25 Eylül 2011
24 Eylül 2011
Tadın kaldı...*
İçimin vapurlarına aç limanlarını, sonsuzluk yakın. Belki de şefkâtli.
Maviye yaklaşan bir yeşerikliği var yarının tadının, çiylerin arasından naneler sallanacak.
Okul köşelerinin beton aralarından fışkıran otlar, tebeşirli küçük dokunuşlar arayacaklar. Ziller çalacak eteklerinde dağların.
Beklediğimiz gibi renkli, bir yanımızı kedi merakına bıraktığımız gibi örtülü gelecek uykular. Soyunacağız bozkırları sulandırırken ve öpüşeceğiz yeşiller turuncuya, beyaza ve kırmızılara boyanırken. Dudağını ısıracağız uyanışların ve gecelerden salkım söğütler taşacak, hanımeli kokusu sonra, perde arasından sızan sokak lambalarıyla...
Umudun yataklarında yazacağız sevişme mevsimlerini ve güzel bir gün olacak, dünden güzel. Ve yarın, bugünden.
Boyumuzu aşan pencerelerden sokağın sesine sarkacağız, güne dayanan gecede bir fincan kahveyle yakacağım sesinin serinliğini. Şiirlerden şehirler dökeceğiz sofralara, kadehlerimizde, zamanın tozuyla dahi eksiltemediğimiz işteşliklerle.
Sonbaharın avuçlarında daralan sarılık gün batımlarına düştükçe, doğumların rengini tahmin edeceğiz. Senin eflâtun sesinden, benim kavuniçi mayışıklığımdan şarkılar keseceğiz tekleşen soluklarımıza. Pembe ve ılık akacak rüyalar, ellerin birbirine kalan söz vermişliğinde. Sözler iplik iplik düğümlendikçe aramızdaki mesafesizlikte, zaman affolacak, kendini temize çekecek bizsiz kalan benler ve senler.
İşte o zaman, güzel bir yer olacak oyuncaklı dünya. Işıklar damlayacak yürüdüğümüz yollara, ve gökyüzünden yıldız yıldız yağacak sessiz ve bakışımlı hikâyemiz. Yıkanacak ekleri zamanların, geniş mutlulukların kıyısında bardaklara öpücüğünü bırakacağız tadımızın.
Bugün günlerden cumartesi, saatimiz aynı. Ve gökyüzümüz de. Rengimizi bulmaya kaç var...
Maviye yaklaşan bir yeşerikliği var yarının tadının, çiylerin arasından naneler sallanacak.
Okul köşelerinin beton aralarından fışkıran otlar, tebeşirli küçük dokunuşlar arayacaklar. Ziller çalacak eteklerinde dağların.
Beklediğimiz gibi renkli, bir yanımızı kedi merakına bıraktığımız gibi örtülü gelecek uykular. Soyunacağız bozkırları sulandırırken ve öpüşeceğiz yeşiller turuncuya, beyaza ve kırmızılara boyanırken. Dudağını ısıracağız uyanışların ve gecelerden salkım söğütler taşacak, hanımeli kokusu sonra, perde arasından sızan sokak lambalarıyla...
Umudun yataklarında yazacağız sevişme mevsimlerini ve güzel bir gün olacak, dünden güzel. Ve yarın, bugünden.
Boyumuzu aşan pencerelerden sokağın sesine sarkacağız, güne dayanan gecede bir fincan kahveyle yakacağım sesinin serinliğini. Şiirlerden şehirler dökeceğiz sofralara, kadehlerimizde, zamanın tozuyla dahi eksiltemediğimiz işteşliklerle.
Sonbaharın avuçlarında daralan sarılık gün batımlarına düştükçe, doğumların rengini tahmin edeceğiz. Senin eflâtun sesinden, benim kavuniçi mayışıklığımdan şarkılar keseceğiz tekleşen soluklarımıza. Pembe ve ılık akacak rüyalar, ellerin birbirine kalan söz vermişliğinde. Sözler iplik iplik düğümlendikçe aramızdaki mesafesizlikte, zaman affolacak, kendini temize çekecek bizsiz kalan benler ve senler.
İşte o zaman, güzel bir yer olacak oyuncaklı dünya. Işıklar damlayacak yürüdüğümüz yollara, ve gökyüzünden yıldız yıldız yağacak sessiz ve bakışımlı hikâyemiz. Yıkanacak ekleri zamanların, geniş mutlulukların kıyısında bardaklara öpücüğünü bırakacağız tadımızın.
Bugün günlerden cumartesi, saatimiz aynı. Ve gökyüzümüz de. Rengimizi bulmaya kaç var...
23 Eylül 2011
Ah küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini...*
Bir yerden gitmenin, kaldığımda bulamadıklarımı getireceğine hiç inanmadım. Gölgelerden, tren raylarının arasında kurtulacağıma da. Hikâyelerin bitişleri gidiş biletleriyle kesilmiyor. Gitmek demek, sadece soru işaretleri yaratıp, onlarla oyalanmanı sağlayan; bildiğin yüzler arasında aynaya bakamamazlığından kurtulup, bilmediğin bir yerin sokaklarında önüne düşen aksine biraz daha cesur yaklaşmana yarayan bir şey sadece.
Bir gidiş hikâyesi nasıl yazılır, onu da bilmiyorum. Yerleşikliği, bir şehre ve o şehrin taşıdığı solukların tüm bilinçlerine sinmiş bir sakin bunu nasıl anlatır, hiç denemedim.
Yolculukları büyülü yapan renklerle kavrulma kısmı, hem betimlemelerden taşan, hem de yarının bilinmezliğini daha heyecanlı kılan bir aşama. Çok yolculuk izledim, çok yolcu bekledim, çok yolcunun vazgeçip de başka yola gittiği bir durak oldum. Yol, yaşamak demek. Gitmek, başlamak veya durmak demek. Gidenlerin asla dönmediği yollar gördüm. Aksini de pek görmedim zaten.
Şimdi zamanın ve yolun neresindeyim, bunun boyutlarını net olarak kavrayamasam da, kırgın olduğum şehir ışıklarından uzağa düşeceğim bir coğrafyada aynaya bakmaya gidiyorum. Yaşsız ve kimliksiz ve kimsesizim. Yalnızca ismimle, ve bana bu ismi veren, beni ben yapan şeylerden kalan anılarla yola çıkıyorum. Kimse kalmayı seçmedi, ben kalmaktan yorgunum.
Yazları giyindiğim mevsim döngülerinde solan güneşlerle karşılaşmak belki, beni bunca başka yollara sürükleyen. Hiç kışı içmedim ki.. Son geçirdiğim kıştan kalan buruk bir şarap tadı var kalbimde, bir de parmak uçlarımı sürttüğüm duvar pürüzleri. Yağmurlu kışlardan, yaz taşıya taşıya geliyorum. Belki de bırakırım temmuzu orada, daha şubat oluruz, daha mart. Belki sen bana karlar verirsin boyamam için, ben sana yazlarımı dökerim gökkuşağından daha fazlasıyla.
Ben, gitmek ne demek öyle çok bilmiyorum. Bu yüzden gidiyorum.
İçimin, derinimde dalgalanan mavinin göçebeliğini yadırgayan ve beni fonuna yerleşik kılan bu şehirle aramızda özlenecek bir şeyler yaratmaya.. Eski bir sevgilinin, saklanan mektupları gibi, parklarında çocukluğumu bırakmaya. Ellerimi karlara gömmeye.
Gelen ne olur, kim olur bilmiyorum. Gelenler hiç kalmadıklarından ve gidenler hiç dönmediklerinden bunu düşünmüyorum. Soğuğun damarlarıma buz çalmasını, sıcağın var olan tüm kanımı kaynatmasını dilediğim için pencereleri ve kapıları ardına dek açık bırakıyorum.
Varsa gelecek olan geçmiş zaman eklerinden, denizlerin zamansızlığıyla sormadan katılsınlar yarına. Ben bozkıra mavi çalmaya gidiyorum. Dağların morluğuna turkuazlar dayamaya.
Yanıma şiirleri ve masalları alıp, az gidip uz gidip, dere tepe düz gidip, arpadan yolları aşmaya, aşmaya...
http://fizy.com/#s/1aj5ii
Bir gidiş hikâyesi nasıl yazılır, onu da bilmiyorum. Yerleşikliği, bir şehre ve o şehrin taşıdığı solukların tüm bilinçlerine sinmiş bir sakin bunu nasıl anlatır, hiç denemedim.
Yolculukları büyülü yapan renklerle kavrulma kısmı, hem betimlemelerden taşan, hem de yarının bilinmezliğini daha heyecanlı kılan bir aşama. Çok yolculuk izledim, çok yolcu bekledim, çok yolcunun vazgeçip de başka yola gittiği bir durak oldum. Yol, yaşamak demek. Gitmek, başlamak veya durmak demek. Gidenlerin asla dönmediği yollar gördüm. Aksini de pek görmedim zaten.
Şimdi zamanın ve yolun neresindeyim, bunun boyutlarını net olarak kavrayamasam da, kırgın olduğum şehir ışıklarından uzağa düşeceğim bir coğrafyada aynaya bakmaya gidiyorum. Yaşsız ve kimliksiz ve kimsesizim. Yalnızca ismimle, ve bana bu ismi veren, beni ben yapan şeylerden kalan anılarla yola çıkıyorum. Kimse kalmayı seçmedi, ben kalmaktan yorgunum.
Yazları giyindiğim mevsim döngülerinde solan güneşlerle karşılaşmak belki, beni bunca başka yollara sürükleyen. Hiç kışı içmedim ki.. Son geçirdiğim kıştan kalan buruk bir şarap tadı var kalbimde, bir de parmak uçlarımı sürttüğüm duvar pürüzleri. Yağmurlu kışlardan, yaz taşıya taşıya geliyorum. Belki de bırakırım temmuzu orada, daha şubat oluruz, daha mart. Belki sen bana karlar verirsin boyamam için, ben sana yazlarımı dökerim gökkuşağından daha fazlasıyla.
Ben, gitmek ne demek öyle çok bilmiyorum. Bu yüzden gidiyorum.
İçimin, derinimde dalgalanan mavinin göçebeliğini yadırgayan ve beni fonuna yerleşik kılan bu şehirle aramızda özlenecek bir şeyler yaratmaya.. Eski bir sevgilinin, saklanan mektupları gibi, parklarında çocukluğumu bırakmaya. Ellerimi karlara gömmeye.
Gelen ne olur, kim olur bilmiyorum. Gelenler hiç kalmadıklarından ve gidenler hiç dönmediklerinden bunu düşünmüyorum. Soğuğun damarlarıma buz çalmasını, sıcağın var olan tüm kanımı kaynatmasını dilediğim için pencereleri ve kapıları ardına dek açık bırakıyorum.
Varsa gelecek olan geçmiş zaman eklerinden, denizlerin zamansızlığıyla sormadan katılsınlar yarına. Ben bozkıra mavi çalmaya gidiyorum. Dağların morluğuna turkuazlar dayamaya.
Yanıma şiirleri ve masalları alıp, az gidip uz gidip, dere tepe düz gidip, arpadan yolları aşmaya, aşmaya...
http://fizy.com/#s/1aj5ii
21 Eylül 2011
15 Eylül 2011
Tarifesi.
" yaz... sakız reçeli... tren penceresi... kırmızı gömlek... cemal süreya... pembe oje... zeytinyağlılar... çayır apartmanı... yanlış anlaşılmalar prensi... vapur dumanı... eskişehir... leman sam... kıskanıyorum ellere bakma... gurbete gidişimdir... etütler prensesi... elif mualla... yeşil küpeler... büyükada... kasımpatı kitapları... ritsos'un o dizesi... çardakların serinliği... anneannede kalmak... alexiou... çilek öğretmeni... aşk film yapımcılık... kahvenin köpüklüsü... necatigil... kordelya... mavi bisiklet... kaş'taki balkon... sinema gişeleri... terzi sabunları... ayrı yazılan de'nin hüznü... adaçayı... hanımefendi sokak... s... kasaplardaki boncuk perdeler... mor püsküllü marpucum... hayali bey... kadıköy iskelesi... çay bardağında rakı... yas tatili... yalan dolu büyük şairler... solmuş olsak da çiçek... gül lokumu... samatya... dansöz elbiseleri... uzun eski... anneme menekşe... ahmet erhan... yangınlar ansiklopedisi... mavi elmas kolonyası... er mektubu... vapurdan inmenin ustası... ablamın düğünü... gülüşünden öpmek... kupa kızı... isli lamba..."
13 Eylül 2011
Sonsuzluk yarın..*
Dünyanın bahçelerinden uzak düşüyor kalp zaman zaman. Zehirli sarmaşıklara takılan soluklara kanıp, küsüyor uyanışlar yarınlara, yeşerikliğine düşlerin. Uykuların rüya pencerelerinden bile ürküp, yastıkları ağırlığıyla ezmekten çekiniyor var oluş. Vazgeçiyor sonra tarihlerin uzaklığından bugün.
Uyuşuk mevsimler, üst üste dizilmiş posta damgalı kâğıtlardan kuleler, biriktirilen kırmızı biletler, trenli film sahnelerinde yanağa yuvarlanan tuzlu damlalar hep umutsuzluk tarihimizin öznelerine eklenir gibiydi. Kimi zaman nesnelerine.
Korkmuyorduk oysa, hiç söyleyemesek de sancısından yeni şeylerin. Yeni şeyler eskidikçe dünya uğultulu bir ağrı halinde gelip yerleşiveriyordu sol yanımıza. Belki de avuçlarımıza üfleyen zamana küskündük. Bir mevsimin üçte birinden, iki kocaman mevsim boyunca yaslar kesip biçiyorduk. Dünya, bizim aşk kırıntılarımızdan kudretli mutsuzluklar yarattıkça, sevdiğimiz film sahnelerinden kutsal kitap inancı taşırıyorduk.
Bilsek de, inanmıyorduk. Gidenin geldiği bir mevsimin olmadığını öğrenemiyorduk. Ezber bozan, yaratıcı metinlerimiz vardı birbirimizin içini kemirdiğimiz. Öyle ki, bir kırgınlığın aynısından bir tane daha taşımıyordu evren. Benzeşiklik noktalarını yakaladığımız anda, kulübünü kuruyorduk yalnızlık destanlarının. Yara izlerimizin şekli şemali benziyordu az çok, derinliği bir hayli. Uzaktan baksan yedizdik, içimize yaklaşanaysa kar kristali başkalığı.
Başka hikâyelerde başka başroller ve figüranlar olduk, hep aynı mutsuz sona koştuk. Kar kristallerinden çamurlu beyazlara döndük.
Pencerelerin savaş meydanlarına açıldığı sabahlardan, gecelerin üçüne hasret kaldık. Karanlıklarda yaralar görünmez sanıp, birbirimize soyunduk.
Küskünlüğümüz rakı kadehlerinden hüzün düşürürdü, şefkatini de eksik etmeden.
Düşünmediğimiz her kırgınlığın sonuna gidişler ekleyen çocuklardık. Peşimizi bırakmayacağını bildiğimiz sarı defterlere rağmen, aralarına biletler sıkıştırmak için dağlara ve denizlere ve gökyüzüne teslim olurduk. O kadehlerde buğulanan izlerimizi unutup da aşksız kalmayalım diye toprağa sığınırdık. Evrenin bütün güzellikleriydi bize mucize olan.
Dünyanın bahçeleri var. Aniden güneş ayağının ucuna düştüğünde ve onu kaldırmaya çabalarken, üstün başın umutla yıkanınca ışık ışık, anlıyorsun bazen; tükenmiyor ne dün ne de yarın.
Biz, tarihler arasına sıkışmadan, kırık danslarla ve kırılmayan tebessümlerle, birbirimizi durmayan sularda taşımaya söz veren çocuklardık.
Uyuşuk mevsimler, üst üste dizilmiş posta damgalı kâğıtlardan kuleler, biriktirilen kırmızı biletler, trenli film sahnelerinde yanağa yuvarlanan tuzlu damlalar hep umutsuzluk tarihimizin öznelerine eklenir gibiydi. Kimi zaman nesnelerine.
Korkmuyorduk oysa, hiç söyleyemesek de sancısından yeni şeylerin. Yeni şeyler eskidikçe dünya uğultulu bir ağrı halinde gelip yerleşiveriyordu sol yanımıza. Belki de avuçlarımıza üfleyen zamana küskündük. Bir mevsimin üçte birinden, iki kocaman mevsim boyunca yaslar kesip biçiyorduk. Dünya, bizim aşk kırıntılarımızdan kudretli mutsuzluklar yarattıkça, sevdiğimiz film sahnelerinden kutsal kitap inancı taşırıyorduk.
Bilsek de, inanmıyorduk. Gidenin geldiği bir mevsimin olmadığını öğrenemiyorduk. Ezber bozan, yaratıcı metinlerimiz vardı birbirimizin içini kemirdiğimiz. Öyle ki, bir kırgınlığın aynısından bir tane daha taşımıyordu evren. Benzeşiklik noktalarını yakaladığımız anda, kulübünü kuruyorduk yalnızlık destanlarının. Yara izlerimizin şekli şemali benziyordu az çok, derinliği bir hayli. Uzaktan baksan yedizdik, içimize yaklaşanaysa kar kristali başkalığı.
Başka hikâyelerde başka başroller ve figüranlar olduk, hep aynı mutsuz sona koştuk. Kar kristallerinden çamurlu beyazlara döndük.
Pencerelerin savaş meydanlarına açıldığı sabahlardan, gecelerin üçüne hasret kaldık. Karanlıklarda yaralar görünmez sanıp, birbirimize soyunduk.
Küskünlüğümüz rakı kadehlerinden hüzün düşürürdü, şefkatini de eksik etmeden.
Düşünmediğimiz her kırgınlığın sonuna gidişler ekleyen çocuklardık. Peşimizi bırakmayacağını bildiğimiz sarı defterlere rağmen, aralarına biletler sıkıştırmak için dağlara ve denizlere ve gökyüzüne teslim olurduk. O kadehlerde buğulanan izlerimizi unutup da aşksız kalmayalım diye toprağa sığınırdık. Evrenin bütün güzellikleriydi bize mucize olan.
Dünyanın bahçeleri var. Aniden güneş ayağının ucuna düştüğünde ve onu kaldırmaya çabalarken, üstün başın umutla yıkanınca ışık ışık, anlıyorsun bazen; tükenmiyor ne dün ne de yarın.
Biz, tarihler arasına sıkışmadan, kırık danslarla ve kırılmayan tebessümlerle, birbirimizi durmayan sularda taşımaya söz veren çocuklardık.
11 Eylül 2011
10 Eylül 2011
Seyri ayna vapur.
Akşam geceye karışırken, körfezin kadın dalgası saçlarında menevişler lunapark mavisi, elma şekerinden kızıllıklar.. Ufuk, inci diziminde şehir ışıklarıyla çizili.
İşaret parmağımın ucunda Saat Kulesi, Pasaport'a doğru çay buharının nemi. Sıcak hava, tene asılı kalıyor, vapurdaki rüzgâr neyin tesellisi bu tarihte...
Üzerinde kağıttan gemiler yüzdürdüğümüz bir aşk hayaliydi bu şehir. Şimdi iskelesinde, yarısı sulara gömülü o eski vapur..
Zamanın akıp gidişinden topladığımız bir avuç sıcaklığın fersah fersah ev kokusundan, yarına taşımaya hazırlandığımız bir valiz şimdi ayazlar.
Sadece bir avuç İzmir.Tapusuz bir kimlik, tabak-çanaksız bir doygunluk, anahtarsız bir uyanış şimdi göz açışlar.
Güzel olanı kirleten ne varsa küstüğümüz çok yılın sonrasında bir kaç güneş doğuşu saymaya korkmuyoruz.
"Kal" demeyen sokakları deniz doldursun ama.
Bu şehrin meydanlarında gençliği kırdık, sularını gözyaşıyla çoğalttık.
Orada oturup, insanların şehir hikâyelerini yazamadık.
Geldik ve geçtik; yazılmadık.
Eylül.. Şimdisi yıldızsız eylül.
Su, durgun su. Durmayacağına söz verdiğini unutan su.
En hafif kumaşlarla gökyüzünün altında ve şehri umutla süsleyen yagâne şeyin, denizin yanıbaşındayım.
Bedeli, kendimi eksiltmekmiş zerrelerinden, rağmen "biz"liklerin...
Bir gün birbirimizi affedelim, ne de olsa vapurlar var kalbini kıramadığım, vapurlar var kendini kıran, denizler gibi, bizim gibi. Kimsesiz kırılan...
Eylülün kıyısında eziliyorum sararık bir yaşanmışlıkla. İçimde ezilen bir şeyler var, yaprak çıtırtılarında ayak izleri dünün. Yankısı uzak değil.
Sen parmak uçlarında yürü, cam kırıyor zaten içimin sıcağında kış önceleri.
Deniz kokusunu da uyumadan avucuma bırak.
Dönersem, alırsan.. Kalırsam, belki yeniden...
İşaret parmağımın ucunda Saat Kulesi, Pasaport'a doğru çay buharının nemi. Sıcak hava, tene asılı kalıyor, vapurdaki rüzgâr neyin tesellisi bu tarihte...
Üzerinde kağıttan gemiler yüzdürdüğümüz bir aşk hayaliydi bu şehir. Şimdi iskelesinde, yarısı sulara gömülü o eski vapur..
Zamanın akıp gidişinden topladığımız bir avuç sıcaklığın fersah fersah ev kokusundan, yarına taşımaya hazırlandığımız bir valiz şimdi ayazlar.
Sadece bir avuç İzmir.Tapusuz bir kimlik, tabak-çanaksız bir doygunluk, anahtarsız bir uyanış şimdi göz açışlar.
Güzel olanı kirleten ne varsa küstüğümüz çok yılın sonrasında bir kaç güneş doğuşu saymaya korkmuyoruz.
"Kal" demeyen sokakları deniz doldursun ama.
Bu şehrin meydanlarında gençliği kırdık, sularını gözyaşıyla çoğalttık.
Orada oturup, insanların şehir hikâyelerini yazamadık.
Geldik ve geçtik; yazılmadık.
Eylül.. Şimdisi yıldızsız eylül.
Su, durgun su. Durmayacağına söz verdiğini unutan su.
En hafif kumaşlarla gökyüzünün altında ve şehri umutla süsleyen yagâne şeyin, denizin yanıbaşındayım.
Bedeli, kendimi eksiltmekmiş zerrelerinden, rağmen "biz"liklerin...
Bir gün birbirimizi affedelim, ne de olsa vapurlar var kalbini kıramadığım, vapurlar var kendini kıran, denizler gibi, bizim gibi. Kimsesiz kırılan...
Eylülün kıyısında eziliyorum sararık bir yaşanmışlıkla. İçimde ezilen bir şeyler var, yaprak çıtırtılarında ayak izleri dünün. Yankısı uzak değil.
Sen parmak uçlarında yürü, cam kırıyor zaten içimin sıcağında kış önceleri.
Deniz kokusunu da uyumadan avucuma bırak.
Dönersem, alırsan.. Kalırsam, belki yeniden...
8 Eylül 2011
Altı Ay Bir Güz*
Seni, lavanta kokulu bir sabunda, bir kavun diliminde, açık, uçuk gümüş rengi bir çorapta, bir yasemin dalında, adını bilmediğim, bilmemekten utanç duyduğum halde öğrenmek istemediğim sabun kokulu, el büyüklüğünde bir çiçeğin açışında, yıkık kemerlerde uyuklayan kedilerde, gecenin soğumuş kumunu döven, patlayan dalgaların sesinde, günün ilk ağartısında -karanlık saatler boyunca dağıtıp durduğun yatağında sabahın serinliği çıplaklığına işlemeğe başlarken- uyanmadan çektiğin, örtündüğün bir çarşafın ılık mutluluğunda bulacağım, dirim içimden çekilesiye. Kokularım, seslerim, görüntülerim, anılarımsın sen benim. Dokunduğum, okşadığım, tattığımsın. Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde "uyanmadın mı daha?" dediğim zaman "ne gereği var?" diyen ilk insansın bana.
Bilge Karasu
Bilge Karasu
5 Eylül 2011
O gün, bugünse..
Bir günden az, yaşanmak için bir coğrafyada... Soluk alıp vermekten daha bahar olanı, soluğunun içilmesi.
Kaç yirmi dört döngüsü saklıyor bileğinde körfez. Kime saklıyor.. Bir ömrün tamamının yazıldığı bu sular hangi maviliğe masal, kaç adanmamışlıkla...
Kimlik bilgilerinin yitirildiği bir senaryonun figüranları bile kayıp. Hangi sokak söylüyor deme, sokaklar hep çıkmazında kalpteki sözcük yansımalarının.
Yeteri kadar cömert olamamış seneler başka iklimlere ki hep aynı kıyıda, hep aynı vurgunda, hep gökyüzünden buraya ayrılı aynı bulutlarla...
Dönüşünün olduğu bilinen yolların biletleri biriktirilir mi hiç.., hep günün birinde gidecek olanlarınkini sarartmış birisi. Gidince onlar, bir gün nasıl da kendiliklerinden, öylece geldiklerini hatırlasın diye.. Gideceklerini bilen, bu şehrin bir soluğu.. Bu şehrin... Aitmiş gibi ona. İkisinin ve ikisine değen pek çok şeyin inandığı bir yalan belki.. Ön ismi olmayan.. Ama ismi de yiterse akarken..?
Dilek kiplerinin ardına cevaplar uğramasa da, susmayan ve durmayan suları bağışla..
Gerçeğin sislerle sarmaş dolaş, kümelenmiş bulutlar gibi günlere düşüşü kasvetli bir yaz öğleden sonrası.
Bir bahar yağmurunda kuruyan su sanki uyanılan... O bahar akşamına da uyanmıştı iki kişi. Herkesin televizyon başına koştuğu bir akşamda bahçe yıkamışlardı, gökyüzünün kendilerininkiyle sevişen gözyaşlarıyla..
Şehir, bu şehir yıkanınca arınmaz pek. Su, öylece akıp gitmez üzerinden. Aniden sağanak, aniden kavurucu sarı.
Öyle bir boşluk ki tıka basa dolu hiçle. Öyle bir yıkanış ki, hangi suda kendini böyle ağır hissedersin, ölümün bir mavisi yoksa..
Buradaki vapurlardan doğu türküleri ve batı yalnızlıkları atılıyor sık sık. Kederli bir siyahla, elmacık kemiklerine hayat akıyor kimi kadınların, mavi umudu belki bu.
Dudaklarına değen ve dumanı içlerinde asılı kalan nice dert, güvertelerde ağarmış saçlarıyla adamların..
Orantısız katlanmış, aralıklarına rüzgâr almış gazete yığınlarından ne çok ölüm ilanı ve en gevreğinden heyecanları altı yaşların; susam susam...
Mavinin yeşile karıştığı tutkunluğa saçılıyorlar hepsi.
İki avucun birbirine değip alev alışına aldırmayan bir ıslaklığı var. Kırgınlıkları da kendisi gibi enginleştirmeyen, iki iskele arası durgunlukları...
Belki de o yalanmış gibi olan her şeye misilleme olan bir renk...
Alıştığı soluklardan yalnızca biri.. Yitse ne olur, gitse..? Yirmiyi aşkın senesi mi çalınır sanki. Eksilse bir tanesi, o renginden ton mu kaybolur..
Bir coğrafyanın nesi vardır haritalarda kabaran yürek yürek dağlarından, yalnızlık gibi bir başınalığın renginde ovalarından, yüreği ağzında tepelerinden başka.
Bir coğrafyadan bir mavi eksiltse kendini, kim küser vapurlardan başka..
Bir günden az şimdi, belki de bir sonrakine dönüşü olmayacak olan bir yola. Mavi taşıma mevsimidir belki güz başlangıcı.
Kıyıların yanaklarını öpen, belki de turunculuğuna varmalıdır tenhalığın..
Kimbilir belki de yollar söyler başka bir yalan ve bu sefer de ona inanıp kimse dönmez sahnesine.
İki yirmi dört saat döngüsü paylaşıyor şimdi kalkış ve varış saatlerini.
Provası yapılıyorsa göçlerin, gece bizim olsun. Öyle gidip, öyle dönelim.Öyle varıp, öyle kalalım. Karanlıkta mavi bile koyu çünkü..
O kıyıdan bu kıyıya, durmayan sulara, renklerine kanarsak hangi yalan avutur bir daha zaman eklerini...
Kaç yirmi dört döngüsü saklıyor bileğinde körfez. Kime saklıyor.. Bir ömrün tamamının yazıldığı bu sular hangi maviliğe masal, kaç adanmamışlıkla...
Kimlik bilgilerinin yitirildiği bir senaryonun figüranları bile kayıp. Hangi sokak söylüyor deme, sokaklar hep çıkmazında kalpteki sözcük yansımalarının.
Yeteri kadar cömert olamamış seneler başka iklimlere ki hep aynı kıyıda, hep aynı vurgunda, hep gökyüzünden buraya ayrılı aynı bulutlarla...
Dönüşünün olduğu bilinen yolların biletleri biriktirilir mi hiç.., hep günün birinde gidecek olanlarınkini sarartmış birisi. Gidince onlar, bir gün nasıl da kendiliklerinden, öylece geldiklerini hatırlasın diye.. Gideceklerini bilen, bu şehrin bir soluğu.. Bu şehrin... Aitmiş gibi ona. İkisinin ve ikisine değen pek çok şeyin inandığı bir yalan belki.. Ön ismi olmayan.. Ama ismi de yiterse akarken..?
Dilek kiplerinin ardına cevaplar uğramasa da, susmayan ve durmayan suları bağışla..
Gerçeğin sislerle sarmaş dolaş, kümelenmiş bulutlar gibi günlere düşüşü kasvetli bir yaz öğleden sonrası.
Bir bahar yağmurunda kuruyan su sanki uyanılan... O bahar akşamına da uyanmıştı iki kişi. Herkesin televizyon başına koştuğu bir akşamda bahçe yıkamışlardı, gökyüzünün kendilerininkiyle sevişen gözyaşlarıyla..
Şehir, bu şehir yıkanınca arınmaz pek. Su, öylece akıp gitmez üzerinden. Aniden sağanak, aniden kavurucu sarı.
Öyle bir boşluk ki tıka basa dolu hiçle. Öyle bir yıkanış ki, hangi suda kendini böyle ağır hissedersin, ölümün bir mavisi yoksa..
Buradaki vapurlardan doğu türküleri ve batı yalnızlıkları atılıyor sık sık. Kederli bir siyahla, elmacık kemiklerine hayat akıyor kimi kadınların, mavi umudu belki bu.
Dudaklarına değen ve dumanı içlerinde asılı kalan nice dert, güvertelerde ağarmış saçlarıyla adamların..
Orantısız katlanmış, aralıklarına rüzgâr almış gazete yığınlarından ne çok ölüm ilanı ve en gevreğinden heyecanları altı yaşların; susam susam...
Mavinin yeşile karıştığı tutkunluğa saçılıyorlar hepsi.
İki avucun birbirine değip alev alışına aldırmayan bir ıslaklığı var. Kırgınlıkları da kendisi gibi enginleştirmeyen, iki iskele arası durgunlukları...
Belki de o yalanmış gibi olan her şeye misilleme olan bir renk...
Alıştığı soluklardan yalnızca biri.. Yitse ne olur, gitse..? Yirmiyi aşkın senesi mi çalınır sanki. Eksilse bir tanesi, o renginden ton mu kaybolur..
Bir coğrafyanın nesi vardır haritalarda kabaran yürek yürek dağlarından, yalnızlık gibi bir başınalığın renginde ovalarından, yüreği ağzında tepelerinden başka.
Bir coğrafyadan bir mavi eksiltse kendini, kim küser vapurlardan başka..
Bir günden az şimdi, belki de bir sonrakine dönüşü olmayacak olan bir yola. Mavi taşıma mevsimidir belki güz başlangıcı.
Kıyıların yanaklarını öpen, belki de turunculuğuna varmalıdır tenhalığın..
Kimbilir belki de yollar söyler başka bir yalan ve bu sefer de ona inanıp kimse dönmez sahnesine.
İki yirmi dört saat döngüsü paylaşıyor şimdi kalkış ve varış saatlerini.
Provası yapılıyorsa göçlerin, gece bizim olsun. Öyle gidip, öyle dönelim.Öyle varıp, öyle kalalım. Karanlıkta mavi bile koyu çünkü..
O kıyıdan bu kıyıya, durmayan sulara, renklerine kanarsak hangi yalan avutur bir daha zaman eklerini...
1 Eylül 2011
Yapraklar yorulunca..
Aylar birbirini deviriyor, rüzgârlar ve insanlar kumdan kalelerini bozuyorlar yazların, geriye hep geridekiler kalıyor. Kalanlar gidemiyor.
Bir dönüş hazırlığında, kalbin valizine ne yükleyeceğimi bilemez halde eylülü kokluyorum. Bazı şarkıları değiştirmeye, bazılarını duymaya korkar halde, yalın ayak ve çırılçıplak dokunabildiğim dünyaları özlüyorum.
Çocukluk dallarından toplayıp da peşimize kattığımız hangi uçurtma şehirde bize düşü geri verdi bugüne dek, anımsamıyorum.
Evlerde çerçeveler kalıyor, tozlanarak.
Ve bisikletler, tekerlerinden evreni aşabileceğimiz o nefesi vererek..
Bu yaz, geçen yazdan daha yağmurlu değildi, güneşli de. Mevsimler bir süredir birbirlerine paslıyorlar aynı kederi, fonunu bile değiştirmeye üşenerek. Şairler de olmasa...
Sevdiğim birisinin, çok sevdiği bir mevsimin başında isim veriyorum bu seneki çıtırtılarına, yorgunlukla düşüşlerine yaprakların; "yolculuk"...
Kelimeyi de ona yaraştırıyorum. Ben uzun zamandır güzel olan ne varsa, ona...
Ölçek farkıyla da olsa "yol" a anlam yükleyebildiğimiz için belki de, en çok onun yarattığı umutsuzluğa sefer numaralarıyla, koltuk seçimleriyle, tarifelerle umut boyuyorum.
Tonu henüz seçilemeyen bir güzü, ömrün başlangıcıymışçasına ürkek ve meraklı karşılıyorum.
İnandığım pek çok şeye üfleyip, onları dağıtan gecelerden sonra, avucumda sımsıkı bir eylül sabahını taşıyorum. Onun elinden tuttuğu şubatlarla, mayıslarla ve temmuzlarla..
Valizlerden taşan bir umutla, yeniden, belki de ilk defa; yola...
Bir dönüş hazırlığında, kalbin valizine ne yükleyeceğimi bilemez halde eylülü kokluyorum. Bazı şarkıları değiştirmeye, bazılarını duymaya korkar halde, yalın ayak ve çırılçıplak dokunabildiğim dünyaları özlüyorum.
Çocukluk dallarından toplayıp da peşimize kattığımız hangi uçurtma şehirde bize düşü geri verdi bugüne dek, anımsamıyorum.
Evlerde çerçeveler kalıyor, tozlanarak.
Ve bisikletler, tekerlerinden evreni aşabileceğimiz o nefesi vererek..
Bu yaz, geçen yazdan daha yağmurlu değildi, güneşli de. Mevsimler bir süredir birbirlerine paslıyorlar aynı kederi, fonunu bile değiştirmeye üşenerek. Şairler de olmasa...
Sevdiğim birisinin, çok sevdiği bir mevsimin başında isim veriyorum bu seneki çıtırtılarına, yorgunlukla düşüşlerine yaprakların; "yolculuk"...
Kelimeyi de ona yaraştırıyorum. Ben uzun zamandır güzel olan ne varsa, ona...
Ölçek farkıyla da olsa "yol" a anlam yükleyebildiğimiz için belki de, en çok onun yarattığı umutsuzluğa sefer numaralarıyla, koltuk seçimleriyle, tarifelerle umut boyuyorum.
Tonu henüz seçilemeyen bir güzü, ömrün başlangıcıymışçasına ürkek ve meraklı karşılıyorum.
İnandığım pek çok şeye üfleyip, onları dağıtan gecelerden sonra, avucumda sımsıkı bir eylül sabahını taşıyorum. Onun elinden tuttuğu şubatlarla, mayıslarla ve temmuzlarla..
Valizlerden taşan bir umutla, yeniden, belki de ilk defa; yola...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)