31 Temmuz 2010

yolculuklar arasında...


...

Boşaltılmış bir deniz feneri misin, yoksa/ vakti göstermekten vazgeçmiş bir saat kulesi mi/ Bunu düşündüm bugün, hem de örtü nedir, onu; / Örtülenden taşacak olanı beklemek madem bazen/ kaldırmamak bile bile örtüyü/ ve / hepimiz örtülmeliyiz belki kısmen, örtülmeli kimi öykü/ İşlenmiş günahlar da mahrem kalmalı zaten/ Sen de iyi biliyorsun/ yosun/ kaplı kayalıklara benziyor ya bakışların,/ ismini tekrarladım bugün içimden yüzlerce kere


...

Küçük İskender

30 Temmuz 2010

"..sayılmasam kaç olsam..."


Yamacında bekliyorum güneş yatağının, kum tanelerini sayıyorum ay tenime yansıyana kadar. Gelmiyor özlediklerim, kalbim gelmiyor.
Nerede unuttuğumu bilmediğim şarkılar var, sözlerini bir çocuğun ceplerine doldurdum, yürüdükçe turuncu dökülür. Şehrine yakın bir yerde sabahlıyorum, haritaya bakmadım, vapur izlerinden gördüm evini. Penceresinden gülibrişimler görünsün isterim, maviliği sonsuzluğun. Onun sonsuzluğunun uyuduğu yeri yeni okşadı kalbim. Üzmeden, penceresindeki hayalim gibi olsun istedim uyku öncesi düşleri, gözlerinden her renkten tuzlar döküldü, benim ellerim ağrıdı. Oysa kıyısındaydım yazın, ortası geçen aylardan ufka yönelmiştik ve belki de gerçekten güneş doğudan doğacaktı biz salıncak üzerinde bulutları öperken. İçimi acıtan detayları yastığımın altına kaldırdım dün gece, yanağımdan uzak kalsın, kirpiklerim de kesmesin diye. Sonra tarçın koktu, ben her tarçın kokusunda göçü düşünürüm. Yine düşündüm, kalbim evine sığmadı. Bakır bir gece aktı oluk oluk, yalnızlığım sırılsıklam kaldı. Kalanlar arasında bileklerim vardı, varlar arasında yok, yoklar sanrılı, sanrılarımdaki dünya başka, başkalık onda saklı. Saklanmış, sarmalanmış dudak ötesi yolculuklardan harfler topladım. Düşeyazdım, düşten yazdım, yazdan düştüm, hem düşte hem yazda öleyazdım. Duymasan da, gazeteleri ölüm ilanı sayfaları olmaksızın sevmeni istedim. Hayat çocuk, ceplerinden nota dökülen çocuk, şair çocuk, canım çocuk.
Kaybolduğum renkler var, yağmurdan sonra nadiren görülen gökkuşaklarının kokusu başımı döndürür benim, ve bahar yeşerikliğinde eteklerim kiraz taşımak ister, kış masallarından buz çalarım, kış şehirlerinde mavi dondururum, tenim suyun katı halinde portakal kokar. Güzlerde dudaklarımın bordoluğu öpülsün , boynumdan mor günbatımları aksın isterim, ve yağmurun okşadığı toprağın kokusunda akşam..
İşte çocuk, ben sabahlayarak, mevsimleri renkleriyle kutlayan kadın. Öyle derin kuyulardan çıktım ki güneşe dokunmak için, orkide nasıl ki koklanıldığında solar, öyle korkuyorum şimdi, korktuğumda üzüntü düşürüyorum, hep beklediğim sevinç tanelerine bile. İnanmak istiyorum yeniden sonsuzluğuna şairlerin, çok istiyorum dizelerden doğmayı, daha çok bir Dize doğurmayı hayata..
Şimdi direndiğim mevsimler var, renkleri isimlerini, isimleri aşkları kıskanır... Ve biliyorum, gelecekler, kalbime taht kuracaklar her gelişlerinde. Güneş damlayacak, kimi zaman usuldan kimi zaman coşkun ırmaklar gibi.. Ve o zaman sanki gerçekten güneş doğudan doğup batıdan batacak ve biz yine bekler olacağız mevsimlerin en güzelini...

29 Temmuz 2010

Gelmiş Bulundum



















Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş- cam kırıkları gibi gövdemi yakan
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz, bir kere gelmiş bulundum.

E. Cansever

25 Temmuz 2010

Asırların Sonu Başı*


Nicedir, ardına dek, boynumda sızlayan baharlara açıyorum pencerelerimi. Yeşerikliği düşlerindeki bayırlardan ödünç, gözlerime değenin. Senin düşlerin, barış rengi, huzur mevsimi...
Sen yol yorgunu, sen yolcu.
Sen benim için; yol başlangıcı.
Mühürsüz mektuplarımın sararan zarflarındaki dağınık mürekkep... Sahi, el yazısını bilmediğim düş.., düşle karışık. Düş-le. Düş müsünüz?
Geçerken uğradığım taş sokak esnafından bir kese dolusu yeşil erik, yaz gecelerinde sana aşk. Aşk, yeşerik.
Ufkundaki maviliğe yakıştırdığın bir isim var mı, belki dağınık defter aralarında saklı birkaç tarih...
En sevdiğin yazarı bilerek ve sevdiğin filmi izleyerek bir başınalığında mevsimin, lavanta eksilmez el değmeyen çarşaflardan.
Ahşap kokusuna kalemlerimi düşürdüm. Rica etsem ellerimi iyileştirir misiniz, yazacağımız yeni ve belki tanıdık, çokça uzak, pek içimizde dizelerin kalemlerini tutmadan..?
Henüz vaktindeyken turnaların ve ağustos henüz dilimlenmişken sofralarımıza, dilimde portakal tadı, kanımda kızarmış erik rengi gezinirken...
Ve sergi salonları seslenirken arkamızdan manzara kuşuyla, şarkılardan en vişneye çalan mevsim dökülürken, gece karışırken rövanşı alınmış kasım çiçeklerine ve düşerken dolunay göğüs kafesime... "..sıran gelir de, bir tesadüf olmak için beklemez misin?..."...

22 Temmuz 2010

yağmur başlangıcı


Siz bir başlangıç bile değilken
yokken denemez çünkü vardınız
geyikler inerdi gözlerinize
ağaçlarınız fındık ve sincap
bu yüzden omuzlarınız
memeleriniz bir kitap gibi okunaklı
oluklara düşen sessiz damlalardı

bin kez yondum sizi bin kez doğurdum
bir keten buruşukluğu her seferinde
yağacak diye düşünürdüm havalara bakarak
bir serinlik bir kıpırtı otta ve ağaçta
akşamın kanından gecemize yaklaşan
bir gemi gibi önce küçük sonra yakın
iri damlaları o seyrek yağmurun
titrerdi ot çakıl kum

siz bir başlangıç bile değilken
sizi yazdım kotardım
bir başucu kitabı olmanızı istedim
tek tek iri o yabanıl kelimeler
onlar işte renkli zarlarının içinde
olukların çinkosunda yuvarlanan
siz daha bir başlangıç bile değilken
yağmur başlamıştı
ama ne ben ne bahçe ne yaz
hiçbirimiz.

O.Rifat

21 Temmuz 2010

yazlarda...


Yaz yağmurlarıyla dalında patlayan tomurcuklar var gecelerde. Müziğin kedi merdiveni büyüsüne kapılıp, gönlünü rüzgâra bırakanlar. Ve hayatı, şah damarından öpen anlar...

Güvercin kanadından dökülen sese, deniz kokusu karışıyor. Burada hafif esen rüzgâr, omzumu çıplak, saçlarımı umarsız, kalbimi savruk bırakıyor. Utangacız, gözlerimin değdiği petrol mavisi sularda salınırken tekneler. Bu şehir yaza henüz dokunuyor. Uzun yağmurlara her gün gebe kalan gökyüzü; temmuz ortasını az geçe. Sarı yayılıyor sulara, koya değen yeşeriklikte bir kaç ayarsız ses, gamsız küfürler.

En çok güvercin kanadındayız. Mevsim uykusunda, ruhumuzun göçünde. Hatırlayamadığım sahil şeritleri var, filmleri yanık, tenimde kavrukluğu süren. Coğrafyasız haritama meyilli sular var, ismini bilmediğim. Denizlerde büyüttüğüm bir aşk, belki tanımsız, belki zamansız. Adresimiz kayıp. Bakışlarımı bıraktığım bu dağınık, sırılsıklam, göğün üzerine çekili olduğu çarşafa ismi yazılan...

Burada olmalıydı, bu bilmediğimiz sahilde, bu deniz kokusunda, tenimin korkusunda...

Yürürken bulduğum kırık kaldırım taşlarını toplayıp sektirmeliydik belki. Dizlerimiz, su dibi mercanlara bakarken kanamalıydı. Öpmeliydik dizeleri, öpüşmeliydik sulu boyalarla renklendirdiğimiz mevsimlerde.

Önsözü olmayan hikâyelerimizi bırakıyoruz kağıttan gemilerin kıvrımlarına. Onlar denize emanet, biz denize...

Boynumdan dökülen şehir saatlerinde sabahlayan bestelerle yürümeliydik düşlerindeki yeşerikliğe, maviye uzanan ufkuna.

Biz burada olmalıydık ve çok uzakta.
Şimdi eteklerimden yağmur damlaları, avuçlarımdan nar taneleri dökülürken, kıyısında uyu şiirlerin, avuçlarında güneş damlası...

Beni sorarsan... 'Tenine yaz seren kadın' yaz zarflarına, sararmış, mürekkep dağınığı öpülü mektupların.

Yaz mevsim, yaz mevsimlerde...


"..Hâlâ kuytularımda seni nazlanır şu gönlüm, mecalsiz itiraflarla, kim bilir kaç defa yakalanır kendime, kaybolurum dehlizlerimde, kimseler duymaz..."

16 Temmuz 2010


"..Ve ağzında binlerce güneşin tadı, dilinin ucunda yalnız kendi adın, çünkü sevdikçe beni, sen kendini tanıdın..."

15 Temmuz 2010

senfoni


Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak
...
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üst üste üç kere deniz, üç kere çınarlar
...
T.Uyar

21.


Sizi özledim, burası soğuk.. Değişik bir hafta başladı.. Düşünüyorum da çocukluğumdan beri neredeyse hiç doğumgünümde yanınızda olamadım, hep tatilde, 2 senedir burada... İnsana dokunmuyor değil böyle şeyler.. Her gördüğün şeye yüklediğin anlam çocukluğunla, evinle biçimleniyor, kalbine anne kokusu, baba şefkatiyle eklemleniyor. Her duyduğum şeyin ardından "Baba" diyorum, o ne derdi.. Her dokunduğum şey anne sıcaklığını anımsatıyor.. Akşam geldiğin yerde duvarlar var, bir kaç masa, bir kaç yatak. Dostlarla olmak çok güzel, belki hep istediğimiz ama ancak şimdi zamanı gelen.. Yine de eksiliyor insan. Şehrini yitirme duygusu, evinin yolunu bulamama endişesi, yarın telaşı... Mevsimler değişirken annenden gelen "Üzerine bir şey al" uyarısı olmaksızın, yağmurlarda kalmak, kendine sarınacak bir battaniye aramak.. Oysa hep annemiz vardı, üzerimizi örten. Büyümek böyle bir şey mi? İnsan her sokakta oluşunda içi yaralı belki de umutlu, sızlar mı, yeşili en çok ne zaman bu kadar sevmiştim..? Oysa benim evimin balkonu hep yeşildi, bakmamış mıyım, başka şehirler sizi getirsin diye mi saklamışım gözlerimi, yanaştırmamışım onlara? İki yaz önceydi, Merve'yle Akçay'da sabahlıyorduk. "Sen öyle bir insansın ki, sokağındaki elektrik direğini bile nasıl sevip sahipleniyorsun..." demişti. Ben öyle bir insanım ki, kıymetini bilemediğim onca şey var, hiç uzun uzun bakmadığım, babamın öğretip sonradan sorduğu, bilemediğim onca bitki, onca kitap, onca kelime, onca ülke... Annemin her sorduğunda hep fikrimin değiştiği onca zevk, renk.. Öyle kararsız, savunmasız belki.. Gamsız belki, ya da çekingen..
Buraya gelirken kendime söz verdim "Döndüğümde başka bir Deniz olacağım." diye. Ben mevsimlerin, ben renklerin kızı. Ben sizin müziğinizden, sizin kaleminizden, sizin tarihinizden doğan.. İsmimle taçlandırdığınız ömrüm, hayata layık olsun çok istedim.Bir şeyler yapmak, bir şeyler başarmak. Ama en çok yaşamak. Kara kışı, kavruk yazı, bahardan damlayan gelincikleri, güz sancısından dökülen gözyaşlarını.. Ben en çok deniz olmak istedim, her mevsim deniz... Sizin 21 sene önce söylediğiniz gibi...
Belki fazla ağırım bu gece, ama biliyorum üzerimden bir tek varlığınız atacak bu 21 yıllık yolların tozunu... Başaramadığım pek çok şey oldu, yaşayamadığım, yaşayıp da tökezlediğim... 20 senede ne, ne kadar öğrenilirdi bilmiyorum, öğrenmeye gayret etmediğim zamanlar da çoktu, öfkelendirdim belki, umutsuzluğa sürükledim sizi. Ama çok istedim, renklerinize bürünmeyi, size denizleri vermeyi...
Şimdi uzak belki de yakın bir şehirde, olmayı sık sık düşlediğim bir şehirde, sokaklarına ve sularına uzun uzun bakmak istediğim, müziğini öğrenmek istediğim bir şehirde, her adımımı evimin kokusuyla, yokluğunuzun korkusuyla atıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çabalamak değil, kalbime en çok işleyen şeylerle yaşıyorum. Biliyorum, en çok deniz olduğumda, kalbim en çok nasıl ısınırsa öyle yaşamamı istediğinizi... Yoksa babam deniz düşlerini, bu öylesine korktuğu, öylesine kızdığı şehire verir miydi...Belki korkuyorum buraya alışmaktan, benim babam benim Ege halimi sever, Karşıyaka'lı kızını, burnumda körfez, kanımda İzmir havasını.
Yaşıyorum, her sokak sizi çağırıyor, her yeşil, her kedi, her sıcaklık.. Yeni Türkü dinliyorum sık sık. Sizi bana getiren şeyler o kadar çok ki aslında. Ömrümün her köşe başı sizin, her kelimem, her kalp atışım, her sevdiğim... Köfte yerken beni gülümseten köftenin tadı olmuyor çoğunlukla, anları hatırlıyorum, annemin tabağıma tereddüt etmeden 9 tane köfte koyuşunu. Burada en çok pazar kahvaltılarını özlüyorum, şu hiç sevmediğim peynirleri, mızmızlandığım yumurtayı, asla bitmeyen domatesleri, tadına sadece mandırada muzurluk diye baktığım zeytinleri, vişneleri yenmiş reçeli, Orada uzaktan görünen national geographic aslanlarını. Aptal türkçe pop şarkılarını size zorla dinletişimi. Sulu sıkıntımı. İtiraf etmesek de biliyoruz hepimiz, ben aslında en çok kahvaltılarını seviyorum ömrün. Hele ki günlerden pazarsa...
İnsan büyüyünce mi özler böyle evini, yoksa sadece büyüdüğünde mi evi özlenecek kadar uzağında olur?
Bugün Seda'yla düşündük, ne zaman 21 oldum.. Ne zaman babamın anahtar şıngırtısını duymayacağım yerlere gelir oldum? Daha birlikte yeni heyecanlanıyorduk çiçek açışına sevdiğim renklerin, daha yeni başlamıştık birlikte kadeh tokuşturmaya. Ne çabuk geçiyor her şey. Hayatı yaşamaya çalışırken unuttuğum çok şey oldu, ertelediğim çok gülüş, yüklendiğim çok öfke. Pişman değilim, keşkelerim yok hayatta, inandığım her şey için Deniz'sin sen diyorum, o harika insanların çocuğusun, bak gökkuşağı bekliyor dokunup renklerine boyamanı, yağmurlar saçlarını bekliyor dalgalanmak için, sokaklar adımların için uzuyor, vapurlar seni bekliyor sularında uyumak için... En çok bunu isterdi annen, en çok bunu beklerdi baban, kalbine dokunan mevsimlerde yaşamanı, onların alıştığı gibi, yalınayak...
21 yıl sonra, ilk defa evimden bu denli uzak, ilk defa bu kadar dostların sofrasında, ilk defa bu kadar kendimle baş başayım. İlk defa temmuzun ortasında yağmur yağdığına şahit oluyorum. Belki büyüyorum. Belki hayat ekleniyor soluğuma. En çok sizi özlüyorum. Bana hayat verdiğiniz anı, her sene sizden esirgemenin burukluğu bu belki..
Daha güçlü, daha renkli, daha hayat kokulu, daha deniz gibi, daha sizinle, sizin olmaya layık bir hayat diliyorum kendime bu yıl. Ve sadece teşekkür edebiliyorum, ruhuma işlenmiş her güzelliğe imzanızı bıraktığınız için. Denizler tükenmez değil mi baba?
Tüm bunlar.. Kalsın özlemlerde, bizlikte.. Uzakta olmak, yolda olmak, yolcu olmak dokunuyor bana biraz. Kuytumda kalmasın diye... Kapayın sayfaları ve gülümseyin hayata şimdi. Ömrünüzün umudunu bana verdiniz, yarın güzel bir gün olacak, her yeni gün gibi... Mevsimler, renkler, hayat ve sizi sevmek varlığımdaki en güzel şeyler.
İyi ki doğduk.
deniz.

14 Temmuz 2010

üçüncü bölüm.

..Bu soğuk havada beni saran şal
Unutana kadar ağlayacağım bir deniz
Pencereli bir ev ve kayıklar olmasa
Umutsuzca sokakların arasından geçerim
Beni çağıran isimlerin hiçbirisi değilim
Sadece ay renkli karanlık bir giysiyim
Bana aşık olunduğunda da üzüntülü bir fado...

Cor de Lua-Misia

13 Temmuz 2010


"..Üzülme, dudaklar sussa da kalbin yüz dili vardır..."

11 Temmuz 2010

düşe yat..*


"..Düşlerine ödünç veriyor kendini üstelik..."

E.Cansever

9 Temmuz 2010

nar..



"Başka bir ismin olsa, nar olurdu.." dedi.

Daha güzelini duymamıştım.

Gittim, pencereden yağmura teslim geceyi izledim.

Onun kıyısında, tütün kokusu...

8 Temmuz 2010

çiy.


Duruma uygun bir kıyafet giydim. Saçlarımı kazıyan ayaza bıraktığım kenarı yırtık gülüş camlarını kırdı plazanın. Dizlerim mor, şah damarımda karanlık yıldız. Kekremsi bir meyve sıktım ağrıyan kemiklerime. Gözlerimi oydu kirpiklerin.

Kış resimlerinden karı çıkarıp, buza battım. Yazlar çıplak bırakıyor varlığımı.

Yalan söylüyorum. Bunu bile beceremeden.

Tatsızım, mevsimlerde nöbet tutuyorum.

Çocuk gelmiyor...; hiç gitmediği gibi...

Hadi bana dudaklarımı öpen bir şarkı çal, sonra bulutlarda uyuyalım, sabaha karşı avucumuzda kırıntılar, düşlerimize kanat takan kuşlar ve.............................

5 Temmuz 2010

şehir. vişne. gece.


Oluk oluk nefes çarpışıyor. Işıklar gözlerimize saplanıp göğüs kafesimize toplanıyor. Kimse düz bir çizgide yürümüyor. Tramvay emekliyor şehri çiğneyen ayaklar arasında. Birbirlerinin bilmedikleri dillerinin coğrafyasında kol geziyor insanlar. İnsanlar yoksun, insanlar ihtişamlı, herkes biraz dev biraz cüce. Gecenin dokunduğu arka sokaklarda imarın mühürlediği bina dipleri, teli eksik keman, gamlı bağlama, biraz idrar biraz yasemin kokusu. Sokak, sokak olduğunun, gece, gece olduğunun farkında. En gösterişli giysileriyle dolanıyorlar kana ve sorgusuz sualsiz sevişiyorlar yeni yetmelerle, iblislerini göz kapaklarının kulisine iten yosmalar taşırıyor renklerini derzlerden. Sokak fasıl kokuyor, sokak ağıt... Küf kokan mahalle paspasları rutubetini bırakıyor ten yarasına. Kalbimiz maziyle sözlü. Yarı baygın genç kızların üzerinde eğreti bir gelinlik gibi duran alkol, günün esmer saatlerine bırakıyor metal ayazını. Sırtımızdan rayların soğukluğu, kanımızdan unutmanın yangını geçiyor. Kimliğimizi yaktığımız kent çöplükleri cesetlerimize yer açıyor; düşsüz bırakmayan, kırık da olsa tarihimizin masum başlangıçlarına işlenen fasülyeden günahlar arasında.
Kendi tanrısının celladı meleklerdik, kan olduk, kanda boğulduk, hayatla öpüşmek için arka sokaklarda yosma olduk.
Zihnimde boy veren ısırgan otlarını şehire tüküren büyük adamlara saldım. Boğazladım sulara teneke çalanları kaktüs zırhımla. Dudaklarımdan Boğaz'a bırakamadığım her bir dize için başka bir cinayet planı hazırladım, eskizinde gözyaşı kabarıklığı, maktul gözlerinden şehrin bekaretine kem akıtan satıcı.
Siyah taşıyan kadınlar ve şarap rengi teninden kayan kadınlar şimdi mücevher bakışlarını erik rengi ormanlardan geceye teslim ediyorlar. Bir rüya için ağıt (*) yakılıyor. Gündüzsüz yakarışlara acele bacı helvaları karıştırılıyor. Bu şehir ayakkabısının tekini metroların yürüyen merdivenlerinde kaybediyor. Her mevsimden baharı koparıp, saçına erguvan damlatıyor, damıtıyor rafine dişiliğini.
Vişne bahçelerindeki diken omuzlarıma giriyor, kan oluk oluk hazza sarılıyor, şehrin binaları sırtıma dayanıyor, mesafesizlikte kayboluyor uyku, derinden uyuşuyor, zihnimin kapıları pasını gıcırtılarla atıyor, bağırıyor kulaklarımda darben, taşıyor tenimden parmaklarının biçimlendirdiği notalar. Ruhum kayıp bir seferde, aya tapınıyor, suya, dişlerinin saplandığı vişne rengine.
Esmer saatlerde çıkıyorum sokağa, dizlerimi örtmeyen mevsimi rüzgâr savuruyor; hayatla öpüşmek için yosma oluyorum Beyoğlu'nun arka sokaklarında...

(*) Requiem for a Dream

3 Temmuz 2010

kanadımda adın...*


Başımı döndüren müzikler, kalbimi boyayan sözcükler var. Şimdi başka bir şehirde kırmızının doğduğu coğrafyada, gönlüme en çok çalınan gökkuşaklarıyla yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çalışmadan... Tenimdeki, kalbimdeki acıyla, her şeyi en derinime işleyerek ve her şeyi en berrak sulara yolcu ederek yaşıyorum. Gün farklı doğuyor ve ben her gün doğumunda yeniden başlıyorum kendi yolculuğuma. Her seferinde. Yeniden. Bunu kimin istediğini bilmeksizin, kalbimde uyuyanlara en güzel rüyaları görmeleri için açıyorum pencerelerini mevsim döngülerinin. Güneşi yeniden renklere boyuyorum.
Bitmeyeceksin, gitmeyeceksin biliyorum.

"..Bir gösteriş sanacaklardır bütün renklerimle etrafta uçuşmamı. Oysa nefes nefeseyim ben. Bir an önce renklerden haberdar etmek niyetindeyim dağı taşı. Kendi rengimin değil, gören gözlere renk dağıtmanın derdindeyim. Ben, dünyaya biraz "kızıl ötesi" sezdirme niyetindeyim. Bu yüzden duramıyorsam hiçbir yerde, dar geliyorsa hava bana, sakın bunu bir gösteri sanmayın. Çünkü ben, kozamda "başka türlü" bir dünyanın rüyasını görmüş idim, koşuşturup onu sezdirmek fikrindeyim. Uyuyan her bir şeyi diriltmek için hareket halinde, hareketin kendisindeyim..."

*alıntı: E. Temelkuran