30 Ekim 2012

"Ey suları usul usul yükselen deniz
 İçimiz damar damar parçalansa da
 Dışımız lâl gibi sessiz..."

28 Ekim 2012

yudum yudum, damla damla...*

Zamanın akmadığı yerde, günün renkleri değişiyor.
Perdeleri aralayacak bir şeyleri ararken, fonda hep aynı şarkı çalıyor.
Örtünmemekte direnen yanımın ne farkı var kendini kapatmayan umut çiçeğinden..
Zaman, yaralı.
Zaman, hızlı.
Zaman, ağır aksak.
Zaman, hırsız.
Zaman, bağışlayıcı.
Zaman, gündüz açan.
Zaman, gece asla kapanmayan.
Zaman, kendini tüketmeyen bir pazarda.
Zaman, kaçıncı perdede.
Zaman, üçte.
Zaman, ikimizin arasındaki doğrusu yitmiş sonsuzlukta..

25 Ekim 2012

26.01.


"Değil, unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.."

23 Ekim 2012

dem

Birbirine sokuluyor bulutlar, uzun bir yasın başındalar. Bir damla bırakana katılacak diğerlerinin tutmak için kendilerini zorladıkları yaşları. Uğurlayacaklar son yazı, şehri yıkayıp paklayacaklar, hazırlayacaklar sonbahara. Bu şehrin huyu bu, kavruk yaz renklerinden, gelin çiçeklerinden sonra anlaşamadığı şeyler oluyor. Oysa deniz, yağmuruna kavuşmayı bekler içimizde, ama burada işler başka. Bulutlar azıcık ağlasalar, şehir birbirine karışıyor, her işi olumsuz gidiyor şehir insanının. Hani şu, günde birkaç aspirin, ağrı kesici, vitamin alan ve h harfi yutan rahat şehir insanlarından* bahsediyorum. N'aber?'in cevabı bu işte. Yağmurla yıkanınca sokaklarının tenhalaştığını ve duştan çıkan bir kadının aynaları buğulandırışına benzediğini görmüyorlar ya, ben en çok ona kırılıyorum.

Sonbaharın ikinci gelişi bu. Oraya erken geldi, buraya biraz gecikmeli. Geç bir yazın son fuşyasına yetişemediysem de kızaran yaprakların döne dolaşa suya uçuşunu yakalarım gibi.
Yeşil bir su değil buradaki, oradakinden biraz büyük ölçekli, en büyük birikintilerden biraz ufak, ismimizi karşılamaya yetecek bir mavilik..

Telefonlar var bu mevsim karşılama törenine yetişecek; uzak yakınlık.*
Ulaşamadığımın telâfisi gibi; eve dönenler..
Biz; eve dönenler. Aynı eve dönenler. Birlikte büyüyenler. Büyüdüğünü sanıp elbette ki karşılıklı bilinen sokak köşelerinde buluşanlar. Kediler.
Kedili şehirlerin çocukları. Büyüseler de büyümeseler de bir suya, ortak kaleme alınan anılar düşürenler.
Oynanılan oyunları anımsayamamanın değil, bir aralıkta birbirini bulmanın yarı buruk mutluluğuna kapılanlar.
Anne kokusunu duymaya gelip, bulutları dürtenler.

Gözlerimiz, yo hayır kalbimiz, belki de her şeyimiz..; artık sonbahar.

9 Ekim 2012

yüzün, gündüzün..*

"Neyin özlemini çekiyorsun? Seni hasretle yanıp tutuşturan şey ne?"
Vücudun tüm salınımını ve diriliğini borçlu olduğun şeyin özlem olmasını Pina Bausch sürekli bu soruyu sorarak hatırlatırmış. Senin bedenine ayın hangi hali düşüyor bu aralar.. 
Hangi müziklerin kıyısından sallıyorsun oltanı..
Sonbaharı aşan bir şeylerden bahsettiler. Kızaran yaprakları aşan bir özlemdir belki iki köprücük kemiğimin tam ortasına düşen yaprak çiziği.. Senin köprücüklerinden hangi mevsim yürüyor.. Ben hep bordoyu düşünüyorum. Gri; yağmurlu, belki de haklı olarak karlı.. Bugün izlediğim filmde devasa bir kayaya çarpan suya da yakışıyordu. Ve Ortaçgil'in yaklaşık iki sene kadar önceki bir sohbetinin kıyısından denizin sesi duyuluyordu. Vapur seslerini düşündüm, zamanında çığlıklarıyla günleri başlattığım martıların kanat aralıklarına düşen fümeyi..  Sen hangi kuşlarla uyanıyorsun göç mevsimi dayanmadan yurt geneline..
Bu aralar insanlar büyüyor. Geçen senenin bu seneden farkı neydi bunu kavrayamadan bir sonrakine varıyoruz. Fark etmedim iki ardışık sayı düşmüş nefes aldığımız yıl hanemize. Yaşlandıkça jestleri, mimikleri mi azalıyor insanların, seslerimi daralıyor, kelimeleri mi kendilerini tasarrufa sokuyorlar, bilmiyorum ama uzaktan fark ediliyor gülmediğin. İfadelerin zayıflıyor galiba, ya da çok takılır oluyorsun sahici mutluluklarında çizilen resimlere. Sen neler yapıyorsun. Ben kahvaltılarını özlüyorum. Minik kırmızı kareli örtüler düşlüyorum, kenarları püsküllü olsun diyorum, ellerim örüyor hemen salkım saçak ne bulsa.. Utandığımda uğraşacak şeylere ihtiyacım oluyor. Mutfağın bir köşesinde portakal ağaçlarına bakan bir pencere olsun istiyorum. Fıstık yeşili saksılarda ismini bilmediğim küçük ve renkli çiçekler yetişsin diye, daha çok; sulamayı unuttuğumda dudak kıvrımların değişsin diye.. Ne zaman sıcak bir şey içsem, içime akıyor sesin. Bu aralar televizyonda kimi görsem sana benzetmeye kalkıyorum, olmuyor. Televizyon izlemeyi de beceremiyorum. 
Bir kursa başlamaya karar verdim, birkaç kadeh bir şey içtiğim bir yerde dünyanın öbür ucuna gitmek için çekiliş kuponu doldurdum, bayram için denize doğru bilet aldım, eve. Dönerken boyoz getirmeye karar verdim. Buradaki komşularımla tabaklar boşalmasın oyunu oynuyoruz. Sen neler yapıyorsun.. Benim zeytinli poğaça gördükçe gözlerim doluyor..
Bazı geceler sabaha varmasın istiyorum, sabaha sadece büyükler dayanabiliyor sanırım..
Uykusuz geçen gecelerin rüyasız olması belki huzurlu gelen kısmı.. Sen uyuyabiliyor musun, rüyasız ama sarman sıcaklığında...
Uyumanı istiyorum, gecenin yanağından kaymasını, sabahın toplu taşıma araçlarının gürültüsüyle değil de piyano sesiyle başlamasını..
İyi olsan... 


http://fizy.com/#s/123yi5

6 Ekim 2012

kırıntıları yerleştirdiğin yerden..

 Başka türlü mevsimlerin baş dönmesinde bir hare miyiz, 
eylül şiirlerinin hangi dizesinden ekim doğuran yerdeyiz,
toparlanıp gitti mi, başucumuzda ninnide mi..
Tarçından karanfile yuvarlanan kokuda, 
biliyorsun ya; 
bize en yakın renkteyiz...

25 Eylül 2012

kayıp

Karşılık bulsun diye söylenmiş bazı cümleler, ruh suskunluğuyla cevaplanıyor.
Belki de suskunluğun deprem yarattığı o büyük gürültüyle.
Sevdiğin bir sokağın kaldırım taşları arasından yuvarlanarak her şeyin büyüsünü kaybetmesine yol açan birkaç cümle.
-Cik derdi belki o, ben diyemiyorum.
Kocaman kocaman cümleler.
Ama senli, ama benli.
Bizden uzaklaşan.
Sana fark ettirmeden benden uzaklaşanlar.
İnsanlar nasıl bir araya geliyorlar ki hayalleri paylaşmadan.
Ben kaçıyla, başka ne şekilde bir araya geldim.
Mevsim hayali olmadan, yol hayali olmadan, uyanışların hayali olmadan, iki renkten bir yenisine varacağının heyecanlı hayali olmadan, gitmenin...
Yerleşikliği mi göçebeliği mi tartışıyoruz bu beklemenin zulmünde, bilmiyorum.
Ne istediğini bilip de cevapsız kalmaktan daha çaresiz bir şey yok.
Zaman yalan, demeyi isteyip de koluna saatini takmadan dışarı çıkamayan halinden daha zavallı...
Şehirler değişiyor, fütursuzca baktığımız şeyler değişiyor, gözlerimizi kaçırdıklarımız..
Hayallerimizin değişemediği yerde nereye kıvrılıyor peki yol?
Ya hiç değişmiyorsa bir şeyler, gökyüzü gibi denizlerde de..
Ya büyümek değilse bu düşen takvim yapraklarının sonunda bize kalan..
Gözle görünür şeyler değişirken, ya değişmiyorsa o ara sokaktan ayak bileklerimize dolanan yokuşun seslenişi yarına..
Değişmiyor-sa-n...

24 Eylül 2012

Olabilir.

 Aynı gökyüzünün altında olup da ayrı şehirlerde ayrı mevsimler yaşamamız çok tuhaf.
Coğrafya sahiden kader midir?*
Kadere inanmıyorsak, haritalarımızda neyin adresini arıyoruz..
"Belki aynı posta kutusuna, değişik zamanlarda da olsa...
Olamaz mı?.."

19 Eylül 2012

zerrelerce..

Radyodaki kadın Hollanda'dan ve olmayan dağlarından bahsediyor.
Pencereden cam silme sıvısının ve yağdı yağacak yağmurun açığa çıkaracağı toprak kokusunun izleri karışarak yükseliyor.
Kağıtlara gömülü bir güne çok belirtili ve bol nesneli, işlevli cümlelerden sıyrılarak birkaç dize iliştirmenin telâşına düştüğüm anda, güneş fransız balkon korkuluğunun metalini yalayıp geçiyor.
Evdeki döşemeye sızan büyülü mavi bir sıvının peşinden günün gölgesiz kısımları kendini açığa çıkarıyor.
Birkaç mahalle ötemde uyuyan adamın düşüne güvercinlerin kanat sesi düşüyor.
Haftayı yarılamanın ve yarısında başladığımız ayın henüz başlangıcının sesinde ana dilimden kopan şarkılar yuvarlanırken, sevdiğim bir ülkenin haritasında, girdiği şekerci dükkanlarını arıyorum. Parmak uçlarının dokuduğu yuvarlak ve bulutsu renklerin kokusunu.
Uyuduğumuz şehirlerde çarşafların kokusu değişiyor.
Kendi kokumuzu duymadığımız ve ayrıştıramadığımız bir yerde, birbirimizi arıyoruz.
Lavanta kokusunu.
Toprak kokusunu.
Anne olmaya karışan kokuyu.
Ömrün ilk yıllarından yükselen, yeni tenin kokusunu.
Fırından yeni çıkan ekmeğin kokusunu.
Tarçınlı kış gecelerinin kokusunu.
Kar kokusunu. Yağmurunkini daha çok.
Ihlamur ağaçlarıyla bezeli şehrin, nehrinin kokusunu.
Büyüdüğüm şehrin körfez kokusunu.
Köprücük kemiklerine takılarak akan kadın kokusunu.
Tanıdık olduğum, zeytin yeşili koltuklu evin kokusunu.
Köprülü şehrin en kalabalık caddesinin kokusunu.
Ve gözyaşının kokusuz olması, bu yağamayan yağmurlarda kırıcı değil mi...

15 Eylül 2012

yol..

Yol çatallanıyor..
Bir kıyıdan kalkan vapurlar, tren istasyonlarının kırmızı hüznünü harap eden hızla bakışıyorlar.
Mahallesinden metroya binen çocuk, iki saate yaklaşacak yolu çeyreklere varmadan tamamlıyor.
Ofis çekmecelerinde bekleyen otobüs biletlerindeki tükenmez kalem halkaları nedendir bilmiyorum; bir geçeleri çevreliyor.
Hangi mevsimden hangi rüzgâr dolduruyor yelkenleri, rotasızken zor..
Camadanla izbarcoyu ayırdın eşiğindeki karman çorman damarlar, nefes nefese bir öpüşün rengini akıtırken, hangi suya dökülüyor geceler.. Gündüzü beraber karşılanan..
Üflediğimiz hangi kuşun tüyü zamanda, ve sen hangi kuşlarla uyanıyorsun..
Tanınması güçleşen kanatların hangisinden düştü kaleminin sapı..
Sus-uyorsun..

Kana kana susuyorsun...

13 Eylül 2012

..

Bir ara sokakta öldüm, dün
Öylece yani.
Birdenbire..
Boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde.
Granit duvarlı binanın anlamsızlığına,
Şehrin boşu boşunalığına içerlerken
Bırakmışım son nefesimi kaldırıma
Bitmiş..
Öylesine yani..
Birdenbire..

Yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan
Yüz ifadesini göremesem de
Anlamış mıydı acaba öylece oturmadığımı?

O sokakta bitti her şey
Öğleden sonralarını bir bardak sütle geçiştiren
Apartman sakinlerini düşlerken
Sıkıntıdan ölmüşüm.., dün..

Arka odada ütü yapıp
Buharını burnuna çeken kadını,
Mutfağında her öğün için soğan doğrayıp
Gözyaşını kabuklara saklayan Madam Mari'yi,
Kocasıyla artık sevişemediği için
Kapı komşusu, gar sabunu satan adamı düşleyen Servi'yi
Düşündükçe
Ölüvermişim.., dün..
Böylece bitmiş yani
Birdenbire..

Sıkılıvermişim derinden zahir.
Tutunca da nefesimi
Portakal kabuklarıyla çay demi döktükleri çöpe
İki kedi de bulanınca
Kaldıramamış nefsim demlenmiş portakal kedilerini.
Balkabağı mevsimi bile değilken
Dönüşüvermiş her şey baldan kabağa
Ve saat henüz 12'yi vuramamışken
Kalkmış otobüsler durmamaya
Mecal mi bulamamışım, yere döktükleri bala mı basmışım
Hatırlamam ama,
Öylece kalakalmışım- kalkamamışım..

Şehrin insanı haberdar değil mi bu öldüresiye sıkıntıdan?
Vagonlar boş, birkaçı kiremit taşıyor topraktan
Kayıklarda serseri misinalar
Otobüsler kimseyi almadan durup durup geçiyorlar duraktan
Arabalar yürüme mesafelerini öldürüyor her gün, her öğle,
Her gece..
Bisikletleri balkonlarında unutanlar
Her an yağmur yağsın diye dua ediyor,
Üç öğün yemek yiyip, dört öğün uyuyorlar,
Buna rağmen erken uyanıp, geç yatıyorlar,
Aynı kuru kahveciden gün aşırı - iş olsun diye -
Yüzer gram kahve alıp, evde - iş olsun diye - öğütüyorlar,
Ve bir gün bile sormuyorlar öğütülmüşünü.
Kimse sormuyor; iş olsun diye yapılan iş, iş midir? diye..

Bunlar olurken ölmüşüm o ara sokakta
Balkondaki beyaz brandalar rüzgârla sökülürken
Sökülüvermişim
Şişip patlayan bir eteğin dikişi gibi
Sıkıntı işte..

Ya da ölmek yerine
İki adım yol yürüyeydim de
Konuşuverse miydim şu gelin çiçeğiyle..
Gitmek yerine..?

Jehan Barbur

http://fizy.com/#s/31q8rh

9 Eylül 2012

Corona

güz kendi yaprağını yiyor elimden: biz iki dostuz.
zamanı ceviz kabuklarından ayıklayıp yürümeyi öğretiyoruz ona:
zamansa dönüyor kabuğuna.

aynada pazar,
düşte uyunan uyku,
ağızsa gerçeği söylemede.

gözüm bir sevgilinin cinselliğine teşne:
öyle bakışıyoruz,
karanlık sözler ediyoruz birbirimize,
haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi,
uyuyoruz şarap gibi midye kabuğunda,
bir deniz gibi ayın kanlı ışığında.

penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
artık çiçek açma zamanıdır taşın,
yüreğinse tedirginlik zamanı.
zamanıdır, zamanı gelmenin.
artık zamanıdır.

Paul Celan

7 Eylül 2012

geçiş

Yürüyorum. Şehirlerin nemi kalıyor tenimde.
Tülle süslenmiş heyecanların, pastel yazdan kalma umudun, ikiyken bir oluşun davetlerinin, geniş bir gülümseyişle şahit olunan hayatın mevsimindeyim.
Kadınlar omuzlarına dökülen kestaneleri, kırgınlıkla küllenmiş sıcakların üzerine düşürüyorlar. Düşerken, erkekler ve başka kadınlar parmak uçlarıyla çatlatıyorlar o kestaneleri.
Kış arifesindeki renkler dudakları renklendiriyor, gecenin sıcaklığı yok olmadan, gündüze yetişen sıcak çarşafları ikinin huzurunda..
Sesten çok, döktüre döktüre susulanların* peşinde bir tarih..
Zamanın akmasına bunca davetiyeli tanıkken, takvim yaprakları ağaçlarınkine uyum sağlamaya bunca hevesliyken..,
Kalsın istiyorum eylül ortasında, omzuma döktüğüm mürdüm erikleri..
Parmak uçlarının izi, buğusunda kalsın.., dudaklarımda çıtırdarken son baharın renkleri...

4 Eylül 2012

Palavras num silêncio de ouro.

Altın sessizlikte kelimeler.

Gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı? Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?

Deniz kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgâra tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterdim o rüzgârın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. Oysa ne zaman konuşmaya kalksam her şey yine eskisi gibi. Özlediğim arınma, kendiliğinden olan bir şey değil. Bir şey yapmalıyım ve bunu kelimelerle yapmalıyım. Ama ne? Kendi dilimden çıkıp bir başka dile adım atmak istiyor değilim. Hayır, askerden kaçar gibi dilden kaçayım demiyorum. Ve kendime bir başka şey daha söylüyorum: Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne?

Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum. Bu dizilişten doğacak cümleler çarpık çurpuk olmamalılar, tuhaf da, alışılmadık da, abartılı ve yapay da. Portekizcenin merkezini oluşturacak arketip cümleler olmalılar, doğrudan ve kirlenmeden bu dilin saydam, ışıl ışıl yapısından fışkırıyormuş duygusu uyandırmalılar. Cilalı mermer gibi pürüzsüz olmalılar ve Bach'ın bir partitasındaki notalar gibi de tertemiz; kendileri olmayan her şeyi tam bir sessizliğe dönüştürmeliler. Bazen, içimdeki balçığa benzeyen dille azıcık uzlaşır gibi olduğumda, rahat bir oturma odasının huzurlu sessizliği sayabilirim onu diye düşünürüm, ya da sevgililer arasındaki yumuşak sessizlik. Ama yapışıp kalan, alışkanlık olan kelimelere duyduğum öfkenin pençesine düştüğümde, ışıksız uzamın berrak, serin sessizliğinden daha azıyla yetinemiyorum. Portekizce konuşan tek kişi olarak orada sessizce kendi yolumu çizmeliyim. Garson, kuaför kadın, biletçi- yeniden dizilen kelimeleri duysalar şaşkınlıktan ağızları açık kalırdı ve cümlelerin güzelliğine şaşırırlardı, bu güzellik de o berrak cümlelerin parıltısından başka bir şey olmazdı. Zorlayıcı cümleler olurlardı bunlar -öyle hayal ediyorum-, hatta acımasız da denebilirdi onlara. Dediklerinden şaşmadan, yere sağlam basarak dururlardı, böyleyken de bir tanrının sözlerine benzerlerdi. Aynı zamanda abartısız ve heyecansız olurlardı, kesin olurlardı; ve öylesine ölçülü ki; bir tek kelime, bir tek virgül bile çıkarılamazdı o cümlelerden. Bu bakımdan bir şiire benzerlerdi, söz kuyumcusunun işlediği.

Pascal Mercier- Lizbon'a Gece Treni

1 Eylül 2012

Kaf Dağı'nın ardına kaçsa bile...*

Kapıları gıcırdatan ağustos, nihayet sert bir rüzgârla o kapıyı kapatan eylülle beraber ardından su döktürttü.

Bu yaz, yaza mucizeviliğini veren bulutsuzluktan uzakta, ya da bulutları pamuk helvaya benzeten bir gökyüzü telâşıyla geçmediğinden sonbaharı çok özledim.

Tüm anlam bulan hayat aktivitelerinin temeline yerleşen o özlem..

Bir mekânda bulunmanın özlemi, bir mevsimin düşürdüğü ve doğurduğu yapraklara şahit olmanın özlemi, en güzel notayı kulağınla çekip çıkardığın şarkıları duymanın özlemi, bir öpüşün buğulu tadındaki hissin özlemi, tenin tene karışmasına sabırsızlanan dokunmanın özlemi, kalbi sızlatan bekleyişlerin yaklaşmasının özlemi, insanın insana, insanın kente, insanın kendisine özlemi...

Griliğinin içerisine eflâtun parlaklıklar karışmış uzun bir rüya gibiydi geçtiğimiz üç ay. Temmuz sonlarında eflâtunu, uzay tasvirlerindeki fuşyadan mora dönen fırçalara kayan... Şimdi hem bekleyen hem beklenen olmanın siyahtan uzaklaşan griliği..; ben olsam betonu düşünmem, daha çok yağmur öncesi bulutların sıkıntısı gibi..

İçin için kendini tutuşturan, bir kibritle oluk oluk boşalacak olan sıkıntı..
Eylülü bekleyen titreşimi dalların..
Kendini artık bırakmak isteyen yapraklar..
Rengini değiştirmek isteyen sokaklar..
Tüyleri diken diken olmuş gibi pürüzlenecek körfez yüzeyi..
Orada, beklediğini bildiğim yeşil nehir..
Dallarından avuçlara düşmüş meyvelerin, kahvaltı sofralarına değecek şekerli kurulukları..
Altı söndürülmeyecek çaydanlıklar..
Buharında yine "aşk var..."

30 Ağustos 2012

eylüle..

Özlemek, ne mecalsiz ama ne çok salıncaktan göğe değen bir kelime...

29 Ağustos 2012

Bir Zamanlar Bir Yaşam Diliminde

Saman balyalarını bağladığım tarlanın kuzeyine düşen az ilerideki alçak bir tepede başladı her şey. Bu tepede kendi kaderine bırakılmış üç armut ağacı vardı, ikisi yapraklarla kaplı, biriyse grileşmiş gövdesiyle çıplak ve ölüydü. Arkalarında kocaman, ak bulutlu mavi bir gökyüzü vardı.

Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş bu küçük görüntü, birden gözüme çarpıp mutlu etti beni. Sokakta yürürken görülebilecek tanımadık, hatta hiç çekici olmayan, ama bir nedenle, yaşanan bir hayatı sergilediği için belki, insana hoş gelen bir yüz görmüş gibi olmuştum.

Hemen sonra izlendiğim duygusuna kapıldım. Bir an, tepede bir insan durduğunu, ya da bir çocuğun armut ağaçlarından birine tırmandığını sandım. Ölü ağaç, iki canlı ağacın arasında öyle duruyordu. Ortada kimsecikler yoktu.

Bir insan bir hayvanı ürküttüğünde ya da tam tersi olduğunda, bakışların izlediği yol bir an öteki şeylerin hepsini dışlar. Şöyle ki, olay bir hayvan ve bir insan arasındaysa, ortada genellikle bir var olma eşitliği vardır. Oysa bu kez bir eşitsizlik olduğunu seziyordum. Yani beni izleyen manzara parçasından daha az var oluyordum...

Seninle karşılaşıncaya kadar gerçekleşmekte olan bu değişimi adlandırmaktan acizdim. Bugün ilerlemiş yaşımda koyduğum ad ise; aşkın içe işleyişi.

Her şey bir akıntıya kapılmıştı. O üç armut ağacı, o alçak tepe, vadinin öbür ucu, biçilmiş tarlalar, orman. Dağlar daha yüksek, ağaçlar ve tarlalar daha yakındı. Görülebilir her şey bana yaklaşıyordu. Daha doğrusu her şey durmuş olduğum yere sürükleniyordu, çünkü ben artık orada değildim. Her yerdeydim, vadinin karşısındaki ormanda olduğum kadar ölü ağacın içinde, dağ yakasında olduğum kadar saman balyalarını bağladığım tarladaydım.

John Berger- Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

26 Ağustos 2012

dönmek..

Mevsimin uzatmaları oynadığını yerden yazıyorum.
Henüz eskiyip de sararıp solmaya başlamamış fotoğrafların gölgesinde bir eylül hazırlığı içerisindeyim.
Belki yaza çok yaklaşamamaktan, belki tenimin bu yaz deniz tuzunu tutmamasından..
Bisikletimin tekerlerinde renk değiştiriyor yapraklar..
Kuruyor günler, sahil çekiliyor..
Çocuk seslerinin içinden çıkılmayan cümbüş, yerini eski bir balkan filminden hatrımda kalan dağınık düğün yerini anımsatıyor şimdi.
Her şeyi saçmıştık oysa, neşemizi, umudumuzu..
Özlem denilen şeyin bir tür hastane kokusuna sahip olduğunun duyumsandığı şu zamanlarda, sanki soyunuyoruz birer birer dudak kıvrımlarının mutlulularını..
Açık adresini bildiğin evlerin kapılarını çalamadığın bu gün dönümleri, çocukluk kabusundaki ilerlenemeyen yola benziyor; aydınlık bir oda, karanlık bir yol..
Beklendiğini bile bile varamamak.
Özlediğini öle öle hissetsen de kımıldayamamak.
Yarım uykular, ardışıklarına varmaya bile nazlanan saatler..
Bazen coğrafyanda ölüyorsun.
İnsan yaşadığı yere mi benzerdi Ahmet Abi?*
Yaşadığım yer neresi.
Bu ölüm neyin nesi.

18 Ağustos 2012

..beklerken...

Hiçbir şeyin manasının olmadığı zamanlardan sıyrıldığımızda,

güzel yerlere gidip, güzel şeyler içerek, güzel şeyler okuyup, güzel kalemlerle peçetelere notlar alalım.

Böyle zamanlarda, öyle şeylere çok ihtiyaç duyuyorum.