28 Eylül 2015
gibi geçerken..
Bir cümle duyamamanın yankısı belki de seneler sessizliği.
Yıkıntılar arasındayım. Ve nefesimi tutmak dünyanın durmasına yetmiyor.
İnsanlar sigara molalarında kuşların telaşını görmüyor. Birbirini de duymuyor.
Molalar gökdelenler arasına sıkışıyor.
Nefes almak hüküm kapsamına giriyor.
Tatile çıkanlar istasyonlarda mesai harcıyor.
Acıkıp da midesini mutlu etmek isteyenler, tadı değişmeyen şeyleri ekmek arasına sıkıştırıyor.
Kitap okuma oranı olmayan bir ülke metropolündeki pek çok genç erkek, Kafka okuyor. Belki bir yerde, hep birlikte Behrengi okumayı unutmuşuzdur.
İş çıkışlarında ortalık, sabah anneanne evine, akşam ekşi mayaya çalan bir kokuyla kaplanıyor.
Zamanımız yok, vapura yetişmek için koşarken omzunu incittiğimiz kıza dönüp şöyle bir bakmaya.
Şehirde barlar 2'de hesabı kapatıp 3'te sandalye topluyor.
Minibüsler en temiz yüzlü çocukları 4'te evine taşıyor.
Bu şehirde çok cinayet işleniyor. Ve bu hep finükülerde akla geliyor.
Mahallede en az camii bekçisine güveniliyor, en çok da bisikletçinin kara kedisine.
Sürpriz yumurtaları bakkallardan en çok 25 yaşında, gecelere kadar kira parası denkleştirmeye çalışan genç kadın ve adamlar alıyor.
Altı yanmayan ocaklara nazır, kuş sütüne değip geçen sofra hayalleri kuruluyor, cuma eve geldiğinde bir çatal bir şey yiyecek mecal bulunamıyor.
Baharlarda en çok çiçek basma perdelerden toplanıyor ve toprağı avuçlamak bile yapma çiçek dekorlarında ölen bir eylem.
Tüm nüfus cüzdanları kimsesizlik bağırıyor yazılı olmayan beyanlarda.
Boş evlerde yalnız olmayı lüksleştiren hayatlar ediniliyor.
Sevgiden korkuluyor. Kalp atışı duydukça fersah fersah uzaklaşmanın tarihi yazılıyor şehir insanları arasında. Yavaş yavaş da değil, toplu toplu ölmek.
Ne sevdiğimiz bir insan, ne sevdiğimiz bir yer, ne yemek.
Hiçbir şey fark etmiyor, fark yaratmıyor.
İnsanlar kuşların su içtiği birikintilerin ortasından koşuyor.
İnsanlar koştukça çok ölüyor.
Yaşamayı ölerek tanımlıyor.
Ne çok ölüyor.
Ölüyoruz.
11 Eylül 2015
tek yön biletler mevsimi
Karşı koyamamak değil-di. Gidecek yer bulamamak hiç değil-di. Çünkü zaten hiçbir yerde olmanın cümlelerinden katlar çıkmaya aşinalık var. Eylül kendini yarılamaya yakın Tezer Özlü'yü aramıza bırakırken tüm bunları öngörmüş olmalı. Yoksa bu eylülden başka bir şey olurdu.
Yaprakların henüz dökülmediği ama sararmaya başladığı zamanlarda insan, karşı koymak ve üstesinden gelmek üzerine güç bulabiliyor. Normal akışta. Yeşili daha yeşil görmek, maviyi kana kana içmek, zamanı bir ağustos göğünün altında, örtüsüz ve kavun kokusunu saçıldığı bir masada kalmak arzusunda oluyor. Olur. O zaman ölümün yalnızca hüzünlü varlığıyla aramızdaki boşluklarda yer aldığı bir dilim ama. Böyle değil. Değil-di. Tarihin her şeyi kötüleştirdiği bu mevsim başlangıcında, hayır; kimsesizlikten de değil-di. Evet, tam da böyle hissediyorum, ama şu an kilitte dönen anahtar, kendimi bir fotoğrafa yerleştirmek arzumdan değil-di.
Şu ömrümdeki en çaresiz anlar hep böyle başlıyor gibi. Bir "neden?"e cevap veremeyerek. Kendime, eylemime ve durumuma bir neden biçemediğimde. Biçip de o dürüstlükten hoşlanmadığımda. Bir yerden düşerken tutunacak yer aramak varken, gözlerimi daha da sıkı kapatmamdan.
Toprak kan revan, gözler çatlayan toprak. Mavi küskünlüğü. Ne göze, ne adımlara, ne yaşama, ne de gayretine kendini değdiriyor su. Kalp desen.. O zaten en uzak mesafe. En yakındaki en uzak. Korkutan nabız.
Dürüst değilim. Belki de öyleyim. Tozunu alamıyorum belki de. Sadece gülümsemek özlenebilen bir şey. Ve dudak üşüyebilen bir koordinat. Her şeyin kendini bir acele soğuttuğu şu eylülde, sol omzu öpen günler sezilince... Ne bileyim; karşı koyamamak değil. Kanmak istemek belki. Kanamadığım bütün ayrılıkların dibinde çömelmiş taşlaşırken, penceredeki saksıdan yaşama mededi ummak gibi.
Herkes gitti. Bu sefer sahiden, gerçek olan ne varsa gitti. Rüya gibi güzel olan demiyorum. İyisiyle kötüsüyle gerçek olan. Ne öfkelerini, ne üzüntülerini gördüm duydum. Bütün hisleri beraberinde tanımladığın herkes, böyle hissiz, sessiz, bakkala gider gibi gidince...
Belki de sadece bundan.
Evde ses olsun diye televizyonu açmak.
17 Ağustos 2015
sabina*
Rüya değildi. Rüya olsa öyle güzel olmazdı. Rüyaların hiçbirine girmek istemem. Bedenimi kaplamadığı gibi, zihnimin tüm aralıklarından sızıp, her noktasını iltihaplı bir uyuşuklukla doldurur. Bir güzellik tanımı değil benim için rüya. Kâbuslardan söz dahi etmiyorum. Kalbimle bilincim arasında ne oluyor pek kestirmeme imkân tanımayan bir elektrik kesintisi: Uyku yarası. Öpülemeyen sızı. Doldurulamayan yalnızlık.
Hayır, kesinlikle rüya değildi. Ayağım yere basmıyordu ve evet, yine bilincimle tarifini yapamadığım bir ilişki içerisindeydik, ama kanım... Tüm iliklerime ulaşıp, kendini geri toplayan, adeta nabzımdan fışkıran..
Bir müzik hatırlamıyorum. Müziğin kendisini içe almak sağırlaştırıyordur belki kişiyi. Ya da öyle çok dinledim ki, içimde sonsuz kere sürüp giden nakaratlardan soluksuz fon oldu, duymadım. Ama dediğim gibi, müziği içe almak denilen bir şey var. Bilmiyordum. Damar damar notalaşan bir akış mümkün. müş. Öğrendim.
Sabahları birbirine benzeyen ama kendini ezberletmeyen o kapıyı çekme sesinde, bir rüyada olmadığımın bilincinde değildim. Çünkü "gitmek" bir rüya olabilir. O kadar güzel bir eylem olmadığına göre...
Sahip olduğum, gözle görünen ne kadar şey varsa, muhtemelen birbirinin içine karışmış, renkleri buğulanmış, yorgun ama olması gerektiği gibi görünüyordu. Olması gerektiği gibi değil. Olması güzel olur gibi. Olunca insanı güzelleştirir gibi. Hiçbir seferinde, aynaya hiçbir bakışta tatmin etmeyen o görüntüye o sabah ulaştığımdan emindim. Dağılarak tamamlanmak diye bir şey varsa, o. Yoksa, yine o.
Gerçek ve tatsız ve zor bir rengin eşlik etmesi dahi yormadı o baş dönmesini. İnsan, olacaksa böyle sarhoş olmalıydı. Sanki bir yankesicinin çakısına kanını bırakmış da "İyi ki böyle, en güzel hissettiğim halimle ölüyorum." der gibi. Yani hayat da, gece de, semt de, hatırladığım tüm pencereler, fesleğenler ve diğer kokular da, sabahın caddedeki zerzevat uğultusu da, lavaboya dağılan endişe de, her şey öyle gerçekti, ama ismim kadar giyindiğim o saat aralığı hepsini yok edecek kadar daha da gerçekti ki...
Unutuşun bile silemediği hissedişler var. Zihnin perdesine inat görünen çıplaklıklar var. Örtülemeyen sınırlar, sınırı olmayan mesafesizlikler, zamana yenilmeyen göz hamleleri var.
Bu bir rüya değildi.
Hayatta oluşu oluk oluk kabullenmek, belki de çok az kere olabilecek bir kabullenme arzusuydu. Tutkuydu.
Bak. Bu gerçekti. Tanığı olan, zaman aşımına düşmeyecek bir şeydi. Aleni bir sır. Aramızda bütün varlığıyla kendini inşa etmiş, bir o kadar dokunulmaz...
Görkemli bir şeydi. Kendiliğinden olanın ihtişamı. Zamansızlığın mükemmel kurulumu. Bekleyip de gelmeyenin lanetinin kırılımı. Sığamayan taşkın bir şeyden söz ediyorum.
Hayır, bu kesinlikle bir rüya değildi.
11 Ağustos 2015
artık
Minik bir çanta, pekâla bir gardroba dönüşebilir. Bu bilgiyi edineli epey oluyor. Öğrendiğimde ya da kanıksadığımda hüzünden çok, kalbimin serseri zevklerine eklemlenmişti. Sonradan anladım; aşktanmış o. Çekip gitmenin tutkulu görünmesi de öyleymiş belki. Bir gün kendin çekip gittiğinde tutkudan başka bir şey hissediyorsun çünkü. Daha boşluklu, daha göğüs kafesindeki havayı evire çevire döven bir şey.
Şimdi bir çantayla gitmiyorsun. Bir çantayla dönüyorsun. Ama üç gün, ama beş gün. Bir kere kapıyı çektiğin ve sonrasında her gidişinin gönülsüz dönüşler olduğu yerler var. İsminin değil de cisminin silindiği, kimsenin de bu eksiklikle eksilmediği yerler. Kırgın unutuşlar, iz bırakmamanın hafızasızlığı.
Bir zamanlar anahtarı yalnız sendeyken, bu zamanlar bir çantayı kendi dışına dahi taşıramadığın yerler. Sığamadıkça utandığın, ağzı kapanmadıkça ondan da vazgeçmeyi düşünebileceğin çantalar...
Zaman insanı çok azaltıyor.
Arzularını, sözcüklerini, öpüşlerini...
Şimdi kalbini okşayabilmiş bir ana koşup sımsıkı sarılmak isteğinde giderek soyunuşundan sahip olduklarını. Çıkara çıkara yürüdün yollarda, üzerinde ne varsa, vazgeçe vazgeçe... Şimdi öyle üşüyorsun ki kendinden, bir sarılsan ona... Zaman duracak, tenin ağustosu öğrenecek, kalbin unuttuğun, o fırından yeni çıkmışlıkla kızaracak, mis gibi kokacak belki de caddenin ara sokaklarında yuvarlanan adımlarınla yeni gün. Bir sarılsanız geceye batıp, gündüzden taşacaksınız.
Bir sürü hikâyeden neyin sıyrıldığını biliyorsun.
Üzerinden ata ata geldiğin şeyleri görüp sadece şiir giydiren bir şey var onun uykusuzluğunda. Fazla olan hiçbir şeyin bulandırmadığı bir su olabildiğini görmenin şaşkınlığı. Beraber temizlendiğini hissetmek belki. Zamanı, doğruyu, gerekliliği, bir koca dünyanın yerlilerini sonsuz bir uçarılıkla kenara bırakmak.
Umrumda değil.
Bazen olmuyor.
Bazen başka şeyler oluyor.
Bazen olan, içimin çantasını havada tepetaklak sallıyor.
Neyim var, neyim yoksa, artık yok.
Geriye bir tek ben kalıyorum.
Şimdi..;
"Al beni ne yaparsan yap..."
6 Ağustos 2015
umrumda
Yolun bir yerinde korkusu geliyor yitirmenin. Boşluğun ciğer ciğer ağırlaşması rahat olan her yerini acıtmaya başlıyor. Zamanında efelendiğin bütün incir çekirdeği mevzuların yerini kocaman bir boş duvar sızısı alıyor. Kalbinin fotoğraf fotoğraf eksilttiğin, var olan ılıklığını görmezden geldiğin yaz bahçeleri dikiliveriyor bir ayazda karşına.
Pişman ola ola temize çekilmiyor geçen zaman nanesi. Zaman sadece geçer çünkü. Yerine bir şey koyup da bardakları dolduracak bir iyimserliği yoktur. Gitmenin cins ismi. Kalanı son anda tutabildiğin bir uçurum kenarı yaratabiliyorsan, göze alman gerekiyor birlikte paramparça olmayı da. Kalmak da en nihayetinde bu biçimiyle işteş bir fiil.
Şimdi biliyorsun. O her zaman durmaksızın çalan kapısı bu kez aralanmayacak. Canı çekmeyecek hiçbir zili. Ardında kendini değil de, hüznünü dinlendirmeye çalışıyor yıllandırdığı görünmezliğini giyinip. Biliyorsun işte. Bir filmin en konuşulmayan ama herkesin bildiği sahnesi bu. Sustuğu bir nefes, bütün konuşmalarını kaplıyor. Biliyorsun, şimdi durursan yarın gözlerinde dünden, bir dağın farklı yamaçlarından kalma kış manzaraları dallandıracak. Roller kesinleşecek, bir perde ciğere bütün tozlu ağırlığıyla kapanacak.
Yalnızlığın bir sızısı var.
Kırgınlığın bir sızısı var.
Pişmanlığın bir sızısı var.
Affedişin merhemi dahil değil ama..
Son tüketim tarihinden önce..,
beraber kalalım mı, düşerken bile?
4 Ağustos 2015
öz
Geç kalan bütün açıklamalar itiraf. Ve hiçbir itirafımın hiçbir zaman telafisini beceremem. Sahici kalp yırtıklarının hoyrat yaratıcısıyım. "Bu kez olmasın" diyerek çıktığım tüm yollar, zarif teğellerden diri düğümlere, sağlam zincirlere, oradan da geri dönüşü olmayan dikiş atımlarına varıyor. Hangi ilmeği nereye geçirmemem gerektiğini öğrenemediğim çeyrek yüzyıl. Afsız ilerlemek, af dilenecek bir iyelik eki edinememek bütün yollarımı, mahallelerimi kan revan içinde bırakıyor.
Karşıma yüklediğim "Benim gibi düşünse keşke" zorunluluğunun sorumluluğunu öğrenemediğim, hep yarım yamalak, bir yeri illa sökülmüş, fazla fazla kırgın hikâyeler dizisi. Bizzat yönetmeyim. Elimden gelecek olanın ayan beyanlığına inat, basireti sonsuza bağlı.
Kendini bilmek, bunu bile bile birilerini varlığınla incitmek.
Hayat beni affetmesindi.
31 Temmuz 2015
bırak-a-madığın..
Yol kısa. Yol zor. Sonu dönemeç. Sonrası. Belki uçurum. Belki hoyratlıktan yorgun bir yumuşak iniş.
Yol yine. Yolcu tek değil. Hancı kimsesiz. Çalan kapılar. Unutulmuş sabah dilekleri. Gece açılan parantezin eninde daha da genişleme. Bekleme sayısında artış. Belirsizlik sonsuzda. Belirlenme isteği hiçlikte.
Mevsim tedirgin. Mevsim limonata. Mevsimin alacak nefesi yok. Mevsime yuvarlak dalgalardan, en mavi manzara.
Kadının aklı karışık. Kalbi dolaşık. Gün gerçek. Gece rüya. Güç var. Ağrı daha çok. Arzu bekleniyor. İnsanlar varlar. Şiir biraz eksik. Kelimeler yetersiz. Ölüm çok. Sıkıntı büyük.
Kadın saçlarına doluyor olanı biteni. Canındaki "ah", yüzüne acı acı batıyor, misafirlik uzun sürüyor.
Gitmek ihtiyaç. Rota hep bilindik yer. Gitmek değil. Haber taşımak. Medet ummak daha çok. Olmaz. Oldurulsun diye. Yık yap, yap yık. Yaşlanma telâşı.
Rakısız geçen yaz. Önünü görmeyen yaz. Ayıkken yerlere düşen yaz.
Temmuz. Bitti.
Başlayan ne. Meali meçhul ezberden bir dua.
24 Temmuz 2015
fay
Bir yere gitmek. Ömrün kıtalarına yer değiştirmek. Mevsimler ters yüz. Hiç yaşanmamış bir temmuz bu. Hiç bitmeyecek gibi duran, sakin bir sızısı var. Bir yandan da kavurmuyor ilk kez sıcağı; sürekli bir yaz akşamını giyinmiş gibi. Sürekli günleri çıkarıyor üzerinden, kavrukluğu soyunuyor, rüzgârda kalıyor ama üşümüyor.
Her şey yer değiştiriyor. Yaşlar, anlamlar, hareketler. Ve bu değişimin geveze susuşunda bir şeyler büyüyor. Hissediyorum; iyi şeyler ve kötü şeyler. Bunlar ne zaman bu kadar el ele tutuşsa, "Nasılsa aydınlanır bir yerden, geçer gider" diyorum ama bir şey; en büyüğü, en derine oyuğunu açıyor ve hiçbir aydınlığı uzun uzun yettiremiyor kendine.
"Aklım karışık" diyor. Bir cevabım yok. Düğümleri çözecek kadar keskin de değilim, net de. Herkesin dolaşıklığıma değmekten dahi kaçındığı yerde oturmuş başka hayatların Gordion düğümlerini açmaya çalışıyorum.
Zamanı saymayı bıraktım. Bir şeyler beklediğimi unuttum. İstemekten vazgeçtim. Bunların hepsini birer birer aştım. Bir yerde takıldım. Her şey hesaptayken ve sadece bir şey hiç değilken. Bir hayatı ilk kez birlikte oldurmak için göze aldığım, alabildiğim yolda çok yönsüz kaldım. Bırakmak, bırakılmak, yalnız kalmak; bunlar değil. Bir evin, bir şehrin, bir hayatın ortasında kimsesizleşmek. Kendi sesinden sağır olmak. Planlayacak koca bir geleceğe ve hiç yarına düşmek.
Bir yandan da mevsimle birlikte hayata katılışını taçlandıran nefesler bulmak, ama o tacı başına takamamak. Ağır çekimde bir çelme gibi. Takılıyorsun, düşeceksin ve canın yanacak, ama nasıl şanslısın ki düşmüyorsun da, seni tutan bir şey var. Ama takıldın, açın da değişti bir yandan. Şans kavramını biçimlendiren bir sakatlık.
Bütün varlığım sadece kendini geziyor. Kendine çarpıyor. Her şey içimden çıktı da, bir tek, salt dışarıdan görünen kadar kaldım sanki. İçimdeki şey boşluk yankısı gibi. İyi şeylerin sarmalayışına cevap vermek isteyen ama kötü şeylerle sürekli daha da üşüyüp daha da sarmalanmak isteyen, bağıran ama duyulmayan, susan ama yankılanan.
Korkuyorum.
Birbirlerini devirmelerinden. Öyle zarifçe, kendiliğinden, bir kutlama gibi gelen şeylerin kuyuma düşmesinden. O karanlığın büyümesinden. Bildiğim dünleri acıta acıta çiğneyip yutmasından. Bir ovada kapalı kalmaktan, bir ovayı içime hapsetmekten.
Boşluklarımın ağrımasından.
Dolduramamaktan.
Dolu olan ne varsa, kendini böyle oluk oluk boşaltmaya devam etmesinden.
Yeni kelimeler bulmama yetecek kadar yenileyememekten için tezgâhlarını.
Sevdiğin rengin ölmesi gibi bir şey sanırım bu.
Bu temmuz niye bu kadar devirgen ama kurmaya da meyleden.. Ve neden böyle kaya gibi düşmüşken, bir yandan da durmayan sulara baraj olmak ister gibi?
Birikemiyorum, yağamıyorum, ne oluyorsa olmuyor gibi, ne olmuyorsa altında eziliyorum gibi.
Biliyorum.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
14 Temmuz 2015
bir önce
Tarih, akış ve ters yüz. Beklediğin şeylerin zaman bulamayışı kendine ve zihnine hiç uğramayan ne varsa iyice yerleşiklik kazanması taş yuvarlanışında.
Bazı şeyleri deneyimleyerek öğrenmesin istediğim kalp yuvalarım var. Her şey büyüyor mu bilmiyorum ama herkes yürüyor bir yerlere. Çakıldık denilen yerden çıkmanın debelenişi mi, yoksa sahiden "yol varsa yürünür"ün doğal ve olmalı akışı mı? Tedirgin olmuyor değilim.
Belki de ilk kez bu kadar belirgin bir "Ya yanlış yaparsa?" korkusu var içimde. Yapmasın istiyorum. Sayısız tutarsızlığın ortasında kalbine bir ahmaklık çelme takmasın istiyorum. Benden kendini fersah fersah uzaklaştırışı benim çizemediğim bir mevsim parçasına, ocağa koyamadığım bir lezzete varsın istiyorum. Eksik bıraktığım bir şey varsa, ne varsa o tamamlansa...
Aslında kalbime ev kuranlardan, şöyle bir dokunup geçenlere dek tüm ılıklıklarım için arzulanıp isteklendiğim şey bu. Öyle böyle, ama yetemediğim ama kırıp döktüğümden, hoyratlığımdan veya beklenenin dışına çıkan tüm hareket ve hareketsizliğimden geriye kalan ne varsa... Af dileyişimi duyuracak bir şeyler, yansıması minik bir hareketin...
Şimdi, önce ve sonra.
Bir şeyden korkuyorum.
Ve bu ciğerlerimi üşütüyor.
Yazların gölgelenmediği bir yarın diliyorum sana. Belki sudan uzak bir yer beğenirsin kendine, ama yine de güneşini batırma.
7 Temmuz 2015
ki...
Bir var bir yok bir şey içinde tepiniyoruz. Sürekli olarak birilerini, bir şeyleri ikna etmeye çalışa çalışa, birilerinin istediğini yapmaya uğraşa uğraşa, kendimizi kanıtlamak uğruna bitap düşüyoruz. Bitap düşmek neyse, çok sahici ölüyoruz. Ölümün olduğu yeri dolduran "sınırlı" sessizlik bile değiştirmiyor ne bencilin bencilliğini ne de feda edecek bir şeyi kalmayanın fedakârlığını. Karşılıklı bir ömür oyma harekâtı, kendi işlediğin cinayetin kanı eline yüzüne, kalbine bulaşmadan durulmuyor. Ama hayat geçiyor. Ve elinde bir tane olan şeyin yitmesi... Telafisizce gitmesi. Bak bu çaresizlik. Yeniden doğuramadığın ömrü çarçur etme cesaretini kim veriyor bilmiyorum ama başroldeysen ödül almak üzere oynarsın. En büyük ücreti sen alacakmışsın gibi performans sergilersin. Yaşamak tembeliyiz. Hepimiz öyleyiz. Umursamadığımız şeyleri yan yana getirince insan insan ömür ediyor. Kendi savaşımızda hep katiliz. Ölen de öldüren de aynı kafa kâğıdına toplanıyor.
İnsanın en çok kendine acıması yok. Yoksa sahip çıkar. En çok kalbine. Böyle işleye işleye üzmez onu. Kendinden sonra da en çok en yakınlarına acıması yok. Sevdikçe öldüren bir canlı olabilir mi? Olmasın. İnandırıcı olmuyor çünkü. İnanmadığın bir şeyi savunmak da gelmiyor içinden, bünyende yalan haz ve bağışıklığı yoksa.
Hayat çok..; "bir var bir yok". Peşine "olmak" eylemi katmak için bir neden de aramıyor. o böyle kuralsız kaidesiz başlayıp biterken, zarardan ziyandan öteye niye geçemiyoruz? Vasat bir ortalamadan bir adım dahi olsa atabilmek bu kadar imkânsız olmasa gerek. Salt varlığımızla, kendi sesimiz sözümüzle ayakta durmayı başarmak en temel şey olmalıyken, bunu başarabilen "nadiri" alkışlar bu hal.. Acınası geliyor. Kendin olmayı başaramadığın yerde, sahip olduklarını nasıl baş tacı yapıp arkalarında duracaksın?
Nefesine inanmıyorlarken, sen kendin inanmıyorken...
Hayat geçiyor.
Hayat bitiyor.
Beklediğin; bir meçhul tarih için beklediğin ne varsa o meçhul ömre tokat olsun.
Yapamadığın, kıpırdayamadığın bütün korkaklıkların her gün aynada anıt gibi dursun.
Dursun ki...
2 Temmuz 2015
sor kendine
Aniden bir telefon çalıyor. Gelmeyen yaza tohumlar saçılıp birkaç saniye içinde yediverenlerle patlayıp fışkırıyorlar kalp toprağında. Bekler oluyorsun zamanı. Hani şu ölmeyen zaman var ya, o bir anda mücevherleşmeye başlıyor. Beklemek anlamlı bir eyleme dönüşüyor. Bir yere ulaşacağını bilerek beklemek. Tüketmekten başka bir şey. Zaman, olanla bitenle çok başkalaşan bir şey.
Beklediğin, beklemekten gocunmadığın o an geliyor ve dünya bütün çığrından çıkmış haline inat dengesine kavuşuyor. Nabzın düzeliyor, içinde bir yer tamamlanıyor. Organını yitirmiştin ya, o yerine konuyor. Nefes alıyorsun. "Hayat" diyorsun. "Bu hayat..". "Peki o hayat niye böyle oldu..?" diye sormadan da edemiyorsun. İsyan eder gibi değil de, hatanı bulup telafi etmek arzusunu karşılayamamanın gamından. Bir buçuk metrelik var oluşunla kilometre çözümsüzlüğünün yanı başında öyle, hiçbir şeye yetişemez kaldığın için. Birkaç santim daha iyi gitseydi bir şeyler, zaman böyle duvar duvar, yollar böyle diken diken dikilmezdi sanki yarına.
Bekliyorsun. Ne kadar bekleyebileceğini bilmeden bekliyorsun. Bir ömür sürecek belki bu. Bir yere vardığında; varırsan, varabilirsen, o nefesi bırakıp mevsimi devam ettirecek hale geliyorsun. Bunu bilmek, bile bile yanmak, önce yana yana kendini bulmak zorundasın gibi. Ama'larla, ikircikli hiçbir şeyi taşımak istemiyorsun o varacağın yere. Öyle çetin zamanlarda öyle çamur sıçramışken her şeye, tertemiz, sahiden bembeyaz olacaksa, öylesi olsun istiyorsun.
Bunu, bu olur mu olmaz mı zamana karşı geri sayımlı bir mucize ihtimalini zamansızca, sonuçsuzca beklemek...
Ama beklemek bazen ve aslında sadece bunun için anlam kazanıyorken...
Yaşamak için ölmeyi göze almaz mısın sahiden..?
1 Temmuz 2015
24 Haziran 2015
sagu.
Yağmura karışıp, sonrasında güneşe çıkamıyorum. Dün bir bahar parçasını teselli etmeye çalışırken, bugün kendi yaz dilimlerimi dudaklarımın arasına koyamıyorum. Öyle ıslağım ve öyle kapalı kaldım ki kalın duvarlar arasında, rutubetlenen kalbim olmasın diye kâğıt havlular bastırıyorum göğsüne nefesimin.
Ağrılar saplanıyor maviye, oysa ben turuncular batırmak, haziran kanepeleri yapmak istiyorum hafif meyve kokan, davetkâr. Kapılıp gidilecek yollar açmak istiyorum dalgaları sağa, sola ayıra ayıra. Sözcüklerinin anlamını bir yere vardırmayacağımız şarkıları, beceriksiz dudak büküşlerle kıvırıp ıslık yapalım. Gözleri aydınlıktan kısılmış, bileklerine gelişi güzel sararık çim parçaları yapışmış, dağınık ve hindistan cevizini andıran kumlu kokusuyla salınsın gün...
Kurutulmalı ve yaza hazırlanmalıyım; kalbimin sağlam bir kısmından vişneler toplayarak, reçellere...
17 Haziran 2015
değilsem...
Tedirgin. İçimde ürkek bir çift kanat. Uçsam mı, uçmasam mı, uçsam nereye, kalsam nerede. Bir şarkıyı, yeni bir şarkıyı duymaya çalışır gibiyim ama kulaklarım yetmiyor; hep bir uğultu aramızda. Öyle bir mevsim geldi ki, kendine yorgun. Kendini gün yataklarından kaldırmaya, bir ertesine vardırmaya mecalsiz. Sevişmekten değil, kendini taşıyamamaktan kan ter içinde. Mayıs, neye vardığını görse üzülürdü.
Bu sonsuz durağanlıktaki yorgunluğun sebebi şu göğüs kafesinde sıkışıp kalan özlemli şey olsa gerek. Başını yastığa huzurla koymanı sağlayan, uyumak istediğin, zamanın kalbinin en ılık yerinde durur gibi yaptığı şeyi özlemekten. Sonu gelmeyen bir sayıda, tek ayak üstünde dikilip, uyuşa uyuşa, uyuşukluğun önce acısı sonra hissizliğiyle beklediğin bir şey. Dün şimdi ne getirecek sana. Saçlarında yüzdürdüğün vapurlarla, bileklerinin bağladığı güzel deniz yarası kabuklarla, teninde gezdirdiğin, mevsim meyvelerine varmasını arzuladığın rüzgârla aşamadığını ne iyileştirecek.
Çarpım tablosunu ezberleyemediğin iyi oldu sanki, dokuz kere sekiz, yedi kere altı, on bir kere pi. Sonsuz kere yalnızsın ve hep kendinle çarpılıyorsun. Bir sıfır bile edinmeyi beceremediğin bu yerde yok oluşuna bile yol veremiyorsun. Oysa nasıl da tamamlanmak arzusundaydın. Bir çeyreği düşe kalka devirip de geride bırakmanın eşiğine gelmişken bak, yine takılır gibi ayağın. Değişmiyor mu, kombinasyonu mu çok fazla bu tökezlemenin. Hiçbir şeye cevap bulamadığın tüm bu üç yüz kırk bin günün sonunda yine bozuk dahi olsa bir pusulam, yırtık bir haritam, matematiği ucundan kıyısından sağlamalı bir mantığım, yörüngesinden çıkmış durdurulamaz, karşı koyası gelmeyen bir kalbim yok. Olmamak bu. Kendini olduramamak. O kadar ki, ismim boyu ağlamayı dahi beceremedim. "Çöl oldun." dediler.
Bu düştü düşecek mi, yerleşti kalacak mı yaşam biçimiyle nereye varılıyor bilen var mı? Ben hiçbir şeye parmak kaldırıp tahtaya çıkmak istemiyorum. Hiçbir bilgim yok hayat üniteleriyle ilgili. İyi, kötü, mutlu, mutsuz, sıkıcı, eğlenceli ve bu gibi şeyleri kümeleyecek kadar bile bilmiyorum. Tam olarak nereyi kaçırdım da bir daha yakalayamadım olanı biteni... Kimse mi not tutmadı? Ben mi yazınızı okuyamıyorum?
Gözlerim de bana çok ciddi bir oyun oynuyor. Nesneler deforme oluyor ve gözlerim benden bağımsız, yerlerine sığmak istemez bir şekilde eşinip duruyorlar. Ben olsam ben de kendime sığmak istemezdim. O yüzden kızamıyorum. Öyle duruyorum. Bir zamanlar durmak, durabiliyor olmak ne iyiydi. Artık kaldıramıyor bunu günler, dünler. Kapılıp gitmek ne iyi olurdu oysa durduğun yerde. Gözlerinden uzun kıyı şeritleri, sonsuz günbatımları yakaladığın bir nefesin rengine kapılıp gitmek. Gidememek, kalamamak. Durmanın iyi olmadığı yerde hareket kabiliyetini yitirmek. Ve bu haline oturup "bile" ağlayamamak.
Çok zaman öncenin, kendini bütün uykulara kazıyan kâbusundan çalınmış bir sahne bu. Çocukluğuma inelim doktor. Zaten çıkılacak bir yer de yokmuş. Geldim, baktım, hiçbir şey bulamadım. Bir kâbusu gerçek hale getirmekse olay ve o bir çeyrek yüzyıl sürdüyse sahiden vazgeçelim, çıkmayalım bir yere. Hatta elinizdeyse gömer misiniz beni doktor? Oksijensizliğin beynimdeki tüm yolları kapayışının ağrısı bir anlam bulsun. Toprak olayım. Deniz olamadığım yerde, bir de bunu deneyelim mi? Başım, gözlerim ve kaburgalarım ağrıyor ve artık ellerime inanan insanlar uzun yollardan dönmüyorlar.
Bir elmayı dişlemenin içimizi kamaştırdığı bir yer hatırlıyorum ama, hafızam orada da oyun oynamıyorsa. Şimdi sadece diş sızlatıp, on beş yirmi dakikaya iç yakan bu eylemi dönüştürelim hiç değilse diyorum. Bir arzu kırıntısı edinebilelim olmuş veya olduğuna inandığımız ya da düşlediğimiz şeylerden. Hem bir elma "yenileyicidir" çünkü, güzel bir adamın her seferinde söylediği gibi. Üstelik karpuzların kütürdeyip, kavun kokusunun eşsiz dudaklara yapıştığı anason aromalı sokaklar uzanırken şimdi, bir elma nasıl bir fazlalık yaratabilir ki? Birbirimize çok görmeyelim birtakım iç gıdıklanmalarını. Hiç değilse ihtimallerini. Çünkü attıramıyorum ben nabzımı. Yürüyemiyorum daha fazla. Bütün yollarım öyle yokuş ve yokuşların vardığı her yer öyle ıssız ki. Bir kıpırtı duymazsam artık çürürüm gibi. Mevsimi geçer gibi sonsuz bir sabırla beklediğim meyvelerin. Şehvetinin. Olduracaklarının. Doğurganlığının.
Bir şeylerin ölümünü karşılamaktan, yokluk karşısında özleme sabretmekten, yokluğun kalıcılığından emin oluşuma inat ne olduğunu bilmeden beklemekten, beklerken körleşmekten, görüşümü yitirmenin yönsüzlüğünden ve bunun ağrılı çaresizliğinden, çaresizlik paniğinden, tüm bunlardan, bunlardan, bunlardan biraz sıkkınım. Biraz fazla sıkkınım.
Bir ağrı kesici alsam, tutup da bırakamadığım nefesimin göğüs kafesime yaptığı baskı, kendimden bir türlü dışarı sızamayan sızı geçer mi? O da olmazsa, kazalım mı, gömüp de olamadığım bir kaç suyu ödünç alıp da sulayalım mı beni doktor? Belki borçla harçla da olsa bir avuç toprağa karışarak bir şeyler olabilirim.
Bu kez.
9 Haziran 2015
"güneşin sofrasındayız..."
Üzerimizdeki,
yüreğimizdeki sis dağılır gibi.
Bu yağmura meyleden grisi maviliğin, yıkamaya hazırlanır gibi kara kara parçalarımızı.
Biz. Hepimiz.
Temizlenmeye nicedir hazırlanıyoruz, gülümseme denemeleri yapıyoruz birbirimizin gözlerinden aynalar edinip.
Kadehlerimizi ah'larla değil de baharlanan dizelerle kaldırmayı özlüyoruz.
Hasretli bekleyişlerine olan umudun bunca törpülenmişken,
yeniden kapının çalmak üzere olduğunu, ve hatta güneşin ayak izlerinin kapı aralığından göründüğünü hissedince..;
ne yaparsın ki?
Ne yapardın?
Bir şeyleri en baştan öğrenmeye en hevesli olduğumuz yerde,
kalabalığız, çok kalabalığız, çok biriz.
İki gündür çok güzel uyanıyoruz.
5 Haziran 2015
92'10'6
Gülün anısı gül çiçeğinden, karanfilin anısı karanfil çiçeğinden, sokakların anısı sokakların manzara löpünden, sevgilinin anısı sevgilinin kendinden üstündür.
Sütbeyaz atlarla gelirler, sütbeyaz atlarla giderler.
Salah Birsel
2 Haziran 2015
nadas
Yorgunum bütün gecelerden ve gündüzlerden, en çok hareketsizliğinden yolun. İçime egzoz kaçırmamak için verdiğim bu mücadelenin neresinden galip, neresinden mağlup çıkarım kestiremiyorum ya, hepsi aynı yere varır gibi.
Kendimi kusmak istiyorum. Bir şey çok fazla. Üzerime büyük. Ağır. Sesim. Yankısı çuval gibi. Kendimden kaçmak, eve varmak istiyorum. Ev dedim. Ne kadar uzun sürdü. Bir daha dönmem dediğin ne varsa, şimdi içinde kâğıt kesiği gibi ince sızı... Can acısı unutulmuyor ya; intikam bu. "İncirlerin dallara ağır gelip de kaldırımlarda ezildiği o sokaklara varayım, bir varayım iyi olurum gibi" diyorsun. Utana sıkıla. Kaçmak için çabaladığın bütün ölümcül güzellikteki gün batımları öğrenilen geçmiş zamana bürünüp, uzak bir yerden dahi kendini göstere göstere nasıl da sevişiyor şimdi karşında. Başını çeviremiyorsun ve işte bundan kaçamıyorsun.
Dönmek değil de varmak arzusu. Bir tek orada mola verebileceksin sanki. Orayı terk ederken parmağının gösterdiği ne varsa; ilk aşkın, son aşkın, radyo frekansların, uykusuzlukların burada her sabah ömrüne dolaşık, düğüm olmuşken..
Sahi, hayat nasıl böyle oldu?
Bir inziva diliyorum şimdi. Kendimden çekilmek.
Yolumu yordamımı bulacak kadar durmak.
Sadece durmak. İmlâ gerektirmeyecek kadar cümlesizleşmek.
Madem bunca kimsesizlik, öldür sesini; sus ol.
O, her şeyin ancak iliklerinden geçerse tam olacağına dair inancında, tam o yerde dur; soyun kendinden.
Kendinsiz,
kendinle,
kendine kal.
26 Mayıs 2015
tunç uyak..*
"Boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla
Kediler gibi mırıldanarak.
Alkolden bir denize bıraktım kalbimi
Kırmızı bir sandal gibi,
Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla.
Avuçlarımla konuştum,
Allah büyüktür diyen insanlar gibi.
Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi
Yumuşak ve kremalı konuştum onunla.
Baharda leylaklar açardı boynumda
Mor ve pembe konuştum karanlıkla
Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim,
Sözler vardı içimde işe yaramayan
Sözlerle konuştum karanlıkla..."
Kediler gibi mırıldanarak.
Alkolden bir denize bıraktım kalbimi
Kırmızı bir sandal gibi,
Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla.
Avuçlarımla konuştum,
Allah büyüktür diyen insanlar gibi.
Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi
Yumuşak ve kremalı konuştum onunla.
Baharda leylaklar açardı boynumda
Mor ve pembe konuştum karanlıkla
Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim,
Sözler vardı içimde işe yaramayan
Sözlerle konuştum karanlıkla..."
21 Mayıs 2015
leyla..*
Dışarıda mayıs var. Bir yanı çok yeşerikliklerde patlayan kan kırmızı, bir yanı çok denize düşmüş gökyüzü huyu. Akşamın üstelemeden ama hafif dokunuşlarla güne inmesi... O rengi de biliyorsun. Zaaflarımı biliyorsun. Bir kadehe dolması gereken ne kadar sözcüksüzlüğüm varsa... Ve o kadehe kaleminin dudağı değmeli ne kadar şair varsa, onları da.
Eksiklik eklerinin unutmakla bir ilgisi yok. Bu, bir arzuya neden biçmenin olanaksızlığına benzer gibi, belki. Mevsimden arda bir bakış bırakabilmekten öteye beklenti yaratmıyorum. Oluru yok reddedişler karşısında pencereleri ardına kadar açıp, durduğumuz yerde soluk soluğa kalabileceğimizi göstermekten başka hırsım yok. Hayatla derdim bir gecenin en güzel yerinde -evet, o rakamın altmış dilimine sığar şekilde- "durmayalım" diyebilmek. Ay paldır küldür düşmeli balkonlardan belini sarkıtırken. Daha başka bir şeyin hesabını yapabilecek bir şey sürmüyor iklimimde. Ne olduysa, ne oluyorsa hiçbir cümleyle tartılıp da sağlama yaptırmıyor kendine.
Çok yalınayak nabzım. Ne tarihlerden ne de olaylardan korunacak ketler yaratabiliyor. Lâl sürüyor bir şeyler veya o lâllikle durağanlaşıyor. Saniyeler mi birbirini itiyor, haftalar mı deviriyor, bu neyin büyüyerek yaşlanmasını izlemek anlamıyorum. Bu kalabalığın, çok kalabalığın ortasında duyduğum tek şey; sudan yükselen karpuz kokusu, gözümün takıldığı portakal kasaları ve ikisinin arasında yalnızca yeşil ışık yanıyor olması. Metro çıkışında veya girişinde kestaneyle can eriğinin yan yana yer buluyor oluşu gibi. Şaşkınlığımın sessizliği, sözsüzlüğü, birçok şeyin anlamının altını çizmeye yetmediğinden kırıcılaşıyor. Oysa yabancılık tekinsizleştiriyor imlâsını yolda yürüyüşün. Nereye gittiğini bilmeden ve belki de aslında hiçbir yere gitmiyorken hangi yol tarifi işine yarayacak bilemiyorsun.
İnce ince esiyor rüzgâr. Saçlarımı sevmekle sevmemek arasında ağlamak istediğim vapur güvertelerinde üşümeye mi üşümemeye mi karar vermeye, aslında çok üşüyüp de üşümüyor gibi durmaya çabalıyorum. Ellerimin ağrısını bırakabileceğim bir yer yok ve martıları besleyemeyecek kadar susamsız şimdi denizaşırılarım, sevmelerim*...
Bu durumda neyin önlemini alma çabasında dilim, bilmiyorum ki... Kıyı kıyı susuyorum. Bakışlarım gözlerime küs. Çok hastalarmış, doktor da söyledi. Ağlamaktanmış hatta belki de. Bir yerde okumuştum; hatırlamanın da unutmamakla hiçbir ilgisi yok.* Gözlerim bitmiş. Bir nehre baka baka bitirdiğimi hatırlıyorum. Bir de şimdi nereye baka baka doğuracağımı bilmediğimi bazen unutuyorum. Gemiler batıyor sanki kuraklığıma saplana saplana. Gözlerimin reddinde dilim de sus pus. Bir bedeni bu yoksunlukla taşıya taşıya kalbini hatırlamaya çalışmak çok yorucu.
Hasarlıyım, yabancıyım. Dışarıda mayıs var ama. O temiz. Tertemiz. Saçları dalgalanıyor, dudaklarında çilek kokusu, rengi. Öyle genç ve elleri öyle diri sulara dokunurken.. Cam göbeğinden elbisesini sıyırdıkça eflâtunlu bir zamanın rüzgârı, yaseminler saçılıyor sokaklara. Konuşkan ve bakışkan sevişiyor mayıs; cüretkâr. Haklıysa, sonuna kadar.
Omuzlarından öpülmeli şarkılar söylüyor.
Mayıs olmak istiyorum.
Bu mevsime böylesi yakışıyor.
Ben arka bahçesinden hayran hayran içime çekiyorum varlığını.
Çünkü nereden baksan insanı en çok ve belki de bir tek aşk iyileştiriyor.
Ve şimdi sokakta, ve toprakta, ve suda, ve bulutta sahici bir aşk var.
Ne oluyorsa ve ne olmuyorsa sadece bundan olmalı...
14 Mayıs 2015
"omne animal triste post coitum"
Aşkın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktığını bile bilmiyorum. Kimi zaman bize aylarca, hatta yıllarca pusu kurmuş başka bir varlık gibi içimize girdiğine, bizim günün birinde, anılara ya da düşlere kapılmışken, özlemle gözeneklerimizi açtığımıza, sonra bu gözeneklerden içeriye girmesinin saniyeler aldığına ve derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum.
Monika Maron- Animal Triste
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)