İçimden sokağa taşan bir şey var.
Boyumun yetmediği pencereleri ardına dek açıp kışın habercisi göç yollarını yokluyorum parmak uçlarımla..
Eski bir şarkının kapısını çalıyor kuru dudaklarım. Çağlayanlar karşılıyor beni hudutlarında kanatlı heyecanların. Dağlar yeşile boyanıyorlar gelin olmadan önce.
Her zaman inandığım yollar, bu kez tozlarını daha gelişigüzel, daha güzel, daha onunla güzel saçıyorlar.
Güzler boyunca sancı taşıyan içimiz kasım yağmurlarına giyiniyor. Dökülecekler, koyu günbatımı renkleriyle. Avuçlarımızın içi alev alıyor gecelerin telâşında. Martı ürkekliği; vapurların metallerine takılı kalmış... Ve içimize çöreklenmiş kedi sıcaklığı, kestane kokusuna karışan...
Soyutluğun mevsimlerini boyuyorum yalın saatlerle. Fırça; susuşlar... Resim yapmayı öğrenir gibi avucumuza alıyoruz, birbirimizin acemi elini; kayıyor zaman, akıyor renkler. Düzensiz çizgilerden ormanlar kuruluyor; kendi şarkılarıyla bizi uzaktan, dehşetle izleyen güzel hayvanlara.
Karışıyoruz ay ışığına, pul pul dökülüyoruz denizlere, meneviş rengini ver bana... Ellerime yaşamak bulaşıyor, varlığıma nefes alabilen bir diğer var oluş.. İçimdeki ölüleri soyunuyorum bozkırda. Denizden haber var. Özledik birbirimizi. Özledik maviliklerini, düş kurabilenlerin.
Hikâyeler düzdüğümüz bir iskeleye çarpan sularımız var şimdi; aydınlık; koyu bir aydınlık...
Yarından haber var...
http://fizy.com/#s/1aitwg
30 Ekim 2011
28 Ekim 2011
ağıt
Kimliği karışık. Bir ölünün içindeyiz.
Ellerim tükenirse ne güzel!..
Kıyı adamlarına içki götürüyorum.
"Bir köpeğe bir ağıt
Bir kadına bir ağıt
Bir kıyıya bir ağıt
Bir doğu kentine bir ağıt
Bir batı kentine bir ağıt
Bir kantine bir ağıt."
Coşkun süreç bütün bağışlanmazlığını almış gidiyor.
Su hazır.
Herkes kendi azlığını almış gidiyor.
O trenler, uzun şeylerin aldandığı,
Bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
Akşamımız kıyı alışverişlerinin en gözde malı.
Bir çöl bitkisinin gövdesinde rahat buluyorum sırtımı
Ölüme temiz değilim.
"Bir gün bir şeyler aranırsa
Bu benim korktuğumdur."
Ah sonsuz düzen
Nasıl da varsın..
"Toprak kara ıslaktı. Yakardık.
Açılan çukuru gördük. Derindi.
Tabutu tuttuk. Tahtaları koydular.
Tabutu indirdik. Ağladık.
Toprağı ellerimizle attık. Ağladık.
Ölüyü gömdük."
Turgut Uyar
Ellerim tükenirse ne güzel!..
Kıyı adamlarına içki götürüyorum.
"Bir köpeğe bir ağıt
Bir kadına bir ağıt
Bir kıyıya bir ağıt
Bir doğu kentine bir ağıt
Bir batı kentine bir ağıt
Bir kantine bir ağıt."
Coşkun süreç bütün bağışlanmazlığını almış gidiyor.
Su hazır.
Herkes kendi azlığını almış gidiyor.
O trenler, uzun şeylerin aldandığı,
Bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
Akşamımız kıyı alışverişlerinin en gözde malı.
Bir çöl bitkisinin gövdesinde rahat buluyorum sırtımı
Ölüme temiz değilim.
"Bir gün bir şeyler aranırsa
Bu benim korktuğumdur."
Ah sonsuz düzen
Nasıl da varsın..
"Toprak kara ıslaktı. Yakardık.
Açılan çukuru gördük. Derindi.
Tabutu tuttuk. Tahtaları koydular.
Tabutu indirdik. Ağladık.
Toprağı ellerimizle attık. Ağladık.
Ölüyü gömdük."
Turgut Uyar
23 Ekim 2011
Hesaba yaz, sonken bahar..
Ömrün, kendisini asla yenemediği bir karşılaşma gibi. Süreci tezahüratsız. Ve sessizlikle sınanan. Fısıltılarının, varlığının duvarlarında yankılandığı... Tarihlerle kendini avuttuğun bir doğum çığlığısın sadece. Yankısı dağılıyor senelere.
Hayata giren ne varsa çıkıyor. Tutarlı ve bir o kadar da göçebe ve iskelesiz hayatına adresler vermek ne kolay. Sokakların çıkmazında, boyunu aşan duvarların dibine gömülmek ne...
Her seferinde aynayla imtihan edilmen ne sefil.
Göz kapaklarını kaldırıp, yüzünü güneşe dönmek için birkaç fiilsiz de olsa cümle kırıntısına sabahlamaların...
Takvimleri yitik kısır döngülerde dönen başını yaslayamadıkça "iyi" diye ayırdığın anılara...
Beklemek ne anlama geliyor ortak coğrafyalarda? Kimi zaman otuz kere, kimi zamansa otuz bir kere ölen günlerin bile eksilmişlikten intihar edenleri var.
Sahi, şubata ne kaldı?
Hayata giren ne varsa çıkıyor. Tutarlı ve bir o kadar da göçebe ve iskelesiz hayatına adresler vermek ne kolay. Sokakların çıkmazında, boyunu aşan duvarların dibine gömülmek ne...
Her seferinde aynayla imtihan edilmen ne sefil.
Göz kapaklarını kaldırıp, yüzünü güneşe dönmek için birkaç fiilsiz de olsa cümle kırıntısına sabahlamaların...
Takvimleri yitik kısır döngülerde dönen başını yaslayamadıkça "iyi" diye ayırdığın anılara...
Beklemek ne anlama geliyor ortak coğrafyalarda? Kimi zaman otuz kere, kimi zamansa otuz bir kere ölen günlerin bile eksilmişlikten intihar edenleri var.
Sahi, şubata ne kaldı?
21 Ekim 2011
Ve yakın...
"..Beynimizde bir simyacı grubu var; durmadan çalışıyor, hayal üretiyor. Yakınlıkları gelip geçen kokulara, sıcaklığa; bir temastan, bir öpüşten geriye kalan neyse ona çeviriyorlar... Eğer içimdeyseniz hep öyle kalma isteğine, içimden henüz çıkmışsanız içimde olmanız isteğine ve uzaktaysanız yine içimde olmanız isteğine..."
17 Ekim 2011
Dağılgan*
Bu şehrin sesini bilmiyorum. Akasya kokan baharları taşıdığını belli edercesine ferah kokuyor sızlayan güzü bile ve dokusu, gecelerden akan mor satenler giymiş tenlere benziyor.
Bulutlarını henüz tadamadım, davetkâr ve her gün başka bir kıyafet giyen gökyüzünün. Zamanı var soyunmak için ve çıplak bırakmak için benim de parmak uçlarımı...
Sesini kestiremiyorum, soluğunu... Bir radyo frekansına yakıştıramıyorum henüz sohbetlerinin fısıltılı tonlarını. Bu, nereden bakarsan nefesinin buğusu yüzüne çarpmayan bir sevgili gibi...
Hikâyelerini anlatmasını bekliyorum; sokaklarını varlığıma açarak. Hikâyelerini, notalarıyla anlatmasını...
Şehrin sesini tenimde duymak istiyorum. Titreyen dalgaların kulağıma değip, sıcak, çok sıcak içimi ürpertmesini, gözlerimi kapatmasını...
Bir sarılışın şarkısını arıyorum. Gecenin koynunda, açıkta kalan adressizliğimi cüretkâr bulup, beni kavrasın istiyorum soluğu. Sesinin ayrımlarındaki esleri üzerime saçmasını, nefesini baş dönmelerimden toplamasını arzuluyorum.
Ben en çok, sesinde eridiklerimi var ediyorum.
Turuncular gitmeden şarkını söyle...
Seni çok istiyorum. Bu şehri, çok...
Bulutlarını henüz tadamadım, davetkâr ve her gün başka bir kıyafet giyen gökyüzünün. Zamanı var soyunmak için ve çıplak bırakmak için benim de parmak uçlarımı...
Sesini kestiremiyorum, soluğunu... Bir radyo frekansına yakıştıramıyorum henüz sohbetlerinin fısıltılı tonlarını. Bu, nereden bakarsan nefesinin buğusu yüzüne çarpmayan bir sevgili gibi...
Hikâyelerini anlatmasını bekliyorum; sokaklarını varlığıma açarak. Hikâyelerini, notalarıyla anlatmasını...
Şehrin sesini tenimde duymak istiyorum. Titreyen dalgaların kulağıma değip, sıcak, çok sıcak içimi ürpertmesini, gözlerimi kapatmasını...
Bir sarılışın şarkısını arıyorum. Gecenin koynunda, açıkta kalan adressizliğimi cüretkâr bulup, beni kavrasın istiyorum soluğu. Sesinin ayrımlarındaki esleri üzerime saçmasını, nefesini baş dönmelerimden toplamasını arzuluyorum.
Ben en çok, sesinde eridiklerimi var ediyorum.
Turuncular gitmeden şarkını söyle...
Seni çok istiyorum. Bu şehri, çok...
14 Ekim 2011
Ekimi.
elini kestiğin bir yerlerden görünür
sözgelimi bir tırnak kenarında
kalbini anlatırken kalbinde
bir şiiri okurken şiirden sızan kanda
öyle ki
gözlerin maviyse de pembeyle bakarsın bana
kalır aklımda
çünkü o
ekim günleriyle aralıksız boyanan
bir ırmağın durgun sesidir
iyi ya, ekimdir işte, kasıma ne kalmıştır şurada
yani bir çay ocağının başında
bir adam şekerlere çocukluğunu sevdirir.
nereden nereye
dün akşam evinin önünden geçtim
nedense uğramadım sana
sanki dünyaları kapsayan bir uğultu
azala azala
yol boyunca yapraklarda oluştu
boğaziçi iskelelerinden birinde
sarı bir elmayı dişledi bir iskele memuru
iyi biliyorum günlerden perşembeydi ve akşam
o kadar da akşam değildi
hafifçe yanmış bir simit yenebilirdi
okumayı bilsem köşedeki eski çeşmenin
saçları örgülü çeşmenin
alnı armalı çeşmenin
yazıları rahatça
okunabilirdi.
göksu deresinin orada
köhne ahşap bir bina
üstünde bir yazı: brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma
kıyıya çekmiş motorunu ahmet abi
şimdilerde dikiş dikiyor gecekondusunda
nicedir gördüğüm de yok
yüzyıllardır geçmiş sanki aradan
gerçekte zaman da ne ki
o olmasaydı, onlar olmasaydı
gelecekte insan gibi yaşamanın onuru
elbette gecikirdi
yeri gelmişken saygıyla, içten
merhaba ahmet abi.
saat yirmi on beş'de bir vapur var köprü'ye
çay ocağının karşısında oturacağım
demli çay, mavi gözlerin
gözlerin neden mavi
aklıma geldi birden
istanbul'da doğup büyüyen
herkes
masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi
mavi bir dünyadan gelir en önce
mavilerle yaşlanır
koyu mavi bir toprakla örtülür üstü
geçelim
daha pek düşünmek istemiyorum ölümü
yeter ki eksilmesin öfkem
yeter ki aklım gücüm yerinde
ve sonuna kadar direnmede
adımı unutup
bir kaya gibi sert ve görkemli kalmayı bileyim
elbette umutsuzluğa düşerim bazan
elbette umutluyum her zaman
neden yazılır bir şiir
çünkü nasıl aşılabilir başkaca
insanın karmaşıklığı.
evet
dün akşam evinin önünden geçtim
içim hem kimsesizdi hem kalabalık
bu demektir ki sevgisiz düşünemiyorum sevdayı
bana söz ver yarın akşam
göze al her şeyi yeni baştan konuşmayı.
Edip Cansever
*fotoğraf: Charles Cushman
sözgelimi bir tırnak kenarında
kalbini anlatırken kalbinde
bir şiiri okurken şiirden sızan kanda
öyle ki
gözlerin maviyse de pembeyle bakarsın bana
kalır aklımda
çünkü o
ekim günleriyle aralıksız boyanan
bir ırmağın durgun sesidir
iyi ya, ekimdir işte, kasıma ne kalmıştır şurada
yani bir çay ocağının başında
bir adam şekerlere çocukluğunu sevdirir.
nereden nereye
dün akşam evinin önünden geçtim
nedense uğramadım sana
sanki dünyaları kapsayan bir uğultu
azala azala
yol boyunca yapraklarda oluştu
boğaziçi iskelelerinden birinde
sarı bir elmayı dişledi bir iskele memuru
iyi biliyorum günlerden perşembeydi ve akşam
o kadar da akşam değildi
hafifçe yanmış bir simit yenebilirdi
okumayı bilsem köşedeki eski çeşmenin
saçları örgülü çeşmenin
alnı armalı çeşmenin
yazıları rahatça
okunabilirdi.
göksu deresinin orada
köhne ahşap bir bina
üstünde bir yazı: brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma
kıyıya çekmiş motorunu ahmet abi
şimdilerde dikiş dikiyor gecekondusunda
nicedir gördüğüm de yok
yüzyıllardır geçmiş sanki aradan
gerçekte zaman da ne ki
o olmasaydı, onlar olmasaydı
gelecekte insan gibi yaşamanın onuru
elbette gecikirdi
yeri gelmişken saygıyla, içten
merhaba ahmet abi.
saat yirmi on beş'de bir vapur var köprü'ye
çay ocağının karşısında oturacağım
demli çay, mavi gözlerin
gözlerin neden mavi
aklıma geldi birden
istanbul'da doğup büyüyen
herkes
masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi
mavi bir dünyadan gelir en önce
mavilerle yaşlanır
koyu mavi bir toprakla örtülür üstü
geçelim
daha pek düşünmek istemiyorum ölümü
yeter ki eksilmesin öfkem
yeter ki aklım gücüm yerinde
ve sonuna kadar direnmede
adımı unutup
bir kaya gibi sert ve görkemli kalmayı bileyim
elbette umutsuzluğa düşerim bazan
elbette umutluyum her zaman
neden yazılır bir şiir
çünkü nasıl aşılabilir başkaca
insanın karmaşıklığı.
evet
dün akşam evinin önünden geçtim
içim hem kimsesizdi hem kalabalık
bu demektir ki sevgisiz düşünemiyorum sevdayı
bana söz ver yarın akşam
göze al her şeyi yeni baştan konuşmayı.
Edip Cansever
*fotoğraf: Charles Cushman
13 Ekim 2011
sessiz- Se.
"Ekim falan da gider bu gidişle..." demiştim, yaslanarak acılarına şairin. Sonsuz bir sessizlik uzatmıştı cevap diye. Serin ve sessiz. Her haftanın çarşamba akşamları gibi; çok konuşup da, daha çok sustuğunu hissettirdiği şu akşamlar.
Uzun zaman oldu. Ölçülerin arasında kalan boşluğun esnekliğini mevsimler belirliyor benim rakamlarımda. Bu yüzden, iki yaz, bir kış ve bahar, bir buçuk da güz dolduruyorum kavanozlarına, biriktirdiğimiz çakıl taşı kelimelerin.
Son birkaç günde içten içe ve belki de yakın durduğumuz soluklarla karşılıklı oturup düşündüğümüz, başlangıç ve bitiş noktalarını avuçladım. Hiçbir şeyin bitmediği ve her şeyin başladığı soyut fırça darbelerini.
Çok sokak ismi geçirmedim bu hikâyeden, belki de "bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez..." diye.
Girizgâh ustası demeliyim belki sana. Sana herkes bir şey diyor ya, bu farklı. Dolaylı olmayı dilediğin sebep ve sonuçlarda, hiç fark etmediğin o başrolün repliklerini saklıyorum ben yastığımın altında. Son vurgunumun altına imzanı atmadığın ve bizi ayrı şehirlerde ayrı hikâyelere savurmuşken, bir çarşamba akşamından bile esirgediğin için.
Kim bilir, şarabımın rengini öğrensen kaç dağınıklığın düzelmeyen kırışıklıklarını ütülüyor olacaktım uykusuzluklarımla...
Şimdi ne söylemeliyim sana? "İyi oldu gelmediğin..." mi?
Ondan ve benden daha fazlasını biliyorsun bizle ilgili. Bizim çatallı seslerimizi, cümleler arasındaki titrek boşluklarımızı düzelten ve dolduran, hem şiirli hem ölçülü sözcüklerin var.
Kimse söylemedi, ama sen ve ben hep bildik. Şimdi, beni saldığın o hikâyenin paramparça halinde debeleniyorum, ama sen doğaçlama yaşıyorsun hayatı. Biz zorlama uyanışlarla sessizlik giyinip, kelimelere acıkırken, sen ikimizi de bırakıp rüzgârlar gibi esiyorsun.
Yakında kış gelecek ve biz, ayrı ayrı; o ve ben, seni arayacağız. Birbirimizden -özel olarak- habersiz. Unutmuş gibi yapacağız, reçellenmiş gibi birlikte oturduğumuz sofralar... Yine içkili, çaylı sözler vereceğiz başka şehirlerde buluşulacak, başka isimlere tabak koyulacak yanımızda. Tekmişiz gibi üç olacağız, üçmüşüz gibi çok...
Birleştirdin mi, parçaladın mı sen denizleri çocuk?
Ben bu hikâyeyi hiç öğrenemeyeceğimi bile bile, hep bildiğim o şeye sığınıyorum; bunu sen yaptın, biz sana hep katıldık. Kendi ayrılığımızda bile.
İyi mi oldu gelmediğin?*
Uzun zaman oldu. Ölçülerin arasında kalan boşluğun esnekliğini mevsimler belirliyor benim rakamlarımda. Bu yüzden, iki yaz, bir kış ve bahar, bir buçuk da güz dolduruyorum kavanozlarına, biriktirdiğimiz çakıl taşı kelimelerin.
Son birkaç günde içten içe ve belki de yakın durduğumuz soluklarla karşılıklı oturup düşündüğümüz, başlangıç ve bitiş noktalarını avuçladım. Hiçbir şeyin bitmediği ve her şeyin başladığı soyut fırça darbelerini.
Çok sokak ismi geçirmedim bu hikâyeden, belki de "bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez..." diye.
Girizgâh ustası demeliyim belki sana. Sana herkes bir şey diyor ya, bu farklı. Dolaylı olmayı dilediğin sebep ve sonuçlarda, hiç fark etmediğin o başrolün repliklerini saklıyorum ben yastığımın altında. Son vurgunumun altına imzanı atmadığın ve bizi ayrı şehirlerde ayrı hikâyelere savurmuşken, bir çarşamba akşamından bile esirgediğin için.
Kim bilir, şarabımın rengini öğrensen kaç dağınıklığın düzelmeyen kırışıklıklarını ütülüyor olacaktım uykusuzluklarımla...
Şimdi ne söylemeliyim sana? "İyi oldu gelmediğin..." mi?
Ondan ve benden daha fazlasını biliyorsun bizle ilgili. Bizim çatallı seslerimizi, cümleler arasındaki titrek boşluklarımızı düzelten ve dolduran, hem şiirli hem ölçülü sözcüklerin var.
Kimse söylemedi, ama sen ve ben hep bildik. Şimdi, beni saldığın o hikâyenin paramparça halinde debeleniyorum, ama sen doğaçlama yaşıyorsun hayatı. Biz zorlama uyanışlarla sessizlik giyinip, kelimelere acıkırken, sen ikimizi de bırakıp rüzgârlar gibi esiyorsun.
Yakında kış gelecek ve biz, ayrı ayrı; o ve ben, seni arayacağız. Birbirimizden -özel olarak- habersiz. Unutmuş gibi yapacağız, reçellenmiş gibi birlikte oturduğumuz sofralar... Yine içkili, çaylı sözler vereceğiz başka şehirlerde buluşulacak, başka isimlere tabak koyulacak yanımızda. Tekmişiz gibi üç olacağız, üçmüşüz gibi çok...
Birleştirdin mi, parçaladın mı sen denizleri çocuk?
Ben bu hikâyeyi hiç öğrenemeyeceğimi bile bile, hep bildiğim o şeye sığınıyorum; bunu sen yaptın, biz sana hep katıldık. Kendi ayrılığımızda bile.
İyi mi oldu gelmediğin?*
9 Ekim 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)