“how happy is the blameless vestal’s lot the world forgetting , by the world forgot eternal sunshine of the spotless mind! Each pray’r acceppted , and each wish resign’d”
Alexander Pope , Eloisa To Abelard *
Adını arayan rumuz
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir dünyada
Şiirim mıntıka temizliği
Cam şişelere koyduğum
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir çocukluk
gökkuşağı uçurtma
mayın mantar ütopya
yalancı mücevherler gibi
birbirine benzemeyen şiirler yazdım
okyanusa karşı ağladım sonra
Bak ay karışıyor akşama
Acemi mevsimlerdi
Aşk adı altında yıllarca tek kale top oynadım
Cam üfledi şiirlerimi
Batık gökkuşağı, patlamış mayın
yırtık uçurtma
Eylül gelmeden bavulumda ütopya
Kendime trenlerden ayrılık aldım
bak ay karışıyor alnıma
Adını arayan rumuz
bu mantar sende kalsın
Yırt at bu şiiri okuduktan sonra
M.M
Uzun demiryollarının, raylara böldüğü zamanı kuşatan koyu kan rengi, beynimin kelepçeli kıvrımları ve bir kış manzarası temmuza özenen bulutların karanlığı. Yorgun savaşçıların bilinçlerine mühürlü bir çözüm yolu: İskender’in düğümü. Yavruağzı bekleyişlerin, otobüs duraklarına kilitli sabırsızlığıyla bir prangalanış sarımtırak düne. Silgilerin silemediği bir kurşundan izdi şimdi aşk. Avucumun ayasında bir gonca oyası, kurutulmuş bahar yağmurları. Yeşile çalardı düşleri ve ulaşamadığım bir yeşildi şimdi uçsuz kimliği. Yıkanıp yıkanıp ütülenmekten yorulmuş bir gömlek gibiydi tarihi, başlangıcın. Uzak şehirlerin, çıkmaz sokaklarına her daim fon olmuş bir ceset yığınının betimlenmez kışında, kedilerin söyleyemediği sesten bir “mi…”. Güneş gözlükleri ardına saklanmış hayat çizgileri. Gümrüklerini bilemediğim haritaların dehlizlerime inen coğrafyasında bir kelime bulma umudu. Karlarını eritmeyi başaramadığım yüksek dağların, tanıdık eğimlerinde bir başarısız matematik problemi oldum zamanla. Şehrin ışıklarını söndürdüğün saatti, çarşaflarda ölüm sessizliği. Beklemediğim, özlemediğim bir nota dizisiydi kulağıma fısıldadığın. Ellerinde kesikler, saçlarıma iliştirdiğin kan güllerinin dikenlerini anar. Doreden bir akrepti şimdi zaman, yelkovanı sessiz. Tükenmek bilmeyen bir yol ve yol kenarında kanat çırpışlar…
vaat ettiklerinin soluksuz büyüsünü solduran bir aralanıştı geçmişten geleceğe uzanan. Mozaikten bir aşk hikayesinin cevapsız çağrılarında uzun bir siren, sessizliğine meydan okur, başrollerin. Bir senaryo şimdi kalemime tıka basa doldurduğum. Virgülden sonrası sebepsiz… Alaturka bir desendi şimdi uzaklıkların senden bana ilettiği sessizlik. Güneş uzak kaldı ve uçulacak mekansız kaldık. Göz kapaklarımın ağırlaşan aralığında yağmura emanet bir nem. Yaşadığım şehrin kalabalığında, dolu sinema salonlarının yarıda kalan filmlerle süslediği aşk masallarına imkansız bir giriş. Metal bir soğukluk , koyu kahve çözünürlüğünde tenime değen. Berrak bir ışıltıydı zamanında dizelere inancım. Ve solmayan çiçeklere olan çocuksu bir saçmalıktı çoğu zaman, zaman. Eski bir nağmenin en güç mehtabında, yaşadığım tarifsiz çare-siz-lik. İmlâlara mecbur, dersliklerde karalamalar. Aşılamayan yolların haritalarında acemi bir korkaktım çoğu zaman. Gül kurusu bir yoksunluk şimdi kuytularımda mücevher gözlerin. Sepya bir perde çekildi zamana ve kalemimden damlayan kanların koyu eksikliği belirsizleşti zamanla. Tanrı’nın saklambacında hep ebe olduğumu öğrendiğimde oyun zamanı geçeli çok olmuştu. Bir ağıt şimdi plansız inen akşamlarda günbatımları ve çözemediğim bir düğüm, yorgun savaşçıları beklerken. Çıplak bir gecenin geometrisinde taşıyamadığım bir tenhalık. Tehditkâr hatıralarda düşlerime sinmeyen bir boğaz rüzgârı. Habersiz inen bir yağmur kuytularımda, gökyüzündeki uçurtmalara takılmanın eşiğinde. Haberin yok, detaylarını sildiğim tasarımların fırça darbelerinden. Kalın bir duvardı şimdi yitirilen cümleler, erişemediğim yıldızların emanet almak istemediğim pırıltılarına sığınan… Ve yinelenmeyecek bir karenin siyah- beyaz gölgesinde güçlü ve emin bir baskı deklanşöre…
Küçücüktüm büyüdüm ama ben masalımı da gördüm. Kumdan kalelerime yağmurlar yağdı. Kalbimdeki yaz renklerini, ılık bahar esintilerine doldurup, düşlerim için yola koyuldum. Bir Van Gogh tablosunun kıvrımlarındaydı sanki yolculuğum. Uzak ülkelerin, yuvarlark darbelerinin, laciverdi gecelerinde. Taş sokaklarına vurulmuş bir susamışlık ve saman renginden iklim kırıntıları. Sırtıma vurup yollarına düştüğüm masalların akıl almaz labirentlerine, suluboyadan dalgalarımı çizdim. Adımı vermek istedim adı konulmamış kahramanlara. Gecenin suskunluğuna inat bir karnaval başlattım, dehlizlerimden fışkırsın diye. Küçücüktüm büyüdüm ama ben masalımı da gördüm.
“Yüzünde yaşam izleri vardı/ Sevdim onu görünce birden/Eski bir şarkıyı söylüyordu/As tears go by…” Vurgun yedim kendi sularımda. Değdiğinde, goncalar açan dallarım bahara bebeksiz girdi. Dalları kiraz basmasına yakın, sustu fısıltısı rüzgârın, tanımsız bir beklemeye girdi garlardaki lokomotifler. Bir yankı halinde şimdi renklerin, çarpar tenime, geri döner, usuldan bir yeşildir içimde ovalarım, ılıktan akar kilidini kaybettiğim sular… İsmime mühürlü efsanelerin olasılıksız kahramanlarına kötücül zakkumlar iliştirmişler. Amforalara saklı maneviyatımda saklanan çılgın bir renk cümbüşünü bastırmaya çalışan beyazların ardında tanımamak, anımsamamak istediğim isimler ve bunu engelleyemeyen bir imkansızlık. Sevmiştim, çok sevmiştim, renklerine inandığım bir coğrafyanın kıvrımlarında otururken. Saçlarıma iliştirdiğinde kan güllerini, kızılına kızıl katmıştı damarlarımdan akıp gidenin… İşte o an, “sus dedim ama olmadı/ kalbimden ismin geçti/ kimseler duymadı/ çiçeklerin kokusu/ dalgaların şarkısı/ rüzgârın fısıltısı/ bir sana bir de bana…”… Bekledim, sıkıntımı örterek, bekledim, silüetleri renklendirme çabasında, saatlere mühürlenmeden, damgalamadan üzüntülerimi bekleyişime, bekledim. Dakikalar asır oldu. Soru işaretlerindeki önyargıları silmek istedim ve bekledim. Yüzümden akan yağmur damlaları durmadı, ‘nakarat gibi’, ‘nakarat gibi’… İç yakıcı bir şerbet oldu dudaklarımda bir Kordon havası., akşam serinliğini kapayan sıcaklığında. Maviden yeşile çalan, camgöbeğinden bilyeler saçıldı sulara, menevişler süsledi çalkantıları. Zamana inat yok olmayan kıvılcımımda kavuniçi özlemler… Düşündüm durduğum yeri, rotamı düşündüm uzak denizlerden bakarak. “En küçük bir ses bile sanki gök gürültüsü/ içim kıpır kıpır/ deniz kıpırtısız…” Zeytin ağaçlarının gölgesinde , toprağa dokundum. Hayatın sana verdiklerine nazır… “Sahiden hiç olmadan, her şey olunmaz mı?” Usuldan bir peri tozu saçıldı yarıçapı goncalarla kaplı çemberime. Sana “Hoş geldin” deme özlemiyle, kendime olan eflâtun sözlerimle, gecenin lacivert kadifeliğinden sana uzanan birkaç nazlı cümle olmak istedim… “Gece giderek yayılmaktadır/ yıldızlar herkese göz kırpmaktadır/ güzellikler paylaşılmak ister/ sevdiğim uzakta belki uyumaktadır…”
** Fotoğraf: Kevin Abato/ Take My Hand
“Elimdeki kitap rüzgâr oldu. Sen geldin. Sevgilim dedim sana gürültünün içinden, etimle, ruhumla, sana bakarak. Zamanında, beyinlerinin ışıklarını bir ekmek parasına satan onca insan arasında, hürriyetimi ve mutluluğumu kaybettim. Ama gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… Dedim kendi kendime, seni sevdiğimi. Başım döndü ikimizden. Evvelsi akşam, o büyülü saatte.”
Damarlarından ılık ılık geçen kanın soluğunda sabahladım gece. Sabahın ayazında uykularını izledim uzun uzun. Sonu gelmeyen düşlerimin pençesinde, aynanın karşısında kalp ayışlarımı izledim. Ritimsiz bir vurgu topluluğu heyecanıma karıştı. Kalbim gökyüzüne uçacak sandım. Sakındığın cümleleri severken günbatımında, güneşin ufka değdiği noktada durup, rengini seçmeye çabaladım. Yıldızlarının yollarına döküldüğü bir gecenin sabahında içimde erguvani bir mutluluk. Yorgun geçen uykularımın bitmez kabuslarında açan bir bahar, kiraz ağaçlarıyla…
Belirleyemediğim derinliklerinde ayrıntılı mevsimlerine takılı kaldı gözbebeklerim. Dayanılmaz bir yalnızlığın üzerine şeftali kokusu, usuldan…
Damla damla akıttığım gözyaşlarımla açmış şimdi akşamsefaları. Renkleri gönlüme dokunur, hüzünleri karmaşamda boğulur. Neyi, neden yaptığımız bilmeksizin, sorgulamaktan kaçındığımız günlerin ardından bir tebessüm, soru işaretlerini bıraktım, büyülü kalsın…
Sevdiğin şarkıların, notaların eslerinde bir güvercinin kanat çırpışı kalbim. Beklenmeyene giden bir hediye olsun kendimden… Sabaha karşı, doğanın sıfıra indirdiği huzursuzluklardan uzak, yanıbaşında bir serinlik, içini titreten, hafiften…
Bahar kokusunda solan hüznünü ver diye geldim. Ellerinin ayasında açan bir güneşi göstermek istedim.
Yorgun, nefessiz rüzgârlarını alıp, seni kendinden geçirenlerle yer değiştirdim. İtiraf edemediklerimize saplı benzerlikleri dudaklarındaki tebessüme iliştirdim. Parıldayan gözlerinde bir okyanus akıntısı. Zamanın yer vermediği mutlulukları, onun kural dediği yasakları yıkmaya geldim. İzmir sahillerinde dalgalara vurdum, dokundurduğun coşkuyu. Dökmek istedim dizelere, yine yeni yeni baştan… Dudaklarımın aralığında usuldan bir ezgi, gönlüne dokunup düşlerinin dokusu olsun diye… “…denizini arayan akarsulara benzeriz/ pencereler bırak açık kalsın/ geceleri yağmurlar yağsın/ günebakan düşlerimiz/ yağmur sesiyle çoğalsın…”
Sana bir gün “Vur beni” demiştim. Mavileri oyacaktın, kaçamadın… Kızıla çalınmadı iklimler, kan revan içinde kalmadı düşler… Çağırmadın, geldim. Ağlarken görmedim seni, ağlamazdın çoğunlukla… Oysa benim mavilerim akardı, durmaksızın…
Şimdi zehir zemberek bir soğuk dokunduğum noktalar… Boyum yetmiyor bulutlara, seni de alıp götüremiyorum gökyüzünün çıkmazlarına…
Şimdi çıkmaz sokaklara saplı hayallerimle cevapsızlığından imgeler çıkarmaya çalışıyorum. Oturup bağdaş kurdum kalbinin kuytularında, duydun mu dudaklarımdaki ıslığı?... Duymadın… Sağır edici suskunluğun kesti geçti yine… Dudaklarımdan parça parça dökülürken ‘istediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa…’
**Fotoğraf: Kevin Abato/ Liquid Serenity
Yarım kalan bir şiir dizesiydi dudaklarına ilişen koku… Elindeki sıcaklığın uzantısı ılıktan ılığa bir yaz akşamı. Vedasında çerçevelenen gözyaşları hep göz hizasında… Kızılından kızıl çalmışlar bir perşembe sonbaharında… Nefesinin kuytularında çırpınan aktan bir güvercin. Salamadığın özgürlüğünde boğulduğun hıçkırıklar… Benim sustuğum senin soluduğun, kaldırımlarda biten renklere nazır… Laciverdinin koyuluklarında kaybolan bir kutupyıldızının dudaklarından dökülen öpüşlere yazılmış şiirler. Malzemesinden mi çalmışlar aşkımın?! Unutulmuş bir konak gibi gözlerinden bana akan hareler.. Harelerinden önüme uzanan uzun çizgiler, kesik kesik.. Goncalarına serptiğin, teninin kokusunda susan süt beyazlığı. Vişneler saçtığın dokunuşlara mühürlü, geceler… Ayın soluğunda yok-olan bir tılsımdı gülüşlerin. Bir bardak suyun mu gölgesinde yakamozlar? Menevişlerin dokundurduğu renklerde kaybolmuş dakikalar.. Ellerinden akan bir yaşamdı sinema salonlarına kilitlenen.. Belirsiz boşluklar vardı cümlelerimde, darmadağınık duygularımın mirası...
Birkaç yarım şiir birkaç belirginliği yitmiş şarkı.. kaybolmuşum bilmediğim bir şehrin sokaklarında . Oysa burada her sokak denize çıkardı, denizimi yitirdim. Suladığım çiçekler rengini yitirdi…
Bu bir veda değil sevgilim..
Sev-gi-li-m...
Bu susuştaki konuşkanlık belki beni sana, sonu olmayan sokaklara bağlayan. Sepya bir örtü vurulmuş düşlerime, üzerine suluboya fırça darbeleri..
Git diyemez ki bir yanım, kendimi sende bulmuşken, uykularını izliyorum sonu gelmez gecelerde.. Huzurlu gerginliğinin eşiğinde, karanlığa çarpan soluğunda ertesi gün planları…
Bu bir veda değil…
Bir gidiş kalbimdeki kakaolu ülkelerden…
Sana uzanan bir masal…
Masalına kilitli renkler…
Renklerine mühürlü tonlar…
Tonlarında doku…
Dokunda bir es…
Teninde koku…
Noktaya bir kala bir virgül…
Sürmeli gözlerde bir yaş…
Dudaklarda bir çilek tadı…
Ve kalemdeki kurşunun kokusu…
Ve bir sevda çığlığı…
Bir adam sustu, bir kadın sokundu. Güneşin içinde karanlık kayboldu. Yeni bir çığlık eklendi hayata, kalbinde küçücük bir gamzeyle. Yakın tonların sentezinden miras.. Yeni çığlık savunmasızdı, güçsüzdü, ulu dağlara bakamayacak kadar küçüktü. Masalındaydı ömrün ve dokunuşları bir renk cümbüşüydü. Periler, prensesler, ışıltılı oyunlar ve parlak yarın düşleriyle bezediler gözbebeklerini. Prensini arar oldu kızıl gelincikler arasında. Ve bir bulut gördü uzun , parlak saçlarının gölgesinde, bulut ağladı, gözyaşları gamzeye değdi geçti. Küçük çığlık silmek istedi gözyaşlarını ama küçücüktü elleri, yetemedi… Gamzesi küstü gelincikler ardındaki renklere. Ve gece oldu. Yıldızlardan düşlerinde bir perde vardı şimdi. Umutlarına ve masallarına eklenen bir karaltının eşiğindeydi. Yetemedi. Sihirli tozlarını saçamadı. Gördü. İlk defa gördü. Şu dönen dünyaya hep güneş düşmezmiş. Hep sabah olmazmış ve elleri büyük değilse ışıltın görünmezmiş. Küçük çığlık ilk kez gerçeğine dokunmuş ömrün ve ilk kez çığlık atmış içindeki gamzenin yansıması…
Yıllar, yollar sonra bir gül bahçesinde umudunu yeniden kazanmanın yanı başında durmuş. Küçücük elleriyle bir solgun güle nefesini bırakmış. Tüm güller aralarında fısıldamaya başlamışlar ve bir şarkıyı mırıldanmaya… “…yollarımız hiç kesişmemiş şu eylül akşamı dışında…” Güllerin dudaklarından dökülenler gamzeye değmiş ve küçücük bir gülümseme yollamış uçuk pembe dudaklarına. Dudaklardan solgun güle bir öpücük değmiş, tüm güller birbirine dolanmış ve tek bembeyaz bir gonca halinde, küçük çığlığın ayaklarının dibine düşmüş. Minik parmaklarını dokundurmuş goncaya ve pembe dudaklarını bir kez daha değdirmiş. Kıpkırmızı bir güle dönüşmüş gonca ve fısıldamış “.. senden başka kimse yok içimde…” Ve bir gülücük daha dokunmuş. Işıldayan gözlerini kapamış küçük çığlık ve içinden usuldan bir dilek tutmuş “Masalıma masal kat..”. Dileğini dilerken, utangaç, nazlı nazlı kıpırdayan şeftali kokulu dudaklarında kadifemsi bir yorgunluk bulmuş. Araladığı gözleri, prensinin gözlerine dokunmuş. Ilıktan bir mevsim şeridi… Masalına masal katılmış ömrün. Ve bir bulut uzaktan göz kırpmış, gamzesi gülümsemiş. Yine yeni yeniden bir adam susmuş, bir kadın dokunmuş, güneşin içinde karanlık kaybolmuş. Yepyeni bir çığlık eklenmiş hayata…
Umutlarıyla bezeliymiş ömrü. Bulutların mirası, kar tanelerine sarılıymış gönlü. İçindeki bitmez yollar, aşılmaz duvarlar kuytularına saplı goncalarda hüküm sürermiş. Ayrılıkların sonunu düşününce güneşe uçmak istermiş. Bitmeyen yılların, özlemini kırbaçlaması, birkaç mısra gibi süzülen gözyaşlarına sebepmiş. “Sen hiç sensiz kalmadın ki, mevsimleri saymadın ki…” Dudaklarından dökülmeyen, yüreğinde bir kurtarıcı bulup da, yollara düşemeyen ezgiymiş. Kavurucu bir yazın eşiğinde, gönlünde kristal kar taneleriyle, kapıyı çalmaya utanan küçük bir kız çocuğunun şeker beklentisi gibi… Gezdiği ya da bildiği şehirlerin kıyısında, kalbinde gümüş labirentlerle… Sokaklarına rüyalarını katmış falcı kadın ve susmuş gecede… Tahminlere sarılı ömründe yalnızca bir kaç gelincik… Ne demişti geçmişten gelen bir sevdalı ses ?! “Saçlarına kan gülleri takayım/ Bir o yana/ Bir bu yana…” Güllerine dökülen kanında kızıla çalan bir yorgunluk… Yorgunluğun ötesinde adımlarına çalınan bir yoksunluk… Süregelen bir akşam vaktiydi kuytularındaki zaman… Güneşini kaybeden bir yaz çocuğunun sevdalarına mühürlü yaldızlar… Uzun siyah saçlarından yağmur taneleri gibi akan umutlarına tutunan gelecek olasılıkları… Kabuğunun içinde sürüp giden ayrı bir yaşamdı kuytularındaki… Zaman denilen uçsuz bucaksız saatin akrep yelkovan kovalamacasındaki engellere takılı içinden akıp giden “nakarat gibi yağmur”. Pencereleri döven ıslaklıktaki soğuğun bıraktığı buğu da sustu pembeleşmiş gülüşler. Yatağının altına her gece yarısı gizlediği eski defterinin sararmış sayfalarından dizeler pusuda, sokakların yağmurla –bulutların gözyaşlarıyla- yıkanışını izleyip, parmaklarını soğuğun nefesinde gezdirirken…”Yokluğun cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini…” Şiir gibiydi sevmeleri, yelkovanın engelli koşusuna benzemezdi. Gecenin, yıldızlarla yıkanışı gibiydi… Ölümün tartışılmaz kesinliği, yazın yadırganamaz sıcaklığı gibi… Dokunduğu yere kızılından gelinciklerini bırakırdı, bir valsin en coşkulu anı gibi… Tangonun tutkusunda kızarırken… Bir yaz sabahına gebeydi düşleri ve dudaklarına ilişen tek bir dize “…haziranda ölmek zor…”