damarımdan kan geçmiyor.
ayazdan aydınlanan tenimde beliren, erik rengi yollarda derin bir yutkunma... boğazında halatlanan defne kokusunda; 'deniz' tuzu...
Dokundun. Yüzüm adsız yağmurlara karıştı. Gökyüzünün sahip çıkmadığı buhar ve su, nabzımda alevlenen ‘sen’ tutkusu. Saçlarının buğday naifliğinden dudağının kenarına ilişen gökkuşağı yansıması olmak istedim. Prangalanan düşlerime iliştirdiğim güvercinlerin aklığı, sessizliği ölümün. Söylesene, düşünür müsün hızla dönen trafik ışıkları gibi ömrün saatlerini, başlangıç ve bitişleri?! Dizime saplanan ağrı, sırtımdan akan soluk, boğazımda düğümlenen yalnızlık mısraları… Ölçüsüz baharların ütopik hayatları, erguvan akıtması gözbebeklerinden yansır
Midemde dolanan akışkan koyuluk, yükselerek kalbimi ve nefesimi yokluyor. Kelimelerim sakatlanıyor, derinliğini kaybeden gözlerimden artık bal damlamıyor. Kör eden bakışlar, florosan altı sorgular. Gecesinde gündelik hayatın, kirli bir sarı nem, üzerimdeki gömlek, zehir içmeye hazır, beceriksiz ve çıplak bırakan bir kostüm..
Sustun. Sessizliğini anlamlandırmak için ayağa kalktım ve güneşe döndüm yüzümü. Gerdanından damlayan baharla, sırtından yükselen ayaz birbirine karıştı. Dizlerine binen ağrı, bacaklarından dökülen çarşaf sancısı…
Buram buram yükselen meneviş, dirseğinin içinde doğan raksı, esansının… Üflediğin bulutlar, güneşi çıplak ve toprak gibi yalın ve yağmur kadar ıslak ve sen kadar nefessiz, perdesiz bırakıyor.
İçtin. En güzel suyun getirdiği mucize, dökemediğin gözyaşlarıyla, boğazından geçemeden keder veren kelimelerin gölgesinde gebe… Saçlarının arasından inen ateş böceklerini savurmuyor rüzgar, dağıtmıyor tel tel simlerini… Deniz kokusu sinen dişiliğin bir tebessümün altında tuzlu ve ıslak, akmayı bekler kızılın..
Neredeydin. Beklediğim duraklar, yazmaz oldu biletlediğin yol düşlerini. Ruhumun otobüsleri boşalmadan geçiyor, ve her yeni yolcu itiyor yalnızlıklarını…
Esrik kavruluş, diri bekleyiş, yorgun ten, yoksun şehir…
Çaldın. Dudaklarımın arasından sızan ince kanda, müziğini boyadığın bir şarkı…”ya öl, ya sev, ya sus… ya doğruyu söyle…”
Kımıldamıyor kalemim. Kurşunlarını dökemediğim kirli, beyaz bir sayfada, güldün. İç acıtan fotoğraf karelerinin, karanlık odalardaki ruhu sen, kızıl bir şarap gibi; tutku, öfke, zor…
Burada mevsimi kaybettim. Tarihsiz atan ruhuma sıçrayan kan kurumuyor. Et yığınları arasında buldum, tenin altında dolanan ruhun servetiyle, asil akan kızılın; şarap ve sen mağrur objektif arkası, mürekkep lekesi gözlü, zambak kadın…
Kağıtları parçalıyor şimdi varlığın, geçmiyor koyuluğundan gecelerin, aynalardan taşırdığın gülüşlerin… Uzun uzun sorduğun bakışlarım dağılıyor, çilek üstü çiylere…
Uykularımda yazdığım masallardan düşen pembe toyluğun, göz kapaklarımı ağrıtan gerçekliğin, canımı yakan kesici soluksuzluğun ve ölümüne bir sıcak üşümenin, titreten, çözülen kar yeşerikliğin, seninle olmayı hastalığa dönüştüren sensizliğin…
Söyledin. Gördüğün baskısını gönlümün, fısıldadın. Siyah inen gecenin çocuğu olduğunu bilirdim, gerdanında sevişen ay ve yıldızlarla kusacağım, ’sen’liliği…
Şimdi savunmasız, şimdi korunaksız… Ayaklarımın altında ufalanan toprak içimde filizlendiriyor düğümlerini.
Ve beni sar.
Beni sarma.
Sen şık, sen yosma şehirlerin gizli ışıltısı.
Ben…
Ben sadece,
Sarmaşık…
Strange infatuation seems to grace the evening tide.
I'll take it by your side.
Such imagination seems to help the feeling slide.
I'll take it by your side.
Instant correlation sucks and breeds a pack of lies.
I'll take it by your side.
Oversaturation curls the skin and tans the hide.
I'll take it by your side.
Şehirlerin aman vermediği bir kadınım şimdi... Sana dönmemin bile ayrılık olduğu bir vadide, kanatlarına çarparak eriyen el sallayışlarıyım.
Bu gölge yüzün için ne kadar ne kadar da gerçek. Beş gün beş gecedir yanan vücudumu gözetleyen balıklara, imkansız olan aşkımızı anlatıyorum. Beş gün beş gecedir, seni ve kestane ağaçlarını düşünüyorum.
Rüzgara güldüğü için ölen bir kelebeğin çırpınışına karışıyor telefondaki sesim. Acılar yakınlaştırır bizi, kurtulmak istemem onlardan. Belki de yitirdim yüzümde yerine konulmaz bir şeyi. Solgun durursam eğ başını ellerime. Aptalca olduğunu bile bile, durmadan gitmek zorundayım diyen ve seni seviyorumlar kadar acımasız yazacaklarım. Ama gitmek zorundayım ve yeterince üzgün olamayacaksın.
Ben sadece vaatlerle dolu bir kadınım. Uzaklıklarsa sahip olduğum tek şey. Hoşça kal demek için öpersen, gökyüzünün bana doğru düştüğünü hissedersin. Ve son bir düş için seni mahkum edebilirim sayfalarımda yaşamaya...
Bak, yavaşça dönüyorum görünmeyen köprülerin ayaklarını inşa ederken. Ben mevsimleri birbirine katan rüzgarım. Bir kadınım, tek başına kayabileceği batı dalgalarını bekleyen.
Yoksa çok mu erkendi sığınmam bu kuytu limana. Hep yalnız titreyen bu kadına ne verebilirsin ki!.. Ruhum yazdıklarıma yenik düşüyor, yırtıp atamıyorum onları. Sadece seni sevmiş olabilirim...
Aldıklarının yerine şapkalarını bırakıp kaybolan bir hırsızım. Aşk her zaman ele vermiştir beni. Şimdi nasıl itiraf etmeli, beş gün beş gecedir gömleğine sarılıp uyuduğumu, yakasına yapıştığım bir rüyayı nasıl kendim yaptığımı... Yine susturmalıyım kalbimin kalabalığını, hep anılarla sevişiyorum. Şu an senin olabilir miyim…
Saçlarınla oynayacağım, dudaklarımı çenene dayayacağım ve bana sarılacağın sessiz bir
Bu yatak, serin okyanus ürpertisini andırırken iç çekişleriyle dokundu. Nazik ve kırılgan kürenin kristalleştirdiği o kalbi kollarınla sarman için. Çünkü kazananlar ve kaybedenler yer değiştirmek zorunda. Çünkü, her an vazgeçebilirim senden…
Ben, hep bağışlanmak isteyen kadın. Bir gün beni bağışlarsın diye…
Siyah eteklerimi gökyüzüne aralayan rüzgar… Seni o ağaçların altında ne çok seviyorum. Saçlarım, ağlamaktan şişen gözlerim, topladığım kestanelerle irileşen ceplerim… Ahh, seni tanımıyordum bir zaman. Aşk için kestane ağaçlarına tapınan bir çocuktum. Titreyen kalbini sarıp koruyacak tılsımı araya durayım, sen koşarak gitmeye devam edeceksin!.. Son kez, bir daha diyerek döndüm ölü kuşlar evine. Bin kez yalanladım yazdıklarımı, yaşadıklarımı… Biliyorsun bir tek sen bilebilirdin zaten, hep haklı ama suçlu çıktığımı…
Koşuyorum, çantamda bir tek oyuncak trenim var. Sakin bir açıklıktan izliyorum her hareketini; uzaktasın ama yüzünü seçebiliyorum. Alt dudağını ısırışını, dudaklarıma yaklaşırken göğsümün sol yanına, denizlerin ortasına düşüşünü… İnsanlar bir gün beni sana yazdığım için cezalandıracak. Serin bir deniz gibi çarşaflara uzandığım yatağı, içine çekildiğim uykuyu ve tüm gecelerimi yazdığım için…
Durup, uzayan vadiye bakıyorsun. Belki de anladın izlendiğini; hoşuna gitti, gülüyorsun… “ Her şeyi unutabiliriz ama kestane ağaçlarını asla” diyen bir şarkı dinliyoruz.
Bir gün beni sevmekten vazgeçersen, arzularını gözlerinin yalımlı çevresine atmaktan vazgeçersen; titreyen sesinle “ben sensiz ne yapacağım” dersen, çantamdaki trenin sesini duymaya çalış. İkimize ait olan tüm bu sesleri içine al ve denize git!..
Hep.
Sisli bir gecenin ardından koşturuyor gözlerin. İleriyi görmekte zorlanıyorsun. Tenimde su perisi var. Ansızın öfkelenebilir, beyazlaşabilir vadiler. Peki o zaman aşka ve geceye kim inanacak!.. Gözlerimi yumuyorum, ya ölürsen; ölürsen geceye ve bana kim inanacak…"
Kalbimin göz pınarlarından sallanan kristal buz sarkıtlarına gözyaşın değdi bu sabah… Samyelinin eflatunluğunda yokladım kelimelerini… Tenime vuran mürekkep lekesinden çıkarmaya çalıştığım imzada iri gözlerinle baş başa kaldım Yeşim taşlarının yer ettiği parmakların, bir zehirli sarmaşık gibi, akıtıyor iklimlerini, ten ten…
Çapamı sapladığım kıyılarında yosun tutmuş bir bahar, antika bir gülüş.. Surlarımın altından akıp giden suya iliştirdiğim yorgunluğa uzanan ay ışığı ellerin… Parmağına dolanan güneş yansıması, tütün ve akoru bozuk bir gitar…
Nazım ölçülerini asla sayamadığım şiirlerin, yüklemsiz mısralarında uyuyorsun. Tırnaklarında tutuşan yıldız gölgeleri, saçlarımın arasından akan cemre…
Düş mavisi dokunuşların ihtişamlı bir kent ışıltısı… Kızıl Meydan, beyaz toprak, lacivert gök, biraz sen, biraz ben, biraz kendini kaybetmiş sıcaklık…
Boynuna gelişigüzel iliştirdiğin keskin metal güneş ışınları zihnimin durduğu an, beyaz ten, metal sıcak, zor güç… İsimlendirildiğinde yok olan masalların isimsiz kahramanlarıyız. Yakın ve uzağın seviştiği…
Tabusuz kabusların düş çocuklarıyız. Her şeyden güzeli, mesafedeki tek gerçeklik; kadife güzelliğinle bezeli göz kapaklarının ardındaki uykular…
Kulağıma dayadığım iri deniz kabuklarından yankılanan mavi ses, turuncu sessizlik, kızıl kan…
Kadehler dolusu aşktan damlayan şarap ve topraktan güneşe uzanan soluk.
Şarap, soluk, sen…
Amforalardan taşan taba süt ve tanrıçasın işte,; temmuzuma düğümlü karlar içinde…
Tenimden geçen mevsimlerde doğurgan, Niobe…
Oluk oluk akan bir düş bu, geçit vermeyen gölgeler iki adım arkamda, kızaran mevsimde kokun…
Gerdanın… Gerdanında biten goncalar beyaz ve ağır ve kadife ve aşk… İri gözlerinin boyadığı ağaç gövdelerine toz pembe tüller dolanıyor, şarkılarından dökülen…
Raks eden düşün ve gerçeğin, sevişen gün ve geceye nazır…
Elinin ayasına çizdiğim deniz şehirleri yazları akıtıyor bileklerinden, dişiliğine uzanan yolda…
Yaz- deniz- sen…
Sen- deniz- yaz…
Deniz- yaz- sen…
Sen, ben…
Ben, sen…
Tutuksuz yargılandığım günah, düş akıtması… Kirpiklerinin koyuluğundan kopup gelen bahar yorgunluğunun uykuları olmak istedim, bu kentin koynunda… Düşünün mavisi, dokunuşunun yeşili, teninin beyazı, ses(sizliğ)inin turuncusu… Boyadım hayalimi henüz yirmi dakika geride bırakmışken
Boynumda beliren yıldız, öpüşünün izi…
Ben, sen, sus…
Sus…
“Sus”…
KADIN
"Hiçbirşey kadın vücudu kadar gerçek değildir." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 33)
"Güzelmiş gibi davranmak, işte kadınları dayanılmaz yapan budur." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 96)
"Çoğu güzel kadın yapmacık bir cesaret ve küstahlıkla örülmüş, parçalanmaya hazır, göstermelik bir zırh taşır." (Yarım Kalan Yürüyüş, syf: 269)
"Kadınlar ruhun ölümüdür." (Adını Unutan Adam, syf: 5)
"Asla sizi bütünüyle tatmin edecek bir kadının peşine düşmeyin, bu sizi tüketir. Hem tükenirsiniz, hem de henüz tanımadığınız öteki kadınları yitirirsiniz." (Yürek Sürgünü, syf: 9)
"Mutsuzluk mıknatıs gibidir. Her zaman birbirini çeker. Kadınlar genellikle mutsuzluğa karşı duyarlıdır." (Yürek Sürgünü, syf: 227)
"Kadınları onlarda bulduklarımız için değil, bulamadıklarımız için severiz." (Yürek Sürgünü, syf: 479)
"Her yerde, her saatte, her ışıkta, her mevsimde ve her erkekle güzel olabilen kadınlardandı o." (Yüz: 1981, syf: 56)
"Kadınlığını ifade ediş tarzının ortalama ahlaki değerlerle pek örtüştüğü de söylenemezdi, ama çekiciliğinin sırrı da, kendini, bu sevimli, ahlaksız sergileyişinde gizliydi." (Yüz: 1981, syf: 256)
"Birine değil, aşık olma fikrine aşık bir kadından daha tehlikeli ne olabilir?" (Yüz: 1981, syf: 302)
"Size eninde sonunda bir biçim verecek, yazgınızı yönlendirecek, hatta benliğinizi yok edecek - ve hikayenizin sonunu değiştirecek - kadınların mutlaka büyük bakışları olur. Bakışları büyüten o merceğe benzer şeyin, kadınların içlerinde var olan, erkeklerinse asla sahip olamayacakları gizli, dişil bir yetenek olduğunu sanıyorum." (Zamanın Manzarası, syf: 6)
"Bir erkek için hiçbir hoca, ihanet eden bir kadından daha öğretici değildir." (Zamanın Manzarası, syf: 6)
"Kadınları karşı konulmaz yapan niteliklerin, soyut ve kavramsal olanlar mı, yoksa somut, gizlenmeden dışa vurulan fiziksel özellikler mi olduğu konusunda hala bir karara varabilmiş değilim." (Zamanın Manzarası, syf: 6)
"Kadınlar kendileri hakkında fikir sahibi olan erkekleri severler. Sanılanın aksine kadınlar sürprizi sevmiyorlar, aşıkken sizde en çok istedikleri, kendi gözleri." (Zamanın Manzarası, syf: 7)
"Filmlerdeki kadınlar insanı şimdiki zamana tutsak ederlerken, kitaplardaki kadınlar hep yeni, sonsuz hayatlar üretirler." (Zamanın Manzarası, syf: 19)
"İçinde aşk öğesi bulunmayan bir drama nasıl ilgi duymazsak, hiç aşık olmamış bir kadına da öyle bakarız…" (Zamanın Manzarası, syf: 72)
"Yeni kadında eskisinin izlerini, ancak terk edeni hala seviyorsak ararız." (Zamanın Manzarası, syf: 107)
"Çekiciliğinin sırrı, içinde başka kadınların resimlerini de barındıran yüzüydü. Güzelliği bencil, yalnızca kendini zenginleştiren türden değildi, cömertti; ona bakan her erkek bu yüzde arzuladığı kadının izlerini bulabilirdi." (Zamanın Manzarası, syf: 111)
"Tanrı, ya da deniz gibiydi kollarımın arasında tuttuğum kadın; o kadar büyük, o kadar geniş. Onu çevreleyemiyordum." (Zamanın Manzarası, syf: 119)
"Kaşif ve avcı! Bir kadını tehlikeli yapan bu iki özelliğe de sahipti. Karşısındakini tutsak almayı da biliyordu." (Zamanın Manzarası, syf: 130)
"Kadınlığının gizi, kim olursa olsun karşısındakine keskin, erkeksi bir düş gücü armağan etmesinde saklı." (Zamanın Manzarası, syf: 133)
"Tanrıça'nın soyluluğuyla, bedensel açlığının çiftleşmesinden doğmuş, kendini cinsel köleliğe adamanın eşiğinde duran kadınlaydım." (Zamanın Manzarası, syf: 274)
"Güzelliği gerçekliğini gölgelediğinden kimse onu bütünüyle, ya da saf haliyle algılayamamış olmalıydı. Kararlılığımı gözlerine bakarken de koruyabilmek için, varlığının gizi olmayan, çekiciliği bedeniyle sınırlı kadınlardan biri olmasını ne kadar çok isterdim." (Zamanın Manzarası, syf: 342)
"Yeni kadının güzelliğinin kavranamamasında, önyargılarımız kadar, bir önceki sevgilimizi aşmaktaki isteksizliğimiz rol oynamaz mı?" (Zamanın Manzarası, syf: 390)