19 Mart 2009

as much as I ever could...

Oh...

Love of mine,
Won't you lay by my side,
And rest your weary eyes,
Before we're out of time,
Give me one last kiss,
For soon, such distance,
Will stretch between our lips,
Now the day's losing light.

Oh...

Bring me your love, tonight.
Bring me your love, tonight.

Lost at sea,
My heart beat is growing weak,
Hoping you'd hear my plea,
And come save my life,
As the storm grew fierce,
An angel was certainly near,
I knew there was nothing to fear.

Bring me your love, tonight.
Bring me your love, tonight.
No I am not where I belong,
Bring me your love, tonight.

No I am not where I belong,
So shine a light and guide me home.
No I am not where I belong,
So shine a light, guide me back home.

Oh...
**city and colour

9

Bir gözyaşı bir yastığa düşünce nasıl ses çıkar?
Ve tam o anda "Yapma.." diye haykırırsan...
Boğazımda bir taş..ve sivri..
Yutkunursam sıcak tenimi soyar mı?
Kollarında olmadığım için yaşıyorum güzelim..
Yoksa çoktan ölmüştüm..ama sadece uyuyorum..sadece uyku..
......
Soğuk suda 'sus'tum..kızarmış sır kokan tenim serinlesin diye..
......
O kadar çok şeye yeniden başlamak isterdim ki, intihar tek tedavi olur sanki...Ama yaşayacaktık..

...Yaşayacaktı(k)..

zaman son mart gecesi olsun*


Strange infatuation seems to grace the evening tide.

I'll take it by your side.

Such imagination seems to help the feeling slide.

I'll take it by your side.

Instant correlation sucks and breeds a pack of lies.

I'll take it by your side.

Oversaturation curls the skin and tans the hide.

I'll take it by your side.

I'm unclean, a libertine
And every time you vent your spleen,
I seem to lose the power of speech,
Your slipping slowly from my reach.
You grow me like an evergreen,
You (n)ever see the lonely me at allI...
I..
Take the plan, spin it sideways.I...Fall.
Without you, I'm Nothing..
Take the plan, spin it sideways.
Without you, I'm nothing at all...
placebo

18 Mart 2009

z*

".. Saçlarıma siyah ipekle kaküller kestim., siyah kına çaldım. Ağıtlar birikmişti kapıma. Sabah onları içeri aldım. Ellerimi soğuk şarapla ıslattım. Sen omzunda ağladığım son sevgilimsin... İnsanlar akıyor boynundan aşağı. Avuçlarıma dolduramadığım hikayeler akıyor. Tek tek kırılıyor nazar boncuklarım..."

Yaşlanmış bir kız çocuğundan daha fazlası değilim... Uzun cümlelerim örtmüyor artık içimden dolup taş
an haykırışları... Hıçkırıyor gün, gece bitkisel hayatta... Ağzıma çalınan tadın boğazımda patlamıyor... Kulağıma doladığım 5 siyah noktada acıdan fazlası uçurum mutluluğundan azı yok... Hep "z" lerle döngülenen hayatım "a" lara meyillenmiyor hiç.. kırmı(z)ı, deni(z), gö(z)de, di(z)e, aru(z), ya(z), yalnı(z), ö(z)gür, (z)or, z(!)or, z**or... DERDİMDİ!...


*poster: Andy Warhol

17 Mart 2009

...araba vapurunda bir dilek tutuyorum, üşürsem duyarsın belki.


"..Denizin dudaklarıma değen sesi...


Şehirlerin aman vermediği bir kadınım şimdi... Sana dönmemin bile ayrılık olduğu bir vadide, kanatlarına çarparak eriyen el sallayışlarıyım.


Bu gölge yüzün için ne kadar ne kadar da gerçek. Beş gün beş gecedir yanan vücudumu gözetleyen balıklara, imkansız olan aşkımızı anlatıyorum. Beş gün beş gecedir, seni ve kestane ağaçlarını düşünüyorum.


Rüzgara güldüğü için ölen bir kelebeğin çırpınışına karışıyor telefondaki sesim. Acılar yakınlaştırır bizi, kurtulmak istemem onlardan. Belki de yitirdim yüzümde yerine konulmaz bir şeyi. Solgun durursam eğ başını ellerime. Aptalca olduğunu bile bile, durmadan gitmek zorundayım diyen ve seni seviyorumlar kadar acımasız yazacaklarım. Ama gitmek zorundayım ve yeterince üzgün olamayacaksın.


Ben sadece vaatlerle dolu bir kadınım. Uzaklıklarsa sahip olduğum tek şey. Hoşça kal demek için öpersen, gökyüzünün bana doğru düştüğünü hissedersin. Ve son bir düş için seni mahkum edebilirim sayfalarımda yaşamaya...


Bak, yavaşça dönüyorum görünmeyen köprülerin ayaklarını inşa ederken. Ben mevsimleri birbirine katan rüzgarım. Bir kadınım, tek başına kayabileceği batı dalgalarını bekleyen.


Yoksa çok mu erkendi sığınmam bu kuytu limana. Hep yalnız titreyen bu kadına ne verebilirsin ki!.. Ruhum yazdıklarıma yenik düşüyor, yırtıp atamıyorum onları. Sadece seni sevmiş olabilirim...

Aldıklarının yerine şapkalarını bırakıp kaybolan bir hırsızım. Aşk her zaman ele vermiştir beni. Şimdi nasıl itiraf etmeli, beş gün beş gecedir gömleğine sarılıp uyuduğumu, yakasına yapıştığım bir rüyayı nasıl kendim yaptığımı... Yine susturmalıyım kalbimin kalabalığını, hep anılarla sevişiyorum. Şu an senin olabilir miyim…


Saçlarınla oynayacağım, dudaklarımı çenene dayayacağım ve bana sarılacağın sessiz bir gece için “ beklediğim tüm sabahlar sen ol „ diye yalvaracağım. Kendimi yok ederken bir yalanı yaşattığımı bilerek, sonuna kadar. Neye içimdeki kızgınlık… İnan kölesi olabilirim gözlerime saldığın derinliğin.

Bu yatak, serin okyanus ürpertisini andırırken iç çekişleriyle dokundu. Nazik ve kırılgan kürenin kristalleştirdiği o kalbi kollarınla sarman için. Çünkü kazananlar ve kaybedenler yer değiştirmek zorunda. Çünkü, her an vazgeçebilirim senden…

Ben, hep bağışlanmak isteyen kadın. Bir gün beni bağışlarsın diye…


Siyah eteklerimi gökyüzüne aralayan rüzgar… Seni o ağaçların altında ne çok seviyorum. Saçlarım, ağlamaktan şişen gözlerim, topladığım kestanelerle irileşen ceplerim… Ahh, seni tanımıyordum bir zaman. Aşk için kestane ağaçlarına tapınan bir çocuktum. Titreyen kalbini sarıp koruyacak tılsımı araya durayım, sen koşarak gitmeye devam edeceksin!.. Son kez, bir daha diyerek döndüm ölü kuşlar evine. Bin kez yalanladım yazdıklarımı, yaşadıklarımı… Biliyorsun bir tek sen bilebilirdin zaten, hep haklı ama suçlu çıktığımı…


Koşuyorum, çantamda bir tek oyuncak trenim var. Sakin bir açıklıktan izliyorum her hareketini; uzaktasın ama yüzünü seçebiliyorum. Alt dudağını ısırışını, dudaklarıma yaklaşırken göğsümün sol yanına, denizlerin ortasına düşüşünü… İnsanlar bir gün beni sana yazdığım için cezalandıracak. Serin bir deniz gibi çarşaflara uzandığım yatağı, içine çekildiğim uykuyu ve tüm gecelerimi yazdığım için…


Durup, uzayan vadiye bakıyorsun. Belki de anladın izlendiğini; hoşuna gitti, gülüyorsun… “ Her şeyi unutabiliriz ama kestane ağaçlarını asla” diyen bir şarkı dinliyoruz.


Bir gün beni sevmekten vazgeçersen, arzularını gözlerinin yalımlı çevresine atmaktan vazgeçersen; titreyen sesinle “ben sensiz ne yapacağım” dersen, çantamdaki trenin sesini duymaya çalış. İkimize ait olan tüm bu sesleri içine al ve denize git!..


Hep.


Sisli bir gecenin ardından koşturuyor gözlerin. İleriyi görmekte zorlanıyorsun. Tenimde su perisi var. Ansızın öfkelenebilir, beyazlaşabilir vadiler. Peki o zaman aşka ve geceye kim inanacak!.. Gözlerimi yumuyorum, ya ölürsen; ölürsen geceye ve bana kim inanacak…"


UU.

16 Mart 2009

tat...


Bahar rüzgarına uzan…Belinden sırtına çıkar, boynunda kalır…
Bu anın seyircisi ben,giz gibi yanında…
Ve dokunmadan, kokunla baş başa…
Çocuk uykularındaki o dalgın tebessümle yüzümde…

.....Zamansızca gözlerine bakmak ve tutuşmak…Engel olamıyorum düşlere…
Meyilli halinden memnunum…İnadına gibi…
Göz kapaklarım ağır…Yarı aralık dudaklarımdan boynuma alkol damlıyor…
İNADINA...
Bu sır loşluğunda parlıyor, damla damla süzülürken… Çıldırtan sınır noktalarında asılı kalıp…

Bir nefes aralığı mesafemiz, tam karşımdasın…Bende aynı küstahlık, hiçbir şeyi umursamayan…
Sana inat o tebessümle ve kıpırdamadan…
Dişlerimi dudaklarıma saplayan tutkuna mı yenik düşerim, mahçup baktığım hep affeden gözlerine mi…?

Saçlarımdan tuttuğun an kollarım boynuna dolanır belki…
Ve gerdanım karşında…İNADINA…

Bağır çağır istersen,umrumda değil…
İnadına bu baygın tebessüm…Gözlerim gözlerine dikilmiş…
Kim bilir böyle kalırız belki…

…Ya da serilir önüne bu küstahlık... İstersen gel üzerime…
Ve istersin belki, kızıl tutku tadını..kim bilir..öyle kalırız belki…

Kelimeler yok olur,
Güneşe yazılmış, sen ve ben…


*tırnaklarımı geçirirken avuçlarıma...dişlerim sıkı...bazen dudaklarımda..vahşi tadına inat keskin kırmızıya dönüşüyorum..zor güç..karşımdasın bu yırtıcı anda..

Sen yine dudaklarından dökülmeyen şarkılar söyle…


Kalbimin göz pınarlarından sallanan kristal buz sarkıtlarına gözyaşın değdi bu sabah… Samyelinin eflatunluğunda yokladım kelimelerini… Tenime vuran mürekkep lekesinden çıkarmaya çalıştığım imzada iri gözlerinle baş başa kaldım Yeşim taşlarının yer ettiği parmakların, bir zehirli sarmaşık gibi, akıtıyor iklimlerini, ten ten…

Çapamı sapladığım kıyılarında yosun tutmuş bir bahar, antika bir gülüş.. Surlarımın altından akıp giden suya iliştirdiğim yorgunluğa uzanan ay ışığı ellerin… Parmağına dolanan güneş yansıması, tütün ve akoru bozuk bir gitar…

Nazım ölçülerini asla sayamadığım şiirlerin, yüklemsiz mısralarında uyuyorsun. Tırnaklarında tutuşan yıldız gölgeleri, saçlarımın arasından akan cemre…

Düş mavisi dokunuşların ihtişamlı bir kent ışıltısı… Kızıl Meydan, beyaz toprak, lacivert gök, biraz sen, biraz ben, biraz kendini kaybetmiş sıcaklık…

Boynuna gelişigüzel iliştirdiğin keskin metal güneş ışınları zihnimin durduğu an, beyaz ten, metal sıcak, zor güç… İsimlendirildiğinde yok olan masalların isimsiz kahramanlarıyız. Yakın ve uzağın seviştiği…

Tabusuz kabusların düş çocuklarıyız. Her şeyden güzeli, mesafedeki tek gerçeklik; kadife güzelliğinle bezeli göz kapaklarının ardındaki uykular…

Kulağıma dayadığım iri deniz kabuklarından yankılanan mavi ses, turuncu sessizlik, kızıl kan…

Kadehler dolusu aşktan damlayan şarap ve topraktan güneşe uzanan soluk.

Şarap, soluk, sen…

Amforalardan taşan taba süt ve tanrıçasın işte,; temmuzuma düğümlü karlar içinde…

Tenimden geçen mevsimlerde doğurgan, Niobe…

Oluk oluk akan bir düş bu, geçit vermeyen gölgeler iki adım arkamda, kızaran mevsimde kokun…

Gerdanın… Gerdanında biten goncalar beyaz ve ağır ve kadife ve aşk… İri gözlerinin boyadığı ağaç gövdelerine toz pembe tüller dolanıyor, şarkılarından dökülen…

Raks eden düşün ve gerçeğin, sevişen gün ve geceye nazır…

Elinin ayasına çizdiğim deniz şehirleri yazları akıtıyor bileklerinden, dişiliğine uzanan yolda…

Yaz- deniz- sen…

Sen- deniz- yaz…

Deniz- yaz- sen…

Sen, ben…

Ben, sen…

Tutuksuz yargılandığım günah, düş akıtması… Kirpiklerinin koyuluğundan kopup gelen bahar yorgunluğunun uykuları olmak istedim, bu kentin koynunda… Düşünün mavisi, dokunuşunun yeşili, teninin beyazı, ses(sizliğ)inin turuncusu… Boyadım hayalimi henüz yirmi dakika geride bırakmışken gece döngümüz üç (3)ü…

Boynumda beliren yıldız, öpüşünün izi…

Ben, sen, sus…

Sus…

“Sus”…

ama yapamıyorum.


"....en yakın arkadaşım, beni kırabileceğini söyledi. Kırılabilirim. Ama önce mektubumu bitirmeliyim. Benim sedef terliklerim var. Ve mavi buzdan tokalarım. Senin için tango çaldım, "ama neden" diyerek. Biraz ötede buldum; bana bir tango borcun var. Şarkı dinleyip kitap okuyorum. Arkadaşlarım nerede kaldı. Müzik dinleyip kitap okuyorum. yani bu çok sonra demek Uykuya geçmeden bir saat önce. Yani çok sonra. Sıcak, çıplak, isteksiz kalıyorum. Soğuğu seviyorum, kibritçi kızı. Ama sıcaklar ülkesini merak ediyorum. orası bilemeyeceğim tek yer. Beni de yanına alır mısın... Sen güzel şiir okursun. Oğluma, beni beğeniyor musun diye sorarım. Beni aramadığını söylersin; beni hep sevecek bir onu buldum derim. Sonra... ...Dur. Gitme. Sana bir şey verecektim Bir sen bağıracaksın, bir ben susacağım. Bir sen........, bir ben susacağım. Bir sen kıracaksın, bir ben. Benim savaşım böyledir işte. 6 gün sadece bunun için beklerim. En gerçek veda için. Ben o kitaba adımı yazarım; sen de ilk adını bulursun...,... Sana yazarak kurtuluyorum. Bir de çubuk kraker yiyorum. Ten sadece ama sadece yazarak anlatır. Ne mucize, zaten hep güzel bir kadındım. Sen atını okşarken yine şans rüzgara gülecek. Bir daha uzak ülkelere gidersen her şeyi anlayacağım; bir şair gibi bir şairi, bir kadın gibi bir erkeği, bir erkek gibi... Tamam sustum ama yazacağım. Çünkü yine bende sendeki kadına koşan çocuğu gördün. Seni anlatmıştım daha hiç tanışmadığımız defterlerimde; ne zaman oraya gelsem aynı türküyü söylüyorum; "Yine ben sardım yaralarını" diye biten bir dokunuşu... Tamam sustum. Ama, ten kendini sadece ve sadece okuyarak anlatır. Şimdi nefes al. ..Bugün ölüm orucunda ölenlerin sayısı on iki... Seni seviyorum ama hala aramadın. Bak ne güzel öldürüyoruz herkesi. Seni seviyorum ama bu katil kalp yerinde durabilecek mi bilmiyorum. Artık bilmekten de nefret ediyorum...... Köşeye sıkıştırıldım Anlamıyorsun Seni parçalayabilirim Bir zamanlar Hayat isimli dudakları çok çirkin bir arkadaşım vardı O da senin gibi baktı Ona aşık olmamıştım ama... Anlamıyorsun Boğuluyorum beni ağlat... Yüzde yüz fazlasında bir ölümdü bu. Senin, hanesine papatyalar çizdiğin. Ve daha az anlaşılır fallarda bulduğun. Sakın şaşırma, artık duvar kağıtlarının içine giriyorum. Bacaklarımın arasına sızıyorum. Ve denizi görüyorum ki...; o yosun tutmuş bir balık. Karyolaların altına giriyorum. Perdelerin arkasına saklanıyorum. Saksıların dibine düşüyorum. Öleceğimi bilsem tekrar ederdim sana bütün yazdıklarımı. Ama yeniden sevemezdim ki... Yüzde yüz fazlasından bir umut düşmüyor gözlerimin hanesine. Bir ağlayış ki..; düşün, adını telaffuz edemeyen bir pazar esnafının serasında, ekşi birer elmayız ikimiz. ..Daha kolay yaşamalıyım. Metruk evlerde yaşayan, "tam işte o kelimeydi" dediğim insanların arasında..; daha kolay ama nasıl, onu da bilmiyorum. Aşk ikide bir ellerimi tutmak istiyor. "Bir gün sen de cezanı çekersin" diyor. Boşuna, ellerimi verme.. Boşuna ellerimi verme... Uyutmayacağım seni, ninniler büyütmüyor çünkü. Bahçende sıçraya ağustos böcekleri hala saçlarımın içinde..; Bir tek ben kanadım, bir tek sen gördün beni. Artık özgürüm, öyle yalnızım ki..... Peki ben senin nereni gözlerimle ıslatıyorum.. Bu kadar yenik bir şeyi neden itiraf ediyorum. Sen kumbaralar içinde yüzen küçük siyah dudaklı "Kırmızı bir balıkken...." ..Kırmızı. Sana, sadece kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim. Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım. Sadece bitmeyen kalemlere ve adalete inanırdım. Sense, birimiz için yaratılmış olan yalnızlığa sahip olurdun. Elveda mürekkep lekem... Elveda şehrin ışıklarında boğulan balık.. Elveda dokunmaya kıyamadığım sabah güneşim. Sırf bu yüzden seni yıllarca yastığımın altında saklayacağım. Şimdi, bulutlanan içki şişemi ve lambayı söndüren rüzgarı düşünüyorum. Fısıltı eksik kalıyor, aşk daima eksik kalıyor. Offf bunu bana niye yaptın, bunu bana niye yaptın. Dur bir nefes alayım.. ve senin sevdiğin kadın olayım. ..Neresinden vurdular kırgın sessizliğimi... Ah o zor veda.. Boyun eğiyorum, bir de... BİR, İKİ, ÜÇ, DÖRT, BEŞ....ALTI değil. Hayat, benden gizlediğin ellerini hangi cebinde saklıyorsun."
UU.

9 Mart 2009

saçılan toz ve tül..

Sessizlik anlamlandırılmayı bekleyen dingin soluklar gibi…
İçimizde bastıramadığımız haykırışların rastgele dökülmesini durduramazken, sessizliğin kostümünü üzerimize geçirip, beğenilmeyi beklemeksizin kendi büyümüzle kendimizi boğan nergisler gibiyiz…

Dudağımın kenarına gelişigüzel yapıştırdığım tebessüm, karanfil acısı…
Mentolünden sıyrılamadığım kışların soğukluğunda tükenmeyen yaz dalları yarattım, tutunup mevsimden mevsime geç diye…

Gelişinin fuşya satenliğinde masallar yaldızlı, sular parıltılıydı… Suret ve gerçeği iç içe geçirdiğim varlığın ve düşün bir geniz yakan alkol maviliği…
Altına imzamı attığım kelimelerin ardında sesin, sessizliğine aşkla mühürlü…
Hayat ve ölüm arasında kalan dişi esaretin ve dişi sonsuzluğun damarımdan akan kanın yönünü saptırıyor…
Desenleyemediğim kumaşlarla çevrili gerçeğinden kopup gelen leylak yağmuru… Ve gerdanına saplı ayışığında varlığının inka
r edilemez büyüsü…
Kumru griliğinden dökülen toz pembe yıldızlar günbatımında dileklerinin kölesi şarkıların peşinde, kayıyorlar…
Kentlerin diliyle örtüşen sessiz nutukların tutkulu partnerler gibi…
Sen ve kent… Parmak uçlarımın okşadığı pürüzlü taş duvarların aralığından sana uzanan tarih, seni arayan pus…
Yok yere yazdığım kelimeler, anladım da aynadaki benimle aynı vurgun rengi kadından ötürü…

Vurgun, sus ve es…

Maviliğini tanımlayamadığım sular, içimin birikintisi… Zamanın içime çöreklediği tutku(suz) basınç… Bilinçsizce bir dışavurum senin yansımandan bana dökülen masal…
Uyandığında saat öğleden sonra bir akşam ikindisi olmayacak; akşamsefalarının sevişmeye hazırlandığı zamanlar belki…

Kalemime giydirdiğim büyülü karışımın, kalbimden avucuma damlıyor…
Sen ve kent ve taş sokaklara saçılan kırmızı mercanlar…
Bileklerinden toprağa akan bahar yağmurları ve toprak ve kadın…
Küllerimi doldurduğum kavanozları kırdığın, dalgaların dövdüğü sahiller, sen kokuyor…

Savur küllerimi; turuncu…

Ve deniz…


**fotoğraf: www.saatchi-gallery.co.uk

''....Neye el atsam piç ediyorum.
Yine de fiyakalı durumlar peşindeyim hep
En sert içkileri kaçırıyorum soluk boruma bilerek.
Her yıl ilkokula başlıyorum.Her gün yeni bir krallık kurup öldürüyorum kralını gece yarısına doğru.
Uzatmaya gerek yok;sen olmayınca yapamıyorum.
Yokluğun gümüş tepside intihar sunacak...''

8 Mart 2009

ve kadın...


KADIN

"Hiçbirşey kadın vücudu kadar gerçek değildir." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 33)

"Güzelmiş gibi davranmak, işte kadınları dayanılmaz yapan budur." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 96)

"Çoğu güzel kadın yapmacık bir cesaret ve küstahlıkla örülmüş, parçalanmaya hazır, göstermelik bir zırh taşır." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 269)

"Kadınlar ruhun ölümüdür." (Adını Unutan Adam, syf: 5)

"Asla sizi bütünüyle tatmin edecek bir kadının peşine düşmeyin, bu sizi tüketir. Hem tükenirsiniz, hem de henüz tanımadığınız öteki kadınları yitirirsiniz." (Yürek Sürgünü, syf: 9)

"Mutsuzluk mıknatıs gibidir. Her zaman birbirini çeker. Kadınlar genellikle mutsuzluğa karşı duyarlıdır." (Yürek Sürgünü, syf: 227)

"Kadınları onlarda bulduklarımız için değil, bulamadıklarımız için severiz." (Yürek Sürgünü, syf: 479)

"Her yerde, her saatte, her ışıkta, her mevsimde ve her erkekle güzel olabilen kadınlardandı o." (Yüz: 1981, syf: 56)

"Kadınlığını ifade ediş tarzının ortalama ahlaki değerlerle pek örtüştüğü de söylenemezdi, ama çekiciliğinin sırrı da, kendini, bu sevimli, ahlaksız sergileyişinde gizliydi." (Yüz: 1981, syf: 256)

"Birine değil, aşık olma fikrine aşık bir kadından daha tehlikeli ne olabilir?" (Yüz: 1981, syf: 302)

"Size eninde sonunda bir biçim verecek, yazgınızı yönlendirecek, hatta benliğinizi yok edecek - ve hikayenizin sonunu değiştirecek - kadınların mutlaka büyük bakışları olur. Bakışları büyüten o merceğe benzer şeyin, kadınların içlerinde var olan, erkeklerinse asla sahip olamayacakları gizli, dişil bir yetenek olduğunu sanıyorum." (Zamanın Manzarası, syf: 6)

"Bir erkek için hiçbir hoca, ihanet eden bir kadından daha öğretici değildir." (Zamanın Manzarası, syf: 6)

"Kadınları karşı konulmaz yapan niteliklerin, soyut ve kavramsal olanlar mı, yoksa somut, gizlenmeden dışa vurulan fiziksel özellikler mi olduğu konusunda hala bir karara varabilmiş değilim." (Zamanın Manzarası, syf: 6)

"Kadınlar kendileri hakkında fikir sahibi olan erkekleri severler. Sanılanın aksine kadınlar sürprizi sevmiyorlar, aşıkken sizde en çok istedikleri, kendi gözleri." (Zamanın Manzarası, syf: 7)

"Filmlerdeki kadınlar insanı şimdiki zamana tutsak ederlerken, kitaplardaki kadınlar hep yeni, sonsuz hayatlar üretirler." (Zamanın Manzarası, syf: 19)

"İçinde aşk öğesi bulunmayan bir drama nasıl ilgi duymazsak, hiç aşık olmamış bir kadına da öyle bakarız…" (Zamanın Manzarası, syf: 72)

"Yeni kadında eskisinin izlerini, ancak terk edeni hala seviyorsak ararız." (Zamanın Manzarası, syf: 107)

"Çekiciliğinin sırrı, içinde başka kadınların resimlerini de barındıran yüzüydü. Güzelliği bencil, yalnızca kendini zenginleştiren türden değildi, cömertti; ona bakan her erkek bu yüzde arzuladığı kadının izlerini bulabilirdi." (Zamanın Manzarası, syf: 111)

"Tanrı, ya da deniz gibiydi kollarımın arasında tuttuğum kadın; o kadar büyük, o kadar geniş. Onu çevreleyemiyordum." (Zamanın Manzarası, syf: 119)

"Kaşif ve avcı! Bir kadını tehlikeli yapan bu iki özelliğe de sahipti. Karşısındakini tutsak almayı da biliyordu." (Zamanın Manzarası, syf: 130)

"Kadınlığının gizi, kim olursa olsun karşısındakine keskin, erkeksi bir düş gücü armağan etmesinde saklı." (Zamanın Manzarası, syf: 133)

"Tanrıça'nın soyluluğuyla, bedensel açlığının çiftleşmesinden doğmuş, kendini cinsel köleliğe adamanın eşiğinde duran kadınlaydım." (Zamanın Manzarası, syf: 274)

"Güzelliği gerçekliğini gölgelediğinden kimse onu bütünüyle, ya da saf haliyle algılayamamış olmalıydı. Kararlılığımı gözlerine bakarken de koruyabilmek için, varlığının gizi olmayan, çekiciliği bedeniyle sınırlı kadınlardan biri olmasını ne kadar çok isterdim." (Zamanın Manzarası, syf: 342)

"Yeni kadının güzelliğinin kavranamamasında, önyargılarımız kadar, bir önceki sevgilimizi aşmaktaki isteksizliğimiz rol oynamaz mı?" (Zamanın Manzarası, syf: 390)

Mehmet EROĞLU

*resim: Cyn Mccury

5 Mart 2009

İç.ten...


............görünüşte öyle… Ben de bilmiyorum “hep” nasıl başlar…Bir kez başlamıştı işte…Sonrası kaos… Öyle derler zaten “onlar” da…Özgürlüklerinin adı bile kaos… Başka diyar sanki,ve başkadır oranın insanı… Gidemedim oraya… Kendime yol çizmek istedim,o yolda yürümek yerine… Her şey yabancı,soğuk ve ürkütücüydü…Ben baktım cebimdekilere,o yola adım atmaya yeten hiçbir şey yoktu... Aşka inanırdım ben,hepsi bu kadar… Kimi zaman gözlerimi adeta bağlayan ve adını aşk koyduğum bir ‘kara büyü’-kocaman bir yanılsamadan ibaret…Kimi zaman ‘an’ da yoğrulan zararsız,katkısız, su damlası narinliğinde dokunuşların inanılmaz etkisi; en çok huzursuz edenle huzurlu uykular....Gecenin ileri saatleriydi sığınağımız, başımızı yasladığımız omuzlarımızda kollarımızı doladık önce,özürlerimizi kalplerimize yamadık… Uyandığımız sabahlar küstahtı…Biz yine kayıtsız, hain, vefasız ‘öylesine’ aşk(!)ımızı yaşayan tutku hastaları… *
Aşk vardı inandığım ama gördüğüm öteki yüzle anladım trajediyi…Ağır dönüyor bu diyarda madalyon….Şimdi karşımda o yüz;günahkar,kirli,onursuz…
(Alışamadım dünyanıza…)
*sana dair ilk defa...(hak etmediklerine bir yenisi daha...)

4 Mart 2009


Senden dolayı... Attığım her adım, yüzümü delik deşik eden gözler, paylaşmanın kaybediş olduğunu düşündüğüm düşler, dünler ve yarınlar... Ve biliyorum, senden dolayı... Varlığıma yüklediğim anlam, adımdaki asalet, dünyaya biçtiğim kostüm, müzikle kalemin seviştiği; zirve... Uykularımı zorlayan renkler ve şehirlerin kanatları altında hazır ola duruyorum çoğu zaman. Zaman derken, akrep ve yelkovandan bağımsız, senin güneş saatinle işleyen bir kavram olarak 'zaman'... Dudaklarıma gelmeden, dişlerimle zor bela yakaladığım haykırışlarımda birkaç tutku var; beyaz, siyah, kırmızı; kağıt, mürekkep, kan... Kalbime karışan kelimeler var ve beynime dolanan duygular... Sağıma ve soluma çizilen çizgilerin çok ötesinde bir varoluş-sun... Duyuyorum, hava karardığında ayışığı yıldızlar arasından akarken, iri gözlerinin pınarından ruhuna akan gümüş ve tuzlu suyun, hayat denilen gece ve gündüze bir yakarış olduğunu... Dehlizlerine acıyarak inen güz ve zamanda zambaklar açtırmaya hazırlanmışken kendini, kelepçelerin arasından görünen süt beyazı teninde morluk ve kızarıklıklar... Görüyorum, elmacık kemiklerinden köprücük kemiklerine kadar olan mesafeden ruhunun yazdığı yaşamı... Biliyorum, şah damarına demirlediğin anamorfik düşleri... Kokluyorum, parmaklarının sıkça uzanıp, rüzgârın dağıttığı, savruk yalnızlığı düzeltişini... Tadıyorum, en yorgun ikliminden kopup gelen çilek kırmızısını... Soluyorum, sana en yakın dünden geçen yarını... Göz kapaklarıma inen ağırlıktan bakıyorum rüyalara ve kabuslara... Uyandığım gece hep 03.00 ve uyuduğum gün belirsiz bir kısır döngüde kendi nakaratını yazıyor... Yağmur iniyor saçlarına ve gerçeğin kar, düşün güneş... Birbirine çarpa çarpa koşan iki tutku.. İki mevsim... İki coğrafya... Güzelliğini görmeyen aynalar ne fısıldıyor sana? Saçlarının ve teninin vakurluğuna iliştirilmeyen yaz güllerine saplı baharlar var ve herkes yarım kalmış cümleler gibi... Kimsenin bakışlarının aydınlatamadığı simgesel düzende, sen varsın... Tüm çıplaklığın ve tüm gizeminle ve tüm özgürlüğünle...
Cesaret gerektiren ışıklarından kaçınan birkaç mısradan biri olamadım... Korkamadım, ürkemedim mucizlerden... İnançsızlığımı yaydığım zamana sığdıramadım seni... Kalemimin dilini mühürleyemedim... Şehri susturamadım, rüzgârın çaldığı ıslıktan müziğini çıkaramadım. Çabalamadım sensizliğe, kelimeleri öksüz ve yetim bırakamadım... Birkaç soluktan birini seçip de allayıp pullayamadım, maskın ardındaki bir çift gözü...Yeni doğmuş bebek gibi ve ölüm döşeğindeki hasta gibi çaresiz ve tüm ayrıntıların çıplaklığıyla ve her şeyin ötesinde derin bir 'hayat' tutkusuyla dokundum en derinindeki özgür çığlığa... Ve yaşıyorum, dua gibi karşımda katmerlenen alevini ve yağmurunu... Ayazımda biten kızıl bir gonca gibi(sin)...


……..….

Yüzümde ateş…Kısık ses…Bitmeyen üşüme…Mide ağrısı…Sorusuz,cevapsız,cümlesiz…

…Ve yarım..her şey gibi,hepimiz gibi…
Kendi elimdeki bıçak saplanan...Hala elimde çevirip durduğum...

Yitirme korkusu…Sancılı…Kederli…Güneşsiz…

…Ve noktalar,susuşlar,kaçışlar,dönüşler…Nerde sorusu…
Dört mevsim renginde bir bakış,avunduğum…


Ne huzur…Ne uyku…Ne mutluluk…Ne gitmek…Ne kalmak…Ne zaman…
Ne yarınlar…

Var ya da yok, ama yalnız ‘sen’…

(Keşke yalnız…..sevseydim seni…)





….Ben kimin uydusuyum uymadı mı sorgusuyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum
Bir avuntu dolgusuyum terkeder beni korkusuyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum
Uyanmaz mı... banagelince zaman durmaz mı
Uykusuz rüyasız bana gelince hayat neden masalsız bilmem
Bir masalın yokmuşuyum Ben hiç ben olmuş muyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum
REDD…

2 Mart 2009

Bin Üç Yüz On Sekiz


Savruk yılgınlığımdan çakan ateş, kenti yaktı... Tarih dönemecine takılı kalan izler, savurgan mevsimler gibi tenime ihanet etmişti, ve eriyen bir çelik gibi dönüşümsüz düşeyazıyordum... Eskitemediğim kelimelerin sadakati bezgin, yıldızların gölgesi kuytulardaki karanlığa ışımıyordu... Mürekkepsiz mektuplarını topladığım iklimlerden zorla kurduğum kır düğünleri ve "yelkenler fora" diyemediğimiz bir rüzgârsızlık vardı... Çocuk parkları kavurucu bir öğle uykusunda, kızan demirlerle serin düşleri birleştirmek için bekliyordu. Yola gelmeksizin dökülen yağmura miras bıraktığım baharlar ve bağ bozumları şenliksiz ve şarap kızılı kanla... Sınırlarını çizmediğim atlasıma haciz geldi. Masalları kana bulayan vahşet ve cellatlar yılmadan dağınık yalnızlığımı biçiyorlardı. Kurumayan gözyaşlarımla adını yazdım. Sardunyalar gibi solgun ve yitik bir tebessüm kaldı... Hayat tükenmekte olan bir bardak su gibiydi. Kavramlarını kesinleştiremediğimiz ve muhakkak bir aitsizlikle önümüze sürülen bir ilkeler dizini... Derslik duvarlarına sinmiş isyanı görmeyen ve açılmayan pencerelerin, perdelerini mühürleyen bir kaç iyi(!) adam yazdı oyunu... Karanlığa tutulan fenerler, gözünün feri sönmüş bir iki çocuk gibiydi, hayatsız... sahip olamadığımız düşlerin kıyısındaki uçurum ve ayakları geriletmeyen toprak... Gem vuramadığımız susuşların sorgusu, bir ikindi müsveddesi... Soluksuz kırıntıları saçtığımız tek düzelikten galip gelen vicdanlarının leşiyle boğuşan, paslı gülüşler... Nerede bıraktımi uğruna bir yürek yitirdiğim gökyüzünü? Su da maviliği de yitti, güneşin damlattığı coşkun yaz yağmurlarından geriye bir koca çığ kaldı... Neresinde kaybolduk, salıncaklara, kaydıraklara yazdığımız çocukluğumuzun?...

1 Mart 2009

bu gece ben ay...


Sana koşmak geldi içimden bugün…Kollarımı umutla açıp,sarılırken sımsıkı kapamak…
Elimi uzatıp çekip almak istedim ordan… Bütün acıların,öfken,gözyaşların,karanlığın,koyuluğun da kabulüm…
Ağlama diyemiyorum…gözyaşların da sen…
Kayıtsız şartsız sevmek biraz da sahte gelir ya hani insana, seviyorum yine de sen diye ne varsa,sırf “sen” diye… Basit kelimelerden başka bişey söylemeyen cesaretsiz birinden başka bişey değilim karşında çoğu zaman..Öyle önüne yavaş yavaş bişeyi iter gibi bak diye,kıvranıyorum uzun devrik cümlelerimle…
Yine anla beni… Gülümsemen olmadan güneşin kokusu da olmaz… Ruhumun gülümsediği en güzel güneş sen,gözlerim kamaşırken gamzemde en sıcak ışığın…
…mesafelerin ötesinde, 24 saatten sonrasında,kalemin durup yazmadıklarıyla ordayım…
Karanlığa bakıp üşüme,elim ellerinde…aklımda yıldızın …bu gece…ben ay

23 Şubat 2009

23.02.2009

Varacağım nokta belirsiz, sonsuzluğa ya da esaretin koynuna... Kısa yolculuklar hep bu hissi yaratır.. Kımıldamadığın bir platformda, 'deniz' tutar. Hayatın ve benliğin birbirinin cellatı gibi sorguya başlarlar. Acımasız ve tehditkâr... Sonunu bilmeden çıktığım yolculuklar ve aralığından acı rüzgârın içinde boğulduğun ev kapıları, kimsesiz ve kimliksiz... Hedef puslar içinde, silgi çöpleri gibi... Anlamlandırılamayan bir kir... Günahlarımızı örtmek için kullandığımız kapatıcı ve yok edilemeyen sabıkalar... Gözyaşı gibi... Rüzgâr bile yok bugün. Hafif bulantılı bir parfüm kokusu... Hayatın şuh davranıp davranmayacağını kestiremediğin, kendinle bile cilveleşemediğin gün doğumlarından... Başlanngıcın bitişine yaklaştığı bir döngü ve aklıma 'sen' geldin... Bugün güneş portakal kokuyor mu orada? Burada turunç ekşisi, greyfurt acısı... Dönmedolabın tepesinde tamam mı devam mı sorgusu... Sonsuzluk? Esaret? Bunalımlı bir pazartesi... Uyanmadan uyanılmış, alışılmayı bekleyen uykulara inat bir gün doğumu... Oscar'ı izledim, Penélope (: ... İstediğimiz gibi... David Fincher'i harcadılar... Beklemediğimiz gibi... Bir gün bir film çekeceğiz, sevdiğimiz herşeyle; özgürlükle... (:


Bugüne özel: Virtual insanity/ Jamiroquai

17 Şubat 2009


Sınırlarımdaki tel örgülerden damlayan kızıl kan senin haykırışın... Yollarını aşıp, çöllerine dokundurduğum gözyaşları kurumuyor, bahar inmiyor ve gelinlik giyemiyor portakal çiçekleri... Mecalsiz çıktığım yolculukların duraklarında, kimi seni aradım kimi benliğimdeki varlığını... Yorgundum, erken inen gecenin mahpusluğunda... Bileğimdeki kelepçelerin vurgun olduğu tenim, yaralı... Kusamadım hayatın esaretinden arta kalanı... Susadığım gecelerin kuraklığında kaktüslerimden doğamadım pencere diplerinde... İsmini bilmediğim şehirlerin ışıklarında ölmek istedim, cılız kırmızı, kirli yeşil, safran sarı, ölü mavi... Yabancısı olduğum kutsallık birkaç cilt kitap, birkaç müzik okşayışı... Sahi ne kadar oldu günahları kutsal belleyeli? Yazgımı mevsimlere, varlığımı renklere, mühürlü bir geçmişe adayışım saat kaçı bulur? Savruk bir-iki kelime, öleyazmışım bu gece, herkes kendi cenaze töreninde, gözleri bir deli menekşe ve havada rezene, bir geniz yanması nane nane, söyle nerde unuttum ağıtlarımı denize? Gökyüzü ağladı, suların raksını saçlarına yerleştirip düşeyazdım en yakın soluktan...

16 Şubat 2009

Saçlarımı rüzgâr savurdu, dizelerimi de eteklerinden damlayan ayışığına katarak... Kalemimi mühürleyen bir iklim şimdi sevdiğim şarkıların duasında, yel değirmenlerinin gölgesinde... Akreple yelkovanın birbirini kovaladığı, denizlerin okyanusa varamadan gözyaşlarıyla taştığı... Çakıl taşlarının arasına gizledim dünün güne kavuştuğu martı saatlerini.. Mürekkebini kuruttuğum kalemim hıçkırıyor susuşlarını... Yaşlar göz pınarımda hazır olda... İzmir'de akşam oluyor bu gece, gecenin koynunda bir mayhoş akşamüstü esintisi... Kediler de uyumaz oldu bu şehirde ve insanlar vardı; uykularında ilan eden ölüm fermanlarını ve bir bavulu unuturcasına bırakamadıkları vicdanlarını... Ve susan... Güne eğilen dağların dibinde susa(ya)n ruhlar vardı... Nutuklarını sessizliğe gömen... Saçlarının ve kalemlerinin ve müziklerinin hürlüğünde güneşe isimlerini yazan... İşte bu kadardı; sen, ben, biraz keder veren kelime...


Uzun uzun denize bakan o kadın
annemin gençliği miydi,
sonra hiç konuşmadan
başını öne eğen?
Ya bize portakal bahçelerini anlatırken
denizin sesiyle odaya dolan
çam kokusu, yakamoz parıltısı?
Belki de gözyaşlarıydı zamanın
sessizce akıp giden.

C.Ç.

4 Şubat 2009

ve Ankara...

Hoyrat insanların, mahremiyetini bozduğu, çelik mizaçlı şehirde bir kaç yorgun ve anlamlandırılmayı bekler gün... Kalemin değmediği, değen kalemlerin mürekkep lekeleriyle bekaretini korumaya çalıştığı solgun ve serin toprak...
Yolun açık, tebessümün genç, göz yaşın asil olsun!...


**Ben sana "deniz kokusu" getirdim, sen de benim arkadaşıma, yüreği kocaman, kırgın ama renklerinden umutlu gökkuşağıma, Mathilda'ma yıldızlardan hayal toplayabileceği kadar çok açık ve güneşli gün ver... Gecesini bol yıldızla, gündüzünü portakal kokusuyla, hayatını çilek tadıyla, maceralarını kocaman bir kutu çikolata tutkusuyla yaz...

23 Ekim 2008

Kavuniçi Düşlerden Petrol Mavi Göklere


Ruhun çığlıkları doldurdu dersliklerin sıra altı gözlerini… Raylara yüklediğim çelik gözyaşları, bu coğrafyaya yerli kalplerin göz pınarlarına değmedi… Renkleri yiten gelincikler sormaz oldu gün dönümlerini…

Ve ben bakmaz oldum tozlu pencerelerdeki, ucuz parmak izi yazılarının arasından yeşilliklere… Soluğumu esir alan şiirler vardı ‘an’larda. Cemal Süreya demişti ya, “an ki fıskiyesi sonsuzluğun…”

Göz kapaklarıma inen akşam, çağırmıyor artık beni, kimliğimi teslim edercesine kendimi adadığım iskelelere, ve dönmüyor artık martılar vapurlarla bir…

Bu şehre sözüm vardı, tutulmamış birkaç defter ve söylenmemiş şarkılar gibi… Aşina olduğum gün batımlarında kızılı eflâtuna saplayıp, deklanşöre bastım. Şarap mahzenlerinde saklı üzüm düşleri, kuytu, karanlık…

Cazibesini yitiren yaz vermiyor artık geri, maviliğini, labirentlerin…

Suskunluğunda körfezin, adını sayıkladım ve karabatakları saydım… Kazıdım adını erken düşen akşama… Körpe beyaz düşleri kızıla boyadım ve martı ve çığlık ve artık masum değiliz…

Can hıraş karabasanlarda Boğaz’ı aradım…

Senaristi olamadığım filmlerin başrollerini, kahramanlarıma düzdüm, gişe rekorları kıran parçalanmışlığımda kurşun kalem izlerini dağıttım. İsli şehre rakip.

Zor zamanların kolay çocuklarıydık, gökkuşağımız renksiz, yağmurumuz kuruydu. Bayramlar ders iptali, dostluklar pulsuz bir zarftı. Dualar inançsız, ve yarınlar güvensizdi.

İplerini saldığım uçan balonlar kavuniçi çocukluğumu derinliksizliğe savurdu, gençliğim petrol mavi…

Yitirilmeyen acı mı var hayatta?

Geçen gece dedim ya, sadece dizdeki yarıklar kalır ve sen her gün okuldan koşup, “Bugün ne kadarı kapandı?” diye bakarsın, bakınca geçmez.

Baharlar artık esaretinde buzul ve çöllerin ve acı vermiyor artık kan…

İçine işleyen soğukların kuruluğunda menevişleri gösterebilseydim, ‘an’ ların doğar ve sokaklarına işlerdi güz mısraları…

Yapabilseydim… Yapamadım…

“An ki fıskiyesi sonsuzluğun

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”

2 Ekim 2008

Güvercin İzleri Yitmeden, Gökkuşağı Gitmeden...





Sokaklarda yitik güvercin izleri… Esen meltemin saçlarını dağıttığı güzün ilk seherinde bir ıssızlık senfonisi… Değirmenlere uzanan fotoğraf albümünde kaçırılan kareler ve figüranlar ayaz fonda…

Geometrisini, cebimizde buruşan fişlere benzettiğimiz iki kalp arası yolda eflâtun bir haber bekler gibi saatimin yelkovanı… Söz geçiremediğim mevsimler birbirini kovalıyor ve yetişemiyorum renkten renge kostümlere bürünen dallarına selvilerin…

Dudağımın kenarına iliştirilen cılız ve akortsuz ıslıkta seni anmaya başlayalı ki doksan iki gece doksan üç gündüz oldu… Bulutlara taktığım gelin telleri, körpe baharlarına kondu taze çiçeklerin… Ve düşlerime nazır bir kızıl gül, rengi damarımdan akıp gidene benzer… Telefonun boğuk sesinde senden anılar aradım. Sahi üç yıl iki ay bir gün her dakika seni mi aradım, kirpiklerimin arasına düşen yıldızlarda? Seni aradım… Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden…

Zeytin ağaçları altında dinlediğim ege masallarında, ağzıma çalınan börülce salatasının tadında ve burnumdaki biberiye kokusunda…

Küçük bir kızken babamla her gece oynadığım baharat oyununa benziyorduk işte. Keskin, dayanılmaz, kavurucu, kadife gibi, ironik, buruk, coşkulu… Güz renkleri geçidiydi baharat kavanozlarının yan yana gelişi… Sen güze vurgun… Benim yazlarımın sapsarılığı ve masmaviliğini kovalayan turuncu ve kahverengi…

Kalemimi dolayan tebessümünde ‘zafer benim’ hissi…

Zormuş be güzelim! Dağları aşıp, gölleri geçmek… Tütün kokulu anıları sırtlayıp, mevsimleri beklemek. Zormuş… Kendini saklamak, geceleri gündüz etmek… Sabretmek, sabretmek, tükenmeden sabretmek… Kağıt kokusunda, kalemin kurşundan izlerinde susmak…

Yeşilliklerin için kırmızıyı görebilmek için tutundum tarçından naneye uzanan gönlüne… Yaşadığım tüm karnavallara inat bir cümbüş başlattın kuytularımda… Dehlizlerime inen sevda sözlerinde sana teslimiyet… Sana tutundum baharlarını yazlarıma gebe et diye… Güzlerle kat istedim kakaolu düşlerini yarı buruk tebessümüme…

“Unutmak” demişti yol göstericim… “Unutmak, inanalar için Tanrı’nın, inanmayanlar için doğanın en büyük hediyesidir…” Unuttun karanlıklarımı… Meşaledeki aydınlığı savurdun beklemekten yorulmadığım mucizemin üzerine…

Sevdim seni çocuk! Üç yıl iki ay bir gün…Durmaksızın sevdim… Tüketilen ve yara açan her kelimeye rağmen soldurmadım saçlarıma iliştirdiğin gülleri…

Uzandım yemyeşil kırlara ve güvercinleri ve martıları ve gösterisine başlamaya hazırlanan ayı izledim. Ve gördüm. Gerdanıma vuran boğaz rüzgârında, kalbine yerleştirdiğin kutupyıldızını gördüm…

Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden, masalım bitmeden, soluğumu soluğuna, kutupyıldızına nazır, Ege’nin incisinin kollarında, bıraktım…