23 Mart 2009

sar(ma)...


Dokundun. Yüzüm adsız yağmurlara karıştı. Gökyüzünün sahip çıkmadığı buhar ve su, nabzımda alevlenen ‘sen’ tutkusu. Saçlarının buğday naifliğinden dudağının kenarına ilişen gökkuşağı yansıması olmak istedim. Prangalanan düşlerime iliştirdiğim güvercinlerin aklığı, sessizliği ölümün. Söylesene, düşünür müsün hızla dönen trafik ışıkları gibi ömrün saatlerini, başlangıç ve bitişleri?! Dizime saplanan ağrı, sırtımdan akan soluk, boğazımda düğümlenen yalnızlık mısraları… Ölçüsüz baharların ütopik hayatları, erguvan akıtması gözbebeklerinden yansır

Midemde dolanan akışkan koyuluk, yükselerek kalbimi ve nefesimi yokluyor. Kelimelerim sakatlanıyor, derinliğini kaybeden gözlerimden artık bal damlamıyor. Kör eden bakışlar, florosan altı sorgular. Gecesinde gündelik hayatın, kirli bir sarı nem, üzerimdeki gömlek, zehir içmeye hazır, beceriksiz ve çıplak bırakan bir kostüm..

Sustun. Sessizliğini anlamlandırmak için ayağa kalktım ve güneşe döndüm yüzümü. Gerdanından damlayan baharla, sırtından yükselen ayaz birbirine karıştı. Dizlerine binen ağrı, bacaklarından dökülen çarşaf sancısı…

Buram buram yükselen meneviş, dirseğinin içinde doğan raksı, esansının… Üflediğin bulutlar, güneşi çıplak ve toprak gibi yalın ve yağmur kadar ıslak ve sen kadar nefessiz, perdesiz bırakıyor.

İçtin. En güzel suyun getirdiği mucize, dökemediğin gözyaşlarıyla, boğazından geçemeden keder veren kelimelerin gölgesinde gebe… Saçlarının arasından inen ateş böceklerini savurmuyor rüzgar, dağıtmıyor tel tel simlerini… Deniz kokusu sinen dişiliğin bir tebessümün altında tuzlu ve ıslak, akmayı bekler kızılın..

Neredeydin. Beklediğim duraklar, yazmaz oldu biletlediğin yol düşlerini. Ruhumun otobüsleri boşalmadan geçiyor, ve her yeni yolcu itiyor yalnızlıklarını…

Esrik kavruluş, diri bekleyiş, yorgun ten, yoksun şehir…

Çaldın. Dudaklarımın arasından sızan ince kanda, müziğini boyadığın bir şarkı…”ya öl, ya sev, ya sus… ya doğruyu söyle…”

Kımıldamıyor kalemim. Kurşunlarını dökemediğim kirli, beyaz bir sayfada, güldün. İç acıtan fotoğraf karelerinin, karanlık odalardaki ruhu sen, kızıl bir şarap gibi; tutku, öfke, zor…

Burada mevsimi kaybettim. Tarihsiz atan ruhuma sıçrayan kan kurumuyor. Et yığınları arasında buldum, tenin altında dolanan ruhun servetiyle, asil akan kızılın; şarap ve sen mağrur objektif arkası, mürekkep lekesi gözlü, zambak kadın…

Kağıtları parçalıyor şimdi varlığın, geçmiyor koyuluğundan gecelerin, aynalardan taşırdığın gülüşlerin… Uzun uzun sorduğun bakışlarım dağılıyor, çilek üstü çiylere…

Uykularımda yazdığım masallardan düşen pembe toyluğun, göz kapaklarımı ağrıtan gerçekliğin, canımı yakan kesici soluksuzluğun ve ölümüne bir sıcak üşümenin, titreten, çözülen kar yeşerikliğin, seninle olmayı hastalığa dönüştüren sensizliğin…

Söyledin. Gördüğün baskısını gönlümün, fısıldadın. Siyah inen gecenin çocuğu olduğunu bilirdim, gerdanında sevişen ay ve yıldızlarla kusacağım, ’sen’liliği…

Şimdi savunmasız, şimdi korunaksız… Ayaklarımın altında ufalanan toprak içimde filizlendiriyor düğümlerini.

Ve beni sar.

Beni sarma.

Sen şık, sen yosma şehirlerin gizli ışıltısı.

Ben…

Ben sadece,

Sarmaşık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder