı güzelliğin doğumgünü. Bugün mayısın da, baharın da doğumgünü. "Bu mayıstan umutluyum.." derken yalan mı söyledim.. Belki söyledim.. Kırık oyuncaklar gibi içimin oyun yeri. Boşlukları doldurmayan bir yağmur var, tene çiy bırakmayan bir bahar.
El yazım titriyor, başım çekip gitmelerin ardında kalan duvarlar kadar soğuk ve ağır.
Büyük bir zamansızlıkta güneşi ve ayı sayıyorum. Oysa ben matematikte hiç iyi olmadım. Sağlaması aksayan birkaç işlemle talan ettiğim kıyılarımda, kumlar bile suyla sevişmiyor ki, mavi ya da yeşil ve hatta turuncu oluşunu seçeyim..
Dudağım uçuklasın istiyorum, dudağıma yayılan sıcaklığı silen bir acı olsun istiyorum.
Mektupları yakarken aralarından kelimeleri tutup köklerine ve eklerine ayırmak istiyorum.
Yürüdükçe yol olan ama hep aynı kalan bu yelkovandan düşmeyi diliyorum.
Bugün doğumgünün. Ama ben ceplerimde biriktirdiğim, tutulmamaya ant içmiş sözlerle ölüyorum anneanne.., mayıs nerede?

3 Mayıs 2011

Bileceklerin

Söylemiştim oysa; ben gürültüde kalıcı değilim.
Yeniden bir ayrıkotu bulmalıyım içimde.
Yoksa kendimi iyiden iyiye kalabalıktan biri sanabilirim.

Göçe yetişememiş bir kuş kadar üşüyor sağ elim.
Oysa büyük yüzölçümlü cümleler kurmak için
okyanuslar geçecektim.
Dar odaların oyuncak yaygaralarından çok vakit kaybettim.

İçimin ılık, tanıdık seslerini bastırdı kalabalık.
Ancak tek bir gündüzün hükümdarı kâğıtlar üzerine,
her şeyi biliyormuş gibi yapan cümleler kurmanın bedeli bu.
Oysa hiç keyfini sürmedim ki "biri" olmanın.
Nasıl süreyim? Benimle ilgisi olmadı hiç,
bütün kalabalıkların "iyi"
dediği şeylerin.

Ben hiç "biri" olamam ki! Olup olabileceğim: Hiçbiri.
Söylemiyorum bunu hiç. "İlan ederler" çünkü.
Bunun bile gürültüsünü ederler. Bunu, gerçekten
"hiçkimse"
olanlar bilirler.

Bugün tekrar yüksek ve geniş yaylalara çıkmak
mecburiyetindeyim.
Dar odalarda çürüttüğüm organımı iyileştirmek için
uzun bir yola gideceğim.
Oralara vardığımda hâlâ çıkıyorsa sesim,
sevgili ana dilime, iç dilime, kendime
yeniden kabulümü dileyeceğim.
İçime, kendime giremezsem
-kendinin dışında kalan herkes gibi- biteceğim.

Bu, bir mecburi yolculuk hikâyesidir.
Yolda anlatılacak bir şey olursa eğer, kim bilir...
Belki şeyler, kendini deyiverir.

Ece Temelkuran

29 Nisan 2011

Söz veriyorum; tut, bırakma..

Bu saati anlatmamı istesen "Suda şeftali kırılmış gibi" derdim. Anlatmamı istemeseydin, susuşuma kızılı çok öpülmüş bir pembe koymanı dilerdim.
Bulutların oyuncaklara özenen hallerinden eser yok bu akşam, sanki gökyüzüyle erotizmin tanımını yapar gibiler, öyle karışık, öyle erir gibi, renkleri öyle...
Nicedir söz veriyorum kendime, geceden sabaha giden bir gemi bırakıyorum sularıma ve uykunun günaha döndüğü saatlerde kalemimle soyunuyorum sana. Bazen çocuk kalıyor kelimelerim, okumayı bilmediğm onca halin arasında yazmak da zor, inan. Bazen çok kırmızı ama.. Sezdiğini hissettiren şarkılar var, nicedir şarkılar kutsal kitap gibi duruyor zaten gecelerde.
Tarifini ve çözümünü bilmediğim fırtınalı bir pişmanlığı anlatmak istiyorum sana. El değmemiş bir ıraklığı var bunun benliğimde. Çünkü sözcükler hep haklı çıkmak için konuşuluyor bu savaş yerinde. Oysa ben bahçelere inanıyorum. Güneşin mücevher gibi toprağa değdiği bahçelere.
Burası garip bir yer; aklın sınırlarını zorlayabilecek tek şeyin özgürlüğün coşkunluğu olduğuna inanmak istiyorken, esaretin her türlüsüne kendisini sunan bir coğrafyada, ölüm tanımları yapılıyor. Ben oyun dedikleri bu kandan, kendimi ve evrenin sahip olduğu her güzelliği dışlamak istiyorum. O yüzden gün doğumlarında uyumuyorum.
Başlangıçlara olan inancımı kırgın ve deli, ama en çok affedici, sana yazıyorum. Yazıp denizlere atmak istiyorum, ama senin denizinde boğulmalarını da..; çünkü ellerine inanıyorum..
Senin aşkından kuyruklu yıldız gibi kayan gizli saklılığında çoğaldıkça, gecelere kostüm biçiyorum. Bilmediğimiz çiçek isimlerine özenen renklerle, dışlanmayacağımız bir dünyanın gülüşünü hazırlıyorum.
Hiç sevdiğim şiirleri okuyamadığım tören ezberlerini bozup, en kokusu kalan, yarınlara bakan, dünde kanayan, limana varan dizeleri yorgan altında, önlüksüz fısıldıyorum.
Gidip de dönemeyeceğim şehirlerdeki yataklarımı düşünüyorum sonra, hangi renge çalacağını serin duvarların ve hangi deniz kabuğundan toz üfleyeceğimi kitaplıkların önünden.
Rakımı düşük soluğumun hangi dalgada yokluğa boğulacağını kestiremediğim için pencereden bakıyorum ve tüllerin arasından güneşi kokluyorum; kendime, kaçtığım rüya duvarlarını boyama sözü veriyorum.
Sözlerim Gretel'in ekmek kırıntılarını andırıyor. Yolu bulamamaktan, renge varamamaktan ürküyorum; ben uyumuyorum. Sabah kuşlarının uyanışına ve ötüşen şefkatlerine kadar güneşin gölgesinde nöbet tutuyorum.
Dilime tutunmuş, gündüzle birlikte dudaklarıma dayanan şarkılarında gizli öznelerin izini sürüyorum.
Ben bekliyorum, ilk dördünden son dördüne, yakamozların tutuşacağı baharlara, kavanozlara dolduracağım güzlere dek bekliyorum, çünkü senin mektuplardan köşkün var. Hâlâ...

20.05- 03.30

fotoğraf: Lissy Elle

25 Nisan 2011

Özlenir kokusu..*

"Tren geldi, bindim. Kimse itmedi beni.

Direniyorum. Olmuyor."

22 Nisan 2011

Yüzlerce...

Karıncaların çalışkanlığını eleyip, incecik yollar çizen gölge hangi beton arası yeşile gebe; bir tek mayıs biliyor.. Yakındaki bir coğrafyada rüzgârla varlığı titreyen kan damlası gelincikler, değirmenlere nazır çoğalıyorlar ve oluk oluk kızıl akıyor kadifeden.
Kiretmitlerin arasına biriken çakıl taşları, çok eskide kalan bir çocukluğun mirası gibi usulca birbirlerine sürtünüyorlar, evlerde hâlâ soba sıcaklığı çıtırdarken.
Yuvarlanıyor kestaneler, yerlerini eriklere bırakacaklar.
Gün doğumuna ve batımına ilişen, gerçeğe dokunmasın diye gecenin en bakir anına bırakılan hikâyeler taşıyor şelâle.., akıyor dudaklardan dolunay tadı.
Sonsuz bir yağmura acıkıyor toprak. Kokmak istiyor, çoğalmak, çatlatarak çorağını düşün.
Geyiklerin indiği gözlerine, elmacık kemiklerime yaslanan zakkumlar ekleniyor; zehri kendisini boğar, gözlerine kıyamayan bir pembelikte.. Git gide beyazlaşıyor tutukluk, bileklere atılan halatın örgüsünde, kesiliyor acısı yeryüzünün.
Sancılı bir bekleyişin, biletsiz yolculukları birikiyor defter aralarında, mevsim döngülerinin.
Şarap kırılıyor; kadeh, elimi kanatan duvara çarpıyor. Salkım salkım bir dağılış bu, çıplaklığından taşan bir terk ediş. mektupları var gecelerinin, parmak uçlarının tanımaktan istifa ettiği bir kimliğe ithafen, sularda..
Suya düştükçe ıslanmayan bir ezber yine zorluyor şarkılarını akşamların.
Trenlerin taşıdığı ruhuna yollarken silik bir sabahı vapurlarda doğan, her kelimem sessizlikle sakatlanıyor.
Eflâtun bir ölüm yakıştır bana, üzerine erguvanlar düşen, sonra sus sesinde, ama sonra...

19 Nisan 2011

Öylesine *

"..Kal demiyor; söz vermiş susuyor
Kelimeler düşmüyor
İçinde salınıyor..."

15 Nisan 2011

Islak çöl.

Hiçbir şey yetmiyor gözlerimi çoğaltmaya. Sürekli beklediğim bir şarkının nakaratı gibi adımlarım; hep yarım, hep beklenti halinde. Ne çok sevgisizlik kaleleri diktim kumlarından sahillerin, sularım yetmedikçe yıkmaya... Kurak bir maviliği taşıyamayan kollarımla, her gece sağanağını bekler oldum bulutların. Yaprakların yırtılmadığı bir tarihte yaşadıkça, içim ölmeye yatan bir çift kanat.. Sığınamıyorum kağıtlarına, üstümü örtemiyorum meyve ağaçlarının yeşillenen yapraklarıyla. Ben ne zaman, hangi trenle yolcuyum kestiremiyorum, ama gitmesem tüm mevsimlere yazık olacak sanki.. Kendi ıslığımdan düşüyorum, beni ne çağırır kesiği derin, merhemi uzak kalplere... Ben tuzlu, çok tuzlu... Her sabah ayrı puslu.

11 Nisan 2011

Veda Busesi *

"..Sevdiğim şarkılar çalıyor ve her an ağlayabilirmişsin gibi geliyor bana. Orada keşke deniz olsaydı, diyorum.

Ayrılırken sana hiçbir şey anlatmadım.

Duracak ve bir kadeh gibi kırılan kalbini hissedeceksin, direksiyona yapışan ellerimden kayıp, gözyaşlarını yollara dökeceksin diye...

Acımasızlığını son patikada bırakmıştın, durgun bir nehir için her şeyi unutmayı seçtin. Bir gün sadece seni öpmeyi unuttuğum için geri döneceğim. Sana devrim için söylenmiş en güzel şarkıları söylemek için.

Şaşırıp yine acımasız ve çocuk olacaksın..."

10 Nisan 2011

Gelip gittikçe, geçip kaldıkça...

Okuyorum; tekrar tekrar, kelime kelime, her imlâda dakikalarca duraksayarak.. Şu heybetini göstermeyen, alkol mavisi dağlara yerleştiriyor gözlerim sözcüklerini. Kaybettiğim zamana katarsam dilini, çoğalır mı özgürlüğü kuşların..?
Boyuyorum; her saati. Ellerimin yaşlandığı bir zamandan, boya düşüren masallar topluyorum.
Kalemini sesine çalıp, bilmediğim her kuytunda filizlensin diye iyot tohumları atıyorum.
Bulutların rüyana ne renkte girdiklerini bilsem belki... O zaman sözcüklerini, gecenin yıldızları gibi serpiştirirdim dalgalarını bile sakınan suların üzerine...
Okuyorum; kuşlara ne kadar inanıyorsa içimin esir rengi.. İşte öyle, çaresiz inanıyorum...
İsmime sesini karıştırdığın geceler düşüyor uykusuzluğun şeffaf bulanıklıklarına.. Sonra erken bir sabah. Hiç geçe düşmeyen bir sabah..; eski bir vapurun, hüznünü ahşap titremelere bıraktığı...
Kirpiklerimizi kırpış sıklığımıza göre değişen suların rengi duruyor gözlerimde o sabaha yaslandıkça...
"Ömrü geçirdiğim sahilleri taşıyabilecek bir valizin var mı?" diye soracaktım belki, parmağımın ucunu öperken yaka, kendi cümlelerimi taşıyamadığım o yorgunlukta..
Ben gelemiyorum, gölgemi koynunda saklar belki, yağmur ardı gökkuşakları.
Bir öğleden sonra barışırsın belki de ismini kendin koyduğun kelimelerle, bağışlarsın şehri ismimle birlikte..
Rüzgârdan tokasını atan saçlar gibi uçuştukça sesin gecede, okuyorum; nota nota, okuyorum zamanını; zamansızlıktan taşan..
Yine yeni yeniden...

"Artık özgürüm, öyle yalnızım ki........"

08.04.2011- bin dokuz yüz on dokuz
Konak- Bostanlı Vapur*

6 Nisan 2011

Taşarsa yarına köpüğünden...

Kimsenin bana seslenmediği bir yerden sordum. Ne soğuk bir Nisan akşamı, ne dışına atan bir gece. İçimin bütün odaları, çocukluğumun duvarları buz kesmiş arka odalarına özenmiş halde. Papatya mevsimi yine kaçacak gibi, ve sonra çimler... Sanki kavruk bir yazda yanan otlara karışmayı bekler gibi varlık. Varlık ne çok yokluktaysa, o çokluktayım. Belki de şefkatli olabileceğini düşündüğüm sonsuzluktan pek mektup düşmüyor yastığıma. Hep sol gözü sulanan kız çocuğuyum, hep sözcüklerin keskinliğinde ölen kadın. Güneşin doğmasına çok saat var değil mi güzel nilüfer... Sulara teninin kokusunu çalıyorsan yarın vardır belki. En yakın deniz manzarasından intihara meyilli bir düş gördüm. Korkum bir kedi grisi, tehdit ediyor beni her yaprak sallantısı. Bahara varmadan güzü mü gösterecek bu tufan? Çantamı toplayıp kütüphaneler boyu yürümek, sesine dayanabildiğim akşamlardan kart yazmak geliyor içimden. Sayfaları kırışmış defterler topluyorum, hiç okunmayacak, belki mürekkebi uçacak. Hâlâ şah damarıma yıldız çizmek istiyorum, bileğime 3. Sonra kulağımın ardına, senin kaleminle... Deliren manzaralar eşliğinde başımı düşürmek istiyorum kumsallara, sonra sandalların çarpacağı dağlara bağırmak en sessiz şiirleri. İsmini bilmediğim içkilerle genzimi yakarken, belki bir bitki düşer dilimle biçimlenen karanlıklara. Bir bitki, kokusunu sen seçersin. Yakıcı bir karışıklık, nevrotik bir sabaha dökülür belki. Saçlarım boğazıma dolansaydı, nefesimi de boğardı belki. Kesilen saçlarımla çıplak bile değilim. Oysa "soyuna soyuna koşmayı seviyorum ben..." Bu zamansızlık, bu kolumdaki ağırlığı yelkovanın, bu göğüs kafesimden taşan lavı eskimeyen kanların.. Ellerim ağrıyor...

5 Nisan 2011

Acıyor..

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
ötede beride yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı firengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
Bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
Kış geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazan yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Turgut Uyar

4 Nisan 2011

Yanık şeker kokusu

Ben her köşebaşına bir sokak lambası çizerim. Sarı ılıklığı, gece düşen saçlarına aksın, kumrallığına eklenip güneşe yol olsun isterim. O sokaklar ki, taşlarının arasındanki nemden cılız ve fosforlu gece bitkileri biter. Parmak uçlarımızda yürüdüğümüz dünya döner. Sen dönersin, ben dönerim, birlikte başımız döner.
Bir hafta başı sıradanlığıdır her sabah ritüeli. Hem de her hafta başının vadettiği gibi, açılmayı bekler tomurcuk heyecanı gizli. . Kahvaltılar varken hangi salı, çarşambaya varmaz istemez ki?
Yarın sabahki ayna buluşmama sakladığım su yeşili bir pantalon, sazlıklarda paçalarını kıvırdığım ve hep, senin boyalarının üzerine damlamasını istediğim...
Tarama saçlarımı, yüzüklerin dolaşsın, ağustos böceklerinin titreştiği dalga aralarına. Bahardan artakalan bir yaz çizelim gökyüzüne; pembe mercan, serinliğiyle poz versin suların yansımasından.
Ve bir fırça da tenimize değsin, hazlardan ve acılardan örttüğümüz kalp koordinatlarımıza.
Aya salıncak gerdiğimiz nice gecenin hatıra defterinde bir kameriyeden bahis açılsın; koyu maviden siyah çalınmış sular üzerinde. Yeşilini ve üzerine atılan kırmızı japon güllerini unutmasın rüya ressamı, bir de mutfağının uçuk yeşil tül perdeleri arasından düşen kokuyu.
Avuçlarına limon değdiğinde nasıl biçimleniyor o koku ve hangi şekere değiyor serçe parmağının ucu...
Şimdi, bir haftanın arifesinde ve baharın tebessüme inatla meyilli olduğu ilk ayında, kiraz mevsimini beklemek düşüyor şiire; sevdikçe, sevdikçe...
Yasak olan ne varsa kırıyor zincirlerini defter arası notlarla ve dağılan mürekkebe kalıyor imza; gün geçtikçe, geçtikçe...

2 Nisan 2011

Fırtına


"..Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar..."