30 Ağustos 2021

yürümek-

 

Bulmam gerek. Bulabilmem için aramam gerek. Bir yerde bir kuvvet bu yolculuğa çıkmam gerek.

Nereye kadar bilmiyorum. Nereden başlıyor insanın zihninde toplayıp da tozlandırdığı; en ufak bir harekette toz duman olup nefesini tıkayan o albümler dolusu 'an'?

Hangi sokak köşesinde? Hangi merdivenin basamağında? Hangi kapı eşiğinde? Hangi yağmurlu iskelede? Hangi tren garında? Hangi mezarlıkta? Hangi soğuk odada? Hangi halı kenarı püskülünde? Hangi radyo kanalında? Hangi kokuda? Hangi ninnide, türküde?

Kaybettiklerinden mi başlaman gerekiyor yüzleşmeye, geriye kalanlarla yetinerek mi?

Şimdi okuduğum her satır otuz yıllık bir bilet için dürtüyor içimin sandıklarını. Kimbilir yazdığım satırlar ne diyor sessiz çığlıklarla. Kendimi okumaya güç bulamazken nasıl oturacağız masaya, hesaplaşmaya...

Bütün yolları tersine yürümenin gerektiği yerde her kurduğum cümleyi silip yeniden yazacak kadar yeni sözcük bulabilecek miyim...

Belki sahiden bir önemi yoktur sözcüklerin.

Bunu duyduğumdan beri bütün varlığım uyuşuyor, ama belki bunun da bir önemi yoktur.

Bilmiyorum, bilenler çok iyi biliyor gibi ama.

Bilmek hafifletiyor olsa bari.

Sözcüklerimin anlamsızlığını toplayıp bir ömrü boşa çıkarmak da bana kalsın. Kalemlerim kendini kırsın.

Ne zamandır söylediğim hiçbir şeyin muhattabına dosdoğru ulaşmadığını düşünüyorum. Sonra uzun uzun aynaya bakıyorum. Sonra uzun uzun ağlamak istiyorum. Şehirde bir ağacın dibinde, bir otobüs tekerinde, bir dalga köpüğünde, gürül gürül kalabalığın içinde.. ifade etmediğim, edemediğim ne varsa ata ata.. yok olmak.

Bilmiyorum ki nerede, ne zaman yankısız kaldı sesim bu kadar, böyle anlamını yitirip kendini duyuramaz oldu...

Belki bu yüzden kendi kendime söylemem, kendi kendimi ikna etmem gerek kendi öznelerime, nesnelerime...

Bu eksilişi neyle tamamlarım..

İçime saklanıyorum.

Kendi kendime, kendi hatıralarımla her şeyi doğrulayabilir miyim hiç emin değilim, çok korkuyorum ama sesini duyuramadığın yerde seni senden başka kim kurtarabilir ki?

Gece koyu, içim ağlayamadığım bütün zamanlarla sırılsıklam. Islana ıslana kendimi çürütüyorum. Çürüyen toprağımla kurtları besliyorum. Kayboluyorum parça parça. Belki de kaybolmaktan bu kadar korktuğum için sürekli her adımdan sonra ardıma bakmak..; bu iyi bir fikir değildir.

Çok yürümem gerek, çok kaybolmam, belki bu kadar da muhafaza etmeye çalışmadan, belki yolda yeni sözcükler bulup hepsini en baştan bir daha anlamsızlaştırmam..

Vazgeçmeyi, kaybolmayı, yok olmayı, yabancılaşmayı, unutmayı.

Unutmayı; başka bir ses belki de sadece bir sessizlik olmayı deneyerek..

Giderek, kalarak, kanayarak, sızlayarak, susarak..

Duyuramadığım ne varsa onlarla kül olarak.

Yeni bir sayfa gibi;

ya da hiç başlanmamış bir cümle gibi...



19 Ağustos 2021

Bütün felaketlerden hemen önce'

 

Doğduğun evde uyanmak.. Hayır uyuyamamak. Tuhaf. Yıllar kabuğumu sertleştiriyor. Bir yandan da bu kabuk içine doldurduğum ne varsa sürekli çalkalanıyor. İç organlarım yer değiştiriyor sanki. Duygularım. Hüznüm. Şiddetim.

Bak şimdi çalma listesinde aniden ilk aşkımın şarkısı çalıyor. Taş kesildiğim zamanlar geçmiş... Her şey geçiyor. mu.. Ne iyileştiriyor insanı bilmiyorum; kendini affetmek olsa gerek.

Bu aralar gerçekliğe kaptırıp ne kadar sürgüne yolladığım duygum varsa taşkınlar halinde fışkırıyor gecelerden, yaralı rüyasızlığımdan. 

Olduğum yerler, içinde bulunduğum beden, defterlerimin arasında çiçek kurutur gibi kuruttuğum dünlerim, kanımın yönünü değiştiren şarkılarım, ezbere bildiğimi çoktan unuttuğum dizeler..

Bu aralar sandığımdaki her şey kendini hatırlatıyor. Bana kim olduğumu bağırıyor.

Korkuyorum. Mahvolmaktan.

Biliyorum kendimi kendime bırakırsam mahvolurum çünkü.

Gösterişli olur ama, gücüm var mı..

Karar mevsimi olmadığını, sadeleşmeye çalıştıkça içimi kalabalıklaştıracağımı biliyorum. Sokaklarımın yönlerini yitireceğini.. Ben bunu hep yapıyorum.

Kapa gözlerini.. 1..2..3.. Ve ayaklarından başlayarak tüm vücudunda güneşin sıcaklığını hisset. Böyleydi di mi..

Güneşe, toprağa ve suya gömüyorum kendimi, çiçek açacaksam doğru yerde pedal çeviriyorum, yanlış biletler kesiyorum.

Bir sürü şey var. Sormak istediğim ve susmak istediğim.

Aniden kapısından girmek istediğim yerler ve ardıma bakmadan çekmek istediğim kapılar.

Görmek istediğim gökyüzü renkleri, yürümek istediğim sokaklar, binlerce kez daha dinlemek istediğim şarkılar, affetmek istediğim hikâyeler...

Çok düşünüp, ama o kadar çok düşünüp neredeyse "yaşadık" bunu diyebileceğim kendimi kandırışlarım var. Hayal belki. Hayal dediysem bir fotoğraf kadar kısa ömürlü* bir öpücük kadar upuzun...

Neden uyuyamıyorum doğduğum evde? Anneanne?

İçimde çırpınan bir şey var. Çatlatacak çeperini nefesimin, nabzımın, sabrımın.. Ve çatlağından yabani bahar otları, çiçekleri mi fışkıracak, kopkoyu bir yitiriş mi bilmiyorum.

Korkuyorum.

Şarkıyı bir kez daha açıyorum, bin kez daha.

 

Gün doğdu. Doğduğum yerde.

Uyumadım da ölmedim de.

 

temmuzun bi' yerinde, 07:35 


15 Temmuz 2021

32'

 

"Sıkı sıkı kapalı tuttuğum avuçlarımı ve hep gergin topladığım saçlarımı açmam için bana güç veren cesaretime teşekkür ederim. Avuçlarımı terleten heyecanlarıma ve başımı ağrıtan korkularıma teşekkür ederim. Çok kırılgan ama çok güçlü, çok yumuşak ama çok sert kalbime, sonu gelmeyen, bitti sandıkça göğsümün ortasında daha çok çiçeklenen sevgiye ve o sevginin sonsuz ve gerçek kaynağına teşekkür ederim.

Beni tıpkı kendi gibi sakin, kendi gibi fırtınalı, kendi gibi renkli, kendi gibi tekdüze ve kendi gibi sıradışı yaratan doğaya, yıldızlara, evrenin düzensiz düzenine teşekkür ederim.

Bu çok basit ve çok ihtişamlı, çok sade ve çok karışık, çok yalnız ve çok kalabalık hayata teşekkür ederim.

Hepsine, çok teşekkür ederim."

 

 

18 Haziran 2021

rüzgârın sözü'

 

Hiçbir şey aynı kalmıyor. Bu, yaşanmadıkça anlaşılmıyor. Hayatın o durağanlığı kendi içinde bir sürü tohum atıyor toprağına... Zamanı ne zaman gelecek diye sabırsızlandığımız ne varsa; hazırlık yaptığımız, bütün o bekleyişe inat hep en beklemediğimiz anda oluyor. Hiçbir şeye hiçbir zaman tam teşekküllü duygularınla, kontrolünü yitirmeden dahil ve şahit olamıyorsun.

Şimdi başka bir yere kıvrılıyor yol. Alışkanlıkların son tüketim tarihi yaklaşıyor. Yağmurlarla uğurluyoruz yorulmuş, kışla yoğurulmuş umutsuzluğumuzu, yerleşikliğimizi...

Hiçbir şey tastamam görünmese de, baharını bekleyen çiçeklere ne çok inandığımız geliyor aklıma. Hatırladığım ne varsa göğsümde filizleniyor.

Sürekli çatlaklarını bir arada tutup, içindeki suyu sızdırmamaya çalışan bir vazo gibi  ayakta ve bir bütün olarak durabilmeye çalışmak, içimdeki çiçekleri soldurmadan, çürütmeden, öldürmeden o bir avuç suda yaşatmaya uğraşmak bazen bütün yaşam kaslarımı çok zorluyor.

Yine de bırakamıyorum. Bırakmak, bırakılmak...

Uçmayı unutmuş bir kuş gibi zaman...

Kendini öğrenip öğrenip geri unutman, unutup unutup yeniden hatırlaman, her baharda açman, her maviliğe kanat çırpman, illa ki kendini o hayatın bir köşesine teyellemen gerekiyor.

Taşlar nereye yuvarlanıyor, kaç yıllık çamların kozalakları nerede birikiyor, geldiğimiz yollar kendini mi siliyor, yoksa yarına çeyiz mi diziyor, güneş kimin için hangi dağın ardından doğuyor, bilmiyorum...

Bir ıslık gibi, iki dudağımız arasında ince bir nefes gibi gelip geçiyor mevsimler,

geriye kalanlar;

iç sarmaşıkları,

gövdemizde sızlayan ağaç kabukları,

hatırladıkça genişleyen mavilikler ve

rüyası ömrün.



8 Haziran 2021

Kader veya M'

 
 
Belki de hız yapamamamın sebebi sensin. 

Hiç beklemediğim bir anda sayfaların arasından kucağıma düştün yine.

Göğüs kafesimi sımsıkı sardı unuttuğumuz, unuttuğumuza yemin edebileceğimiz ne varsa. Isırganlarınla kaplandı yine içim. Acıttın canımı yine yokluğunun uzak bir hissiyle. 

Seninle bir sokak başında karşılaşma ihtimali nasıl depremse, öyle aniden bir kitabın içinden açık saçık göz kırpışının da bir farkı yok. 

Nerede olduğunu bilmiyorum, başına neler geldiğini.

Böyle diyorum çünkü biliyorum belaya tutkun yanın rahat durmaz. 

Sığınabildin mi bir yerlere felaketlerde, bilmiyorum onu da. Artık o liman ben değilim sonuçta. 

Hangi yıldı; şehrin sağında solunda "deniz misin, liman mısın?" duvar yazılarının peşine düşmüştüm. O zaman deniz değilmişim ben. Bunu da çok sonradan öğrendim. 

Oysa senin denizin olabilseydim eğer, beni öldüremezdin. 

Peki sen ne yaptın? Öldün mü yoksa güçlendin mi? 

Bence cılızlaşmışsındır. Hâlâ aynı şeyleri seviyor ama eskisi kadar iyi rol yapamıyorsundur. Belki de senin sevgin genel olarak böyle; sahneye yakışan, kuliste makyaj silen, sokakta yok olan bir şeydir. Onu da bilmiyorum. Hiçbir şeyi bilmediğim gibi.

Eve gidiyor musun hiç? 

Bir sebeple sokakları didiklemem gerekti geçenlerde, anneannenin evine baktım bir süre.

Anaokulumun ve ilk sevgililerimden biriyle sürekli buluştuğum lisenin olduğu, aynı sokaktaki o büyülü ev. Hiç düşünmemişim bunu da. Büyüyüşümün tek bir doğru üzerinde böyle konumlandığını. İçim üzüldü yan yana gelince hepsi.

Evi de terk ettin belki.. Belki üzerine toprak atman gereken kayıpların oldu, belki artık çam kokusu almıyorsun, ve hatta kalbinin haritalarından bile sildin yerleşimleri...

Ben de terk ettim belki, öldüğüm için.

Başka türlüsünü oldurmaya uğraşmadım, yalan yok. Gururum ve kalbimle birlikte en çok ilk gençliğim yara aldı. Galiba öfkemin kaynağında bu da epey bir yer kaplıyor.

Şimdi öylece, onca şey devrilmemiş ve o enkazın altından bir şekil kırık dökük, yarım yamalak da olsa çıkmamış ve her şeyi temize çekmemişim gibi aniden bir romanda kendine yer ediniyor ve kendini gözümün içine sokuyorsun. Ve lanet olsun ki hâlâ sevgim de gözyaşım da tetikleniyor kendini hissettirdiğin her aralıkta. Kemiklerimin arasındaki boşluklar daralıyor, nefesim yanıyor ve kurtaramıyorum kendimi. Bağışıklık kazanamıyorum sana, varlığına, yokluğuna, belki de hiç olmamış olmana.

Sen ve bütün felaketin bir hastalık gibi sardı içimi, zaman okşamıyor başını kırgınlığımın da hafızamın da. 

Devasız bir hastalık gibi büyüttüğüm bu sevgi, çekilmiş bir diş gibi boşluklar yaratıyor ama dilim de o boşluğa dolmaktan kendini alamıyor. Yadırganan bir boşluğu kendi yeni formuyla tanıdıklaştıramıyorum kendime.

Keşke demeyeceğim ama,

deniz olmayı bugün değil o gün başarabilseydim

belki eşit bir sonumuz olurdu.

Ve üzgünüm ki sen hep,.... neyse.

Artık hiçbir şeyin pek de bir öneminin olmadığı bu yerde gece gündüz neyi kazdığımı, neyle karşılaşırsam içimin soğuyacağını, kalbimin reddettiği neyi mantığımın bir ihtimal çözümleyebilme ihtimaline tutunduğumu, neden ömrümü buradan sıyıramadığımı bilmiyorum. 

Bilmek de istiyor muyum artık, emin değilim.

Sadece

bi' hıçkırık..;

engelleyemediğim. 

 

 

28 Mayıs 2021

iki gerçek'

 

 "... hayatta herkesin mutlaka

bir sarayburnu aile çaybahçesi varsa

hayatta herkesin mutlaka bir istanbul'u varsa

hayatta herkesin mutlaka bir tanrısı varsa

ve biz tanrısız kaldığımıza göre

sen benimle mi gelirsin

ben sende mi kalırım

bunu bırakalım şu geçip giden bulutlar düşünsün."



15 Mayıs 2021

Ölüm, bahar ve eski şehirler üzerine'

 

  

Rüyalarımdan çıkamıyorum. Rüyalarım da Adalar'dan çıkamıyor. Nehir durgun, mevsim hep bahar, elimde hep bir kitap. Hep bir şey kovalıyorum, hep takılı kalıyorum. Sokaklar değişmiş, betonlar yükselmiş, insanlar yaşlanmış. Artık o şarkıyı söylemiyorum. Yakamdan düşmeyen ve neden olduğunu anlamadığım bir suçluluk hissiyle oradan oraya koşuyorum. Koşup da vardığım yerde hep kalbimi, küfür gibi sözcüklerle donatılmış bir namlunun ucunda buluyorum.  Yorgun düştüğüm yerde gece bitiyor. 

Uzun zamandır içimde bir yerde nadasta bekliyordu bu hesaplaşma, biliyordum bir gün bir yerde kendini patlatacağını. En yaralı yerimi bulacağını da tahmin etmeliydim. Yine de beklediğim kadar kanatmıyor, sanırım yerleşiklik kazandı çentiklerimiz.Ya da başka birisi olmaya alıştık. Olduğumuz kişiyi kanıksadık. Belki de nehirlerden denizlere ulaşmayı sevdik, belki zaten denize alışık nüfusumuza geri dönüşün huzuru bizi ikna etti. Her ne olduysa, rüyalarıma sızan hatıralarda bildiğim bahçelere çıkmak iyi geldi, ister kalp çarpıntısı ister korku ister üzüntüyle olsun. Bildiğimiz adreslerin kapı kilitlerinin değişmediğini görmek güzel. Hatıralarımızın evimiz oluşu...

Şimdi uyandığımız günleri gelecekte nasıl anlatacağımı bilmiyorum, hangi kokunun zihnimde bu zamanla eşleşeceğini.. Bu mevsimin bariz yeşerikliğini kalbimin hangi renkle eşleştireceğini...

Bu umutsuzluk labirentinin hangi kıyısında doğurduğumuz güneşi, hangi köşesinde büyüttüğümüz çiçeği nasıl bağrımıza basacağımızı... Yitirdiklerimiz fazla çekecek biliyorum, ama bir yandan da yeryüzünde 2 oda 1 salonda dolanarak kapladığım yerin içinde bu sonsuz duruş halinin hiç beklemediğim bir şeylere dönüşeceğini az buçuk kestiriyorum.

Her şey birbiri içinde çözünürken bir yandan da öyle kaskatı kesiliyor gibi. Her şeye şaşırıyor ve hiçbir şeye teslim olamıyorum. Her sabah pencereme gelip kahvaltı bekleyen kediyi bir gün olsun göremediğimde içime yayılan üzüntüyle ayakta duruyorum. Hâlâ üzülebiliyor olmamın yarattığı yaşam belirtisiyle. Bir metrelik balkonumu yıkadıkça köpürüp akan pasın aslında koskocaman bir senenin içimde yer eden kiri tozu olduğunu anlayıp kovaları doldurdukça dolduruyorum. Yıkanabiliriz belki, bir umut. Ve bir misilleme belki bu sonsuz ve aşırı kalabalık yalnızlığımıza, yılgınlığımıza...

Sıkıntımın bunca köklenmesi ve sonra aniden kendini koparıp bembeyaz bir çarşaf sermesi günlere.., ölümle ilgili dayanaksız düşüncelerimi yeniden gündemime getiriyor. Oradan bir İtalyan filmi geliyor aklıma, oradan başka filmlerin İtalya sahneleri. Bunu şu an fark ettim. Sahnelerin İtalyan kardeşliğini. Belki eski bir Akdeniz hayali benden bağımsız çekiştiriyordur beni ya da sadece bir tesadüftür. Eskiden başımıza sıklıkla gelip artık hiçbir büyüye inancımızı ayakta tutamayacak kadar azalan tesadüflerden biridir..

Küçük değil, büyücek bir inziva aslında bu. Aramıza yılların, yolların, insanların, hatıraların, dünya tarihinin, ülke gündeminin, yeni kuşakların, teknolojinin, hastalıkların, rüyaların ve kendimizin girdiği bir uzaklık. Yeni bir ev yaratımının önşartı gibi. 

Ne kadar hiçbir taşınışıma benzemese de,

biliyorum organlarımız, fikirlerimiz, kalp sıcaklıklarımız, sözcüklerimiz, aşklarımız, gerçeklerimiz.. Her şeyimiz şu an yapım aşamasında.

En kısa zamanda yeni yerimizde görüşmek üzere.

 

 

19 Nisan 2021

yaz beni'

 

Kendimin açığı, hayatımın açığı.

Bir aralık bırakmışım, neden olduğunu hatırlayamıyorum.

Çok ciddiye aldığım için mi, kendime inanmadığım için mi, korktuğum için mi, saklamak istediğim için mi...

Üzüldüm, ama sonra içimde biriken o koyuluk kendi kendini, "her şeyin hatırlandığı gibi" olduğunu hatırlayıp aydınlattı. Biraz.

Hatıralarımı kaybedersem, 

hislerime yanaşacak bir kıyı bulamazsam kendime, kendi sözcüklerimden..

hatırlatman gerekecek.

Anların, kokuları ve renkleri kalıyor zihnimde en çok. Biraz tarçın sinmiş o aralığa, biraz tütün. 

Biraz yol, biraz...

Fotoğrafını gözümle çektiğim tüm anlar, gerçek miydi, sahiden gerçekleşti mi bilmiyorum.

Kendimin kendimle sağlamasını yapamıyorum. 

Arayıp da bulamıyorum, 

bir yangın gibi,

bir enkaz gibi,

bir yok oluş gibi bazen bazı şeyler.

Ama dedim ya, yaşanmışlıktan çok hatırlanışı var ömrün.

Düşersem, bir renk söyle.



15 Nisan 2021

hatırla'

 

  "..kim anlatabilir ki hüznün mesafesini
dağ öyle durmuşsa, bir bildiği olmalı
bir bildiği olmalı, deniz çıldırmışsa
şu yalnızlık, şu aşk, şu ölüm
geceyi deliyor kuşun soluğu, baksana"
 
 

9 Nisan 2021

frezya, ne güzel isim. kayısı çiçeği, ne güzel hatıra.

 

 
 
Baharın gelişi ve benim her mevsimi ilk kez yaşıyoruz gibi bu gelişleri sonsuz bir coşkuyla karşılayıp kutlayışım.. Bu yıllara, yaşlara, hakkıyla yaşanamamış mevsimlere inat terk edemediğim duygum hayatla aramdaki bağ ne zaman zayıflasa koşup yetişiyor.

Bahar geldi. Geçen ay frezyalarla doldurduğum vazolar, yerini papatyalara bıraktı. Mayısla beraber hüsnüyusuflar sıraya girecek. Her yıl aynı güzellikleriyle...

Biz göremesek de gökyüzü mavisini genişletecek, gerindikçe beyazlar üfleyecek sağa sola. Ufaktan bir utangaç öpücük rengine meyledecek akşamüstleri. Yağmurlar şehrin üzerinden tozunu akıtacak, gidemeyeceğimiz sokaklarda öpüşme ihtimallerimiz birikecek, eski bir yağmuru hatırlayacağız, ayak altından kaçırdığımız salyangozları özleyeceğiz. Burnumuzda nemli vapur salonu kokusu dolanacak. Binemediğimiz tüm vapurlar için biraz ağlayacağız belki de. Bu çok ağlanası bir şey. Baharın uzaktan kendi kendineliğini düşünmek bile gülümsetecek ama. Hep öyle çünkü.. Bornova- Manisa yolunda solda kendiliğinden biten yaban lalelerinin çılgınlığını düşürecek nisan aklımıza. Anneannemi hatırlatacak mayısa kıvrılırken takvim. Porsuk'un kenarındaki ıhlamurlar ilişecek belki bir an bahar sızımıza. Bir kez daha kutlanmaya değer olacak mevsim, hatırladıklarımızla, sızısına bile sarıldıklarımızla.

Unuttuğum şarkılar var. Eskiden Ufuk hatırlatırdı, doğum günün kutlu olsun Ufuk. Bugün de ben sana bir şarkı gönderebilseydim keşke, ama hazırladığın listelerden öteye geçmeyi beceremiyorum hâlâ. Ben tembel değil, çalışsa yapar bir dinleyiciyim ve tahmin edersin ki bir radyoya, bir dj'e olan ihtiyacım asla bitmiyor.

Unuttuğum şiirler var. Hatırlatabilecek çok fazla an var aklımda, raflar dolusu da defter. Ama sanırım bazı şeyleri hatırlamak da cesaret gerektiriyor. Unutamadığım şiirler de var. Dilimin ucundan gitmeyen, ama sese dönüşmeyen. Belki kendi baharını bekliyordur dizeler..

Özlediğim mevsimler, özlemle büyüttüğüm renkler, ve kuruttuğum bahar çiçekleri var. Baharı unutmamak için. Unutmayacağımı bilsem de.

Bazı duyguların yerleşikliğini bilip sürekli unutma ihtimalin varmış gibi altını çizmek, çerçeveletip kalbine, rüyalarına iliştirmek, defterlerine yazmak, ezberini yapmak neyi pekiştiriyor acaba? Veya kanırtıyor belki de?

Belkisi fazla, biliyorum kanırttıklarımla çok uzun bir yoldan geldim, yine de..:

 

"unutmak mı? delisin."


16 Mart 2021

hepsi geçmedi*

  

Bir gün birisi bulacak. Eskiden hiçbir şeyi içime atmadan yazdığım her şeyi, dönüp okumaya cesaret edemediğim her şeyi oturup okuyacak belki. 

Mevsim mevsim ciltlediğim bütün anlarım, şiir kitaplarımın yaprakları arasındaki kuru çiçek fallarım saçılacak ortalığa. 

Buna kendinde had bulmasına ses etmeyeceğim tek kişi de bir ölü. Kalbi ölen insan ölü sayılır değil mi? 

Sahi nerede, nasıl öldürdü kalbini... Defterlerimde biriktirdiğim her şeyin şahidi, ne zaman vazgeçti suç ortaklığımızdan. Ne zaman sağır oldu, ne zaman affı olmayan bir terk ediş kurguladı kendine. Onu yazmamışım çünkü. Dayanabildiğim kadarında bulamadım en azından. Belki başında ve sonunda hâlâ hiçbir şey bilmeyişimden yazmamışımdır.  Yok sayılışımdan.

Benim bu boşlukta nasıl asılı kaldığımı, ne yükselebildiğimi ne de düşebildiğimi görüyor mu acaba. İzliyor mu beni ölü kalbiyle uzaktan.

Tam atlattım bu bırakılışı derken, yeniden bir şey oluyor ve saplanıp kalıyorum nedenine, niçinine.

Defterlerimdeki kıyameti teslim edebileceğim tek kişi bir ölü. 

Kaldığım yer çok uzak, yol çıkmaz, soğumuyor hiçbir şey.

Bak nasıl büyüdüm, nasıl da kaçırdığına üzüleceğin yıllar eskittim diyemiyorum bile.

Bu felaketi ne kadar zaman geçtikten sonra, özne nesne ve yüklemden oluşan, orta yerinde bozulmayan, ünlemleri birbirine dolaşmayan, basit cümlelerle anlatabileceğimi, atlatabileceğimi bilmiyorum.

Kendimi ne zaman yalnız hissetsem, zulmünle bir daha bir daha bıçaklanıyorum.

Umarım görmüyorsundur. Umarım görüp de tepkisiz kalmayı becerecek kadar ölü değilsindir.

Sanırım bir gün bağrımda avutamadığım küçük kuş tükendiğinde,

olan biten ve bitmeyen, bir noktayı dahi reva görmediğin bu hikâye, pastan küften görünmemeye başladığında,

ölümüne kendimi ikna edip, üzerine toprak atabildiğimde, 

ansızın kendimi tam, hiç dikiş atılmamış gibi hissetmeye başardığımda; başarırsam

her şeyi yakabilirim.

Ve belki de o zaman alevler hatırlatır sana bir kalbin olduğunu.

Umarım, bensiz de olsa benimle yürüdüğün yollar vardır ve geri yürümek mümkünümüz olmasa da,

biliyorsundur.

Umarım, değmiştir.

Umarım, değen bir şey için perişandır her nefesim.

Umarım.


9 Şubat 2021

diken*

 

Rüyalar kâbusların, hatıralar hayallerin içinde çözünüyor. Zaman, mevsimler tablosunun basitliğinden, güzelliğinden kurtardı kendini, sanki dışında akıyor gibi her şeyin. Hiçbir şey başlamıyor ve bitmiyor. Kalbimi, zihnimi, bedenimi kıyafetlerimle birlikte çamaşır ipine asmış gibiyim, bu şıpır şıpır damlayan umutsuzluk biriktikçe, göllendikçe aşağıda, korkutuyor. Kendi yağmurumdan sellenip, boğulur muyum ki. Olacak gibi.

Bazı mektuplar düşüyor kutuma, tanımadığım birisi bir tanesinde "Artık bazı şeylerden haberim olmasın, kaçıp gitsinler istiyorum." diyor. Bu her şeyin aşırı olduğu bomboşlukta aynı duygunun kenarında dikiliyorum, yamuluyorum ve en nihayetinde kendimi taşıyamaz hale geliyorum. Kaçmaya çalıştıkça bataklık gibi dibe çöküyorum. Ne kadar da 7-8 yaşımdan tanıdık bir kabusun hissi bu. Kaçıp gitsinler, kaçıp gitsinler... Gidelim.. Ve gidemiyoruz.

Korkunç bir şeyler oluyor. Korkunç bir şeylerin ortasında el ele tutuşamamak, teselli bulamamak daha da korkunçlaştırıyor her şeyi. Her şey ne çabuk eskiyor, durduğu yerde, durup dururken ve kullanılmazken bile. Tozunu almaktan bıktım her şeyin, yerini bozmadan korumaya çalışmaktan, düşmeden düşürmeden seyrini korumaktan. Bir ipin üzerinde parmaklarımın ucunda durmaya çalışırken sürekli ipin kopma ihtimalinde nöbet tutmaktan. Bu sürekli tetikte olma hali, uyuduğunu zannederken aslında hiçbir çarklıyı durduramadığını fark etme durumu, kendi zihninin canavarlaştığı, kalbine zulmettiği bütün o anlar...

Yorgunum ve

neyse.

Cebimde kat yerlerinde mürekkep lekeleri olan kâğıt gemilerim,  6 yıldır bir an olsun suç ortaklığımdan istifa etmeyen çalıntı filim Fo ve tuhaf oyuncaklarım var hâlâ. Sırtıma bir şey geçirip sokağa çıkabilmeyi, olmayan kar havasını yutkuna yutkuna ciğerlerime indirebilmeyi, bir kuşun kanat çırpınışının aralıklarını duyabilmeyi ve sadece bi' kalp atışında durabilmeyi başarırsam ben ve avuçlarım ve sütlü çikolata kokan ıvır zıvırım buna hazırız.



23 Aralık 2020

"varsayımlar, yoksayımlar ve galata kulesi"

 

Dönüp bu zamanlara baktığımızda "özlemek" üzerine bir ağıt yaktığımızı göreceğiz.. gibi bir şey okudum geçtiğimiz günlerde.

Göğsümde sızlayan özleme bir arma gibi işlendi bu söz.

Başka insanlar mıyız artık?

Ben bu kaybolmuşlukta en çok, şu an üzerimdeki bu yıpranmış, kılıksız, buruşuk, tenimi dalayan, rahatsız ve benim olduğuna asla inanmadığım kıyafetle kalakalmaktan korkuyorum.

Kendimle bağlarımı koparmaktan...

Bilmediğim bir insanın içinde olmaya alışmaktan, direncimin yetmemesinden..

Bütün varlığım, halatların sağından solundan çıkan ince, sivri ipliklerin kaşındıran, acıtan hissiyle kaplanıyor. Aynı, bitmeyen çocukluk kâbusumdaki o korkunç his gibi; acı, kaşınma ve yol yol izler..

Ve koparılış.

Kâbusumu çok iyi tanısam da aynadaki surete yabancılaşıyorum git gide.

 

Bir gün gelip de sevdiğim için içime, nefesime, tavrıma, ismime, jestlerime, alışkanlıklarıma, gözyaşlarıma, heyecanlarıma, öylesine duruşuma işlemiş şeyleri unutmaktan çok korkuyorum.

Bir yokuşu çıkarken ciğerime yapışan gökyüzünün naneli şeker tadını ve sarılgan hissini...

Sokaklar boyu avuçlarımı sürüklediğim duvarların pürüzlerini...

Pastane vitrinlerinde yapışıp kalışımı..

Sokak aralarını,

gece yarılarını,

apartman boşluklarını,

içimden taşan ve dürtülerime söz geçiremediğim 

bir suyun akması gibi kendiliğinden olan ne varsa, hangi duygumla açığa çıkıyorsa onu...

Kimin hatırasında nasıl hatırlanıyorsam, anılaşan hallerimi yitirmekten korkuyorum.

Kendi giysilerimi.

Soyunabilmeyi ve dokunabilmeyi.

Çay bahçelerini, vapur demirlerini.

 

Sahi bu şehrin kalabalık yalnızlığında sığındığım;

dizlerimi yakan örtülerinin üzerinde ciltlerce yazı yazdığım,

taşkınlara sebebiyet verecek kadar ağladığım,

heyecandan öldüğüm, pusuya yattığım,

çok ortalıkta ama hiçbir yerde olmayı başardığım denizciler ülkesini işgal etmişler.

Etrafını dev duvarlarla çevirmişler.

Tutsaklığımız aynı değil de ne.

Kayboluşumuz.

 

Biz bir daha nerede buluşacağız?

Ben bu kadını nerede bulacağım?

Nerede karşılaşacağım onunla?

Gittiğimde orada olacak mı?

Eski, hatırladığım sen kalacak mısın?

 

Bütün bunlar olurken; kendimi kendi avuçlarım arasından akıp gidiyor gibi hissederken belki tek bir dilek hakkım vardır.

Ve ben onun için içimde bir dal güçlendirebilirim, yürüdüğüm yollardan topladıklarımla,

henüz hatırladıklarımla...

Oradan yolumu bulup akabilirim belki yeniden.

Ve lütfen.

 

Çatkapı gelirim bi' de.

Sormadan, davet beklemeden,

elimde çiçeklerim, üzerimde en sevdiğim kazağım,

ceplerimde kimbilir hangi oyuncaklar, şiir parçaları veya taşlarla...



4 Aralık 2020

kendini hatırlat*

  

Günler upuzun. Günler birkaç saniyeden ibaret. Tarihlerini takip edemediğim, kendimi 4'ünden kaldırıp 5'ine taşıyamadığım takvim yaprakları..

Kutlanmaya değer her şey kendisini eksiltiyor. 

Mevsimler geçiyor.

Bazı anların yaşanıp yaşanmadığından bile emin olamıyorum bazen.

Anlat desen koca bir boşluk, sus desen içimden taşmayı bekleyen üzüntülü bir haykırış.

Tadını çok sevdiğim hiçbir şeyden artık o tadı almıyor,

yapmayı sevdiğim şeylere asla takat bulamıyorum.

İçimde çağlayan her şey bir kenarda buz tutup kendini koparıp atıyor.

Sarılıp sımsıkı, uzun uzun ağlayabilsek..

O zaman iyileşiriz belki.

Belki o zaman yıl da kapanıp, yeni bir sayfa açmaya yakıştırır kendini.

 

 

23 Kasım 2020

"Bana kalbin lâzım..."

 

İçim çıkasıya ağladım. İnsanların bir anları, bir ömrün dönüp dolaşıp geldiği, bir cümlenin içine oturan o duyguları paramparça ediyor beni.

Antika pazarından almadığım; alamadığım, bakmaya, dahil olmaya cesaret edemediğim o fotoğrafların parmak uçlarımda cız etmesi gibi,

sahafa verdiğim kimbilir hangi kitabın hangi sayfasında, hangi altı çizili cümleye kimbilir kimin bir sigara yakacağının dumanlı ağırlığı gibi..

Aştığımız yolların zorluğu, vardığımız şehirlerin fabrika bacalarından tüten isli ve sisli dünlerinin buğusu, yolda olmanın omuzlarımıza bıraktığı, bir türlü geçmeyen bozkır kimsesizliği ve vardığımız yerde kabuğumuzu kıvırıp yuva bellediğimiz sıcaklığın baharı..

Anımsıyorum. Ve anımsamak, bir anının içinde hâlâ nefes alabiliyor olmak yakıyor ciğerlerimi. 

Kalbimin yerini hatırlıyorum, kuruyan gözlerimden fışkıran damlalar suluyor içimi.

Çok koşmaktan ve çok yorulmaktan paslanan kalp kaslarım var çünkü. Bir anda, öyle bir dizinin bir yerinde, bir diyalogda hatırlayıp ne yapacağımı, nereye koyacağımı şaşırıyorum kalbimi. 

İnsan kırılmaktan, üzülmekten korkmuyor aslında. Kırılmış, üzülmüş yerlerinin uzun zaman sonra, belki de hiç beklemediği bir anda çatlaklarından su aldığını fark edince çok bocalıyor. Zor olan o belki de. 

Bu olması gerektiği için olmuş, söylenmesi gerektiği için söylenmiş, yapılmaması gerektiği için yapılmamış bütün kurallı ve planlı her şeyin ortasında hıçkıra hıçkıra ağlatabilen bütün o anlara, o kalp zamanlarına sonsuz minnetle...

Anımsamaya çok ihtiyacımız var, zor da olsa, acı da...



27 Ekim 2020

içtepi*

 

Dün en sevdiğim yazar ismimin üzerine tıkladı ve takip et'e bastı.

Çok sene önce, sanırım lise sondaydım, net hatırlayamıyorum ama tam burada yine kendisiyle nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde böyle bir şey gelişmişti aramızda. Sesimi duyurmaya uğraşmıyordum oysa, ihtimal dahi verebileceğim bir şey değildi ama o bir şekilde benden haberdar oldu ve benim için çok yankılı bazı olaylar gelişti.

Hayatta yaşadığım en acayip ve her hücremi aynı anda uyandıran, aşırı şaşkınlık duyduğum şeyler listesinde ilk sıralarda yer alır bu olay. Ve dünkü olay.

Üzerinden nerdeyse 15 sene geçmiş olmalı. Hâlâ en sevdiğim yazar tarafından, ondan bahsetmediğim halde bulunabiliyorum. 

Bu aklıma geldikçe sokaklara çıkıp bağıra çağıra şarkı söylemek, her şeyi; çay bardağımı öylece tezgahta bırakıp, ışıkları bile kapatmadan , sadece boynuma şalımı dolayıp bozkırlara, denizlere, sazlıklara, bayırlara yürümek istiyorum. Toprağı avuçlamak, okuduğum tüm şiirleri tek tek yazmak, bütün çiçekleri koklamak, o içimde ağırlaşan, sakız gibi uzadıkça uzayan anlamsız görevleri, açıklamaları, işleri güçleri suya akıtıp, gökyüzünün tozuna, bulutuna, yağmuruna, çiyine, karına, yeline karışmak...

Bazı şeyler çok ayarsız, çok plansız, çok kendiliğinden.

Hayat bazen çok tanıdık ve kendinden bıktırmış bir sima.. bazen de  biraz aklı havada, çokça Leyla.

Ama soyununca da müstesna. 

Bazı şeylerden çok eminim. 

Bazı aşklardan, bazı yollardan, bazı gecelerden,

bazı büyütülen ama söylenmeyen şeylerden.

Görünmeyen kucaklaşmalardan,

dudaklarımızın kenarına kıvrılanlardan.

Ezberimize tutunan dizelerden.

Sıcaklıklardan.

Ve kesişimlerden.

Bir ömür seveceğim yazarlardan.

Edebiyat hocalarından,

sigara dumanlarından,

coğrafyalardan.


Burada başlamış olan her şeyin kutsallığından..*


19 Ekim 2020

"Sana ağlamak yasaklansın"

 

Yağmurlu bir Cihangir köşesinde kendi selimin içinde çırpınıyordum.

Bir denizin, bir gözyaşı yağmurunda boğulduğu görülmüş şey mi?

Ya da kendi akıntısı tarafından bir canavar gibi yutulduğu..?

Böyle bir şey olmaz.

 

Olsa bile, 

kocaman kanatlarını açıp seni oradan kurtaracak

veya gökyüzünü şöyle bir silkeleyip, tersyüz edecek

üzerine silme güneş atacak o şey çok uzakta olamaz.

 

Kalbini unutma, masalını bırakma

küçük deniz.


Bak nasıl da aşk.

Nasıl da ekim, yeniden.



1 Ekim 2020

çamaşır iplerinden geriye'

 

Odamdaki küçük ışıkların en yakın arkadaşım tarafından romantik bulunduğu,

bazı romantik anların şarkısız kaldığı,

en sevdiğim yaşımın üzerinden sekiz sene geçtiği,

kalbimi yerinden oynatan barların ve parkların ve bankların çarpık kentleştiği,

bazı kokuların izini kaybettiği,

kalbimin zihnimi kurşuna dizdiği,

ve yüklemsiz cümlelerin gizli örtümüzün altına kaçtığı

gecelerin sabahladığı, 

sabahların utandığı

bir zaman, birkaç zamansızlık.


Bir yere gelmişim de varamamışım gibi,

öpülmüşüm de kızarmamışım gibi, 

düşmüşüm de kanamamışım gibi..


Özlediğim her şeyin toplamı ne ediyor,

trenler, sağır duvarlı bahçeler, bacaklarımı sarkıttığım korkuluklar, annemin kalabalıklar arasında elimi tutuşuyla tutunamayışlar, soğuk odalarda saklanan sandıklar, bir anneanne büyüsü gibi kalan çocukluk, ilkyaz gibi ilk gençlik, okuduğum her şeyden geriye kalan yarımşar hisler, otel odaları, bizim odalarımız, baktığımız deniz, İzmir, öylece bırakılmak bir aşkın dibinde, bir radyo kanalında ayrılmak her şeyden, bir nehirde yıkanıp arınmak dünden, yuvasız kalmak en bildiğin yerde ve bir çatı edinmek tepelerin ardında..Tutunacak dallar büyütmek tam da büyüdüm dediğin tarihte, uyunacak omuzlara konacak kanatlar çıkarmak yoktan..

 

Sevdiğim her şeyin toplamı ne ediyor.

Okunmayı seven cümleler, çatkapı gelişler, prangasından kurtulan salılar, yağmura bırakılan sevişmeler, inatçı oyunlar, sessiz masallar, gökyüzünün isimsiz renkleri..

Bedenimin içinde dolaşan, boşluklara yayılan, organlarımda sızlayan, tenimden taşan, zihnimi dörtnala atların rüzgârlara karşı koşuşu gibi dizgininden kurtaran ve her şeyi bir bütün halinde ehlileşmiş, uslanmış bir surete büründüren bu şeylerin içinde yüzüyorum.

 

Yıllardan çok önceydi. Şiir okuyorduk. Şiirle vuruluyor, şiirle kanıyorduk.

O zaman da gecelerimiz kısaydı,

ama şimdi, 

akreplerle yelkovanlar arasında esir.

Ne yazık, ne tuhaf, ne bilinmez,

belki de ezbere, belki de iyi ki'lerle..

 

Bir renk söyle bana,

ellerimi tut sonra.

Çünkü bir gece ancak böyle sabah olurdu yüklemsiz ayetlerle dolu kitabımızda ve rüya olmadığına yemin edebilecek olsam bile

rüya olmadığını iddia edemem bir şeylerin.


Sen anla.

 

 

22 Eylül 2020

between the bars*

 
 
Sarmaşık kaplı duvarın dibindeki yeşil masada bir başlangıcın renklerini konuşurken, tam o anda mevsim değişti.

Tenimde yürüyen ve bütün zerrelerimi tersine tarayan rüzgâr bu anı sevdi.

Üşümeyi değil ama sarmalanmayı özlemişim, belki bu yaz buruk bir sevinç gibi, tadı damağımda kalan kısa bir flört gibi öyle ani, öyle bir çırpıda, öyle her yanımıza bulaşamadan geçtiği içindir..

Birkaç gün önce gece lambalarının ve ağaç gövdelerinin  altında yirmi yıllık bir büyüyü bozarken de fark ettim; sevdiğimiz mevsimler hep kısa ömürlü bir yandan, kaybetme korkusu yakamızdan düştüğü anda kendi ömrümüz ışıltısı yitik, sizler, bizler, ikimizler donuk renkli.

Bazı anıları onca gösterişli yapan şey de bu olsa gerek. Sahip olma isteğinin keskin köşeleri, esnemez değerleri.

Gözümüzdeki perde mi kalkıyor, bir davanın peşinden tutkuyla koşarken yaşlanıp yavaşlayıp  daha mı konformist oluyoruz her şeyi gevşetecek kadar ya da o hiç görmediğimiz kendimiz bir çanta dibinden gözümüzü alan ayna parçasında suretiyle mi karşılaşıyor.. Bilemiyorum.

Değmek, değer olmak, değer vermek, değerli tutmak, ayırmak, kendine saklamak, sırlaştırmak, kendinden bile sakınmak ve sonra atfettiğin tüm o değerin aslında sadece kendi inşan olduğunu fark edip kalbine, ruhuna, bedenine sığdırdıklarına ve onlardan taşırdıklarına hayret etmek. Saklamak da dahi anlamında bu olasılıkta.

İnsan bu yaratıcılığını çıplak gözle fark ettiği anda bir yerde bir şey ölüyor. Galiba birbirine çarpmak, yüksekte beraber çarpışmak, beraber alçalmak, birlikte kanamak, kendine çarpıp yalpalamaktan, duvarlar boyunca kanamaktan daha has.

Hayatı tutkulu yapan şey ya da şehvetini açığa çıkaran, hüküm sürmek istediğin toprağın vericiliği. 

Şimdi daha iyi anlıyorum bazı şeyleri. 

Yankımızı, titreşimlerini sessizliğin,  gerilimini mesafelerin. Gıcırtılarını zincirlerin. 

Kurduğum şehirlerden hangilerinin bir yangında kül olup, hangilerinin tarihimizi yazacağını..

Bilmiyorum, ama anlıyorum.

Bazı yorumlarıma ve bir ihtimal olabilir olasılıklarıma artık pek katılmıyorum.

Aynı yerde sabit durmanın açığa çıkardığı onca şeye hiç durmadan şaşırıyorum.

Keşfetmeye başlıyorum aramızdaki duygusal mekaniği; doğayla, insanla, aşkla, anılarla..

Gidenin yolları, kalanın rızasıyla. Ama en çok kuranın sebatı ve inancıyla..

Kendim görmediğim bazı rüyaların içindeki biçimlenişimle..

Bazı büyüleyici şeyler bazen sadece içimizdeki kuytularda, bazen de tutamayıp saçtıklarımızda. Birimizin büyüsü ötekine çarparsa, saplanırsa ya da kapılıp onunla gürül gürül akarsa;

işte o zaman başka bir rüya.

Şimdilik eylül dudaklarımda, bilmediğim bir şarkının en iyi bildiğim notasında..