Gözlerimin bozuk olduğunu unutuyor belki.
Belki de cevaplayamadığım soruları sordukça iyileşiyorum gibi geliyor.
Olmuyor.
Kartları eşleyemediğim bir oyunun içinde ancak dönmedolap olabiliyorum. Onun yörüngesi değişmiyor nasılsa.
Öyle teklikte bir şey söylemeliyim ki, ne içinde olmalıyım ne de dışında.
Yol sisli, günler uzun, cevaplar eski kelimelerle dolu.
Ev hep Nereye Sokağı'nda*, inançsızlık geçebilen bir şey değil.
"Ellerim" desem, inançsızlık gibi inancına da sadık kalabilir misin...
31 Ocak 2013
30 Ocak 2013
gittikten sonra
Nereye yürüdüğümü bilmiyorum.
Gündelik dilde sorulan şeylerin yüklemli yanıtlarını da veremiyorum.
İki kadeh şaraba bir ömür ağladığım bir gecenin ardından, gelecek gecelerden,
eski pikaplarda ve yeni bilgisayarlarda çalınacak şarkılardan çekinmiyorum.
Hazırlandım, tarihi getirdiğinde imzamı atacağım üzerimde beyaz olmaksızın.
Her başlangıcın filmi, her sonun şarkısı, her gecenin sabahı...
Hatırlamak yeteri kadar büyük bir söz.
Gündelik dilde sorulan şeylerin yüklemli yanıtlarını da veremiyorum.
İki kadeh şaraba bir ömür ağladığım bir gecenin ardından, gelecek gecelerden,
eski pikaplarda ve yeni bilgisayarlarda çalınacak şarkılardan çekinmiyorum.
Hazırlandım, tarihi getirdiğinde imzamı atacağım üzerimde beyaz olmaksızın.
Her başlangıcın filmi, her sonun şarkısı, her gecenin sabahı...
Hatırlamak yeteri kadar büyük bir söz.
23 Ocak 2013
"Ne dipdiri sabah.. Gözyaşı..."
Hıçkıra hıçkıra ağlayan şehirlerin, insanların, pencere önlerinin, dünlerin karşısında cebimden gülümsemeler çıkarıyorum.
Kimse giymiyor.
Daha kötüsü de, cebimden çıkardıklarıma ben bile inanmıyorum.
Reklam okumak en azından bu işe yarayabilmeliydi;
inandırabilseydim kendimi, hiç değilse kendimi..; misket düşmeyen ceplerimden çıkanın şişe dipleri dahi olsa mutluluk getireceğine.
Olmuyor.
Korkmadan gün geçmiyor, dudaklarımın kenarları, değil güneşe dönmek çatlaya çatlaya kara ikliminin bir parçası haline geliyor.
Evet..; ama bugün neden gelmedin?*
Diğer tüm soruların cevaplarını boş verebilirim.
Kimse giymiyor.
Daha kötüsü de, cebimden çıkardıklarıma ben bile inanmıyorum.
Reklam okumak en azından bu işe yarayabilmeliydi;
inandırabilseydim kendimi, hiç değilse kendimi..; misket düşmeyen ceplerimden çıkanın şişe dipleri dahi olsa mutluluk getireceğine.
Olmuyor.
Korkmadan gün geçmiyor, dudaklarımın kenarları, değil güneşe dönmek çatlaya çatlaya kara ikliminin bir parçası haline geliyor.
Evet..; ama bugün neden gelmedin?*
Diğer tüm soruların cevaplarını boş verebilirim.
19 Ocak 2013
19.01.2007
"Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz..."
18 Ocak 2013
"İkimize yetmez..."
Sana ne renk akıyor bu yorgunluk..
Hangi kelimelere dönüşüyor yağmurdan arta kalan kaldırım kenarı taşları..
Cebinde biriktirdiğin kağıt mendilleri hangi çocuğun avuçlarından aldığını hatırlıyor musun,
Nereli olduklarını niye sormuyorsak...
Şehrinin kitabını aldım dün, sevdiğin dilde bir ismi var.
Okuyunca yanaşacağım.
Kokunu anımsamak zor, başka şehirlere ve ülkelere taşıdığını düşünmek masal kitapları gibi.
Benim bir dürbünüm ve dolayısıyla büyülü bir gücüm yok.
Aslında uğruna paralandığımız bu dünya Kafka'nın da dediği gibi çok gülünç. Milenası olan mı söyleyebilir bunu ancak?
Bizim neyimiz var?
Nereli olduğumuzu soranları düşünüyor muyuz?
Bana en son daha önce hiç gitmediğim bir şehirde babam yaşında bir baba sordu.
Cevabımı beğenmedi.
Bir şehir neye göre sevilir.
Ben renklerine bakıyorum en çok.
Mevsimlerin pencerelerinde nasıl durduğuna.
Masallar yazdırıyor mu diye.
Bazen haritalardan bir yer seçip...
Hiç olmaz ya, olur diye..
Sevdiğim şehirlerin içinden geçen filmler izliyorum ve sevdiğim şehirlere ilan-ı aşk eden kitaplar okuyorum.
Sevdiğim insanların sevdiğim şehirlere gitmelerini izliyorum.
Geride bilet bırakmamak ne korkunç.
En son sevdiğim bir insanın sevdiğim bir dilin kenarından yürümeye heveslendiğini öğrendim.
Bu uzaklaşmak demek, belki de yanında taşımaya karar vermek..; bilemiyorum..
Parmaklarım bu çağın senelerini saymaya yetmiyor.
Doldurduğum defterleri hangi alevin kırmızısı alıp da gitti..
Şimdi ölüm haberlerinin arasında bir yarım dudak izi kalıyor, göğüs kafesinde büyüyen..
Şarabımın rengini sormadan öğrenen çocuk,
Tene yakıştıran kadın,
Yarına taşımakta ayakları gerileyen dün.
Bu aralar hangi sokağa hangi ismimi bırakacağımı, nerenin anısı olacağımı, hangi izi yağmayan karla örtüp unutulacağımı, hangi kelimesizlikten meram anlatmaya kalkışıp yanımdakinin yanağından tuzlu su yolları izleyeceğimi...
Zor mevsim, zorunda hayat..
Nereden tutup, nereye..
Belki de en iyisi..
Eve...
Hangi kelimelere dönüşüyor yağmurdan arta kalan kaldırım kenarı taşları..
Cebinde biriktirdiğin kağıt mendilleri hangi çocuğun avuçlarından aldığını hatırlıyor musun,
Nereli olduklarını niye sormuyorsak...
Şehrinin kitabını aldım dün, sevdiğin dilde bir ismi var.
Okuyunca yanaşacağım.
Kokunu anımsamak zor, başka şehirlere ve ülkelere taşıdığını düşünmek masal kitapları gibi.
Benim bir dürbünüm ve dolayısıyla büyülü bir gücüm yok.
Aslında uğruna paralandığımız bu dünya Kafka'nın da dediği gibi çok gülünç. Milenası olan mı söyleyebilir bunu ancak?
Bizim neyimiz var?
Nereli olduğumuzu soranları düşünüyor muyuz?
Bana en son daha önce hiç gitmediğim bir şehirde babam yaşında bir baba sordu.
Cevabımı beğenmedi.
Bir şehir neye göre sevilir.
Ben renklerine bakıyorum en çok.
Mevsimlerin pencerelerinde nasıl durduğuna.
Masallar yazdırıyor mu diye.
Bazen haritalardan bir yer seçip...
Hiç olmaz ya, olur diye..
Sevdiğim şehirlerin içinden geçen filmler izliyorum ve sevdiğim şehirlere ilan-ı aşk eden kitaplar okuyorum.
Sevdiğim insanların sevdiğim şehirlere gitmelerini izliyorum.
Geride bilet bırakmamak ne korkunç.
En son sevdiğim bir insanın sevdiğim bir dilin kenarından yürümeye heveslendiğini öğrendim.
Bu uzaklaşmak demek, belki de yanında taşımaya karar vermek..; bilemiyorum..
Parmaklarım bu çağın senelerini saymaya yetmiyor.
Doldurduğum defterleri hangi alevin kırmızısı alıp da gitti..
Şimdi ölüm haberlerinin arasında bir yarım dudak izi kalıyor, göğüs kafesinde büyüyen..
Şarabımın rengini sormadan öğrenen çocuk,
Tene yakıştıran kadın,
Yarına taşımakta ayakları gerileyen dün.
Bu aralar hangi sokağa hangi ismimi bırakacağımı, nerenin anısı olacağımı, hangi izi yağmayan karla örtüp unutulacağımı, hangi kelimesizlikten meram anlatmaya kalkışıp yanımdakinin yanağından tuzlu su yolları izleyeceğimi...
Zor mevsim, zorunda hayat..
Nereden tutup, nereye..
Belki de en iyisi..
Eve...
15 Ocak 2013
yazı-sız(ı).
Geceyi gündüzden geçirip, düğümünü atıp da sağlamlaştırmak için ille de mektuplar gerekiyor.
Ses: Akciğerlerden gelen havanın ses yolunda oluşturduğu titreşim.*
Titreşmiyorsa..,
Kaleme de inanır mısın..?
http://fizy.com/#s/1aimo3
Ses: Akciğerlerden gelen havanın ses yolunda oluşturduğu titreşim.*
Titreşmiyorsa..,
Kaleme de inanır mısın..?
http://fizy.com/#s/1aimo3
10 Ocak 2013
Aşkla, sonsuzlukla...
Saat Çini vurdu birden: p i r i n ç ç ç
Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
Kasketimi eğip üstüne acılarımın
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.
Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman
Sen tutardın kendini incecik sevdirirdin
Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini hiç unutmadım
Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutmadım
Karım olan karnını ve önlerini
Orospum olan yanlarını ve arkalarını
İşte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
Nasıl unuturum hiç unutmadım
Kibrit çak masmavi yanardı sesin
Ormanlara ormanlara yüzünün sesi
En gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
Şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın
Soluğu kesen ağulayan ormanlarında
Yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığını
Ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
Karadeniz'e karışırdı ordan Akdeniz'e
Ordan da büyük sulara
Geceyse ay hemen tazeler minareleri
Kur'an sayfaları satılan sokaklardan
Ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
Ölüm uçar çocuk yüzlere
Ben o sokaklardan ne kadar geçtim
Damağımda dilinin yosunlu tadı
Önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
Birtakım tavşanları andıran birtakım su hayvanlarını
Pazar pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
Yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi
Bir başak ufak ufak bildirir Konya'yı
O başakta o Konya'da seni ararım
Ben şimdilerde her şeyi sana bağlıyorum iyi mi
Altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
Para basma yetkisini Fırat'ın suyunu Palandöken'i
Erzincan'ın düzünü asma bahçelerini Babil'in
Antalya'nın denizini o denizin dibini
Beş türlü yengeç yaşayan sularında
Çağanoz adi pavurya çingene pavuryası ayı pavuryası bir de çalpara
Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatinde
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
Yokluğun gayri şuradan şuraya geldi
Bir günler şölenlerle egemen ülkende
Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
N'olur ağzından başla soyunmaya
Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
Çık gel bir kez daha yıkıntılardan
Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat
Cemal Süreya
8 Ocak 2013
"Olumsuz. Güneşe aykırı."
"Sana bir boyun atkısı gerek..." mevsiminde, şaraba sığınmaktan başka nasıl bir çözüm yolu bulunabilir, bilmiyorum. Tarçından karanfile yuvarlanan notalar arasında kılavuzlar yakıp şiirler inşa etmekten başka neler yapılabilir, bilmiyorum.
Tercih edilmiş şeylerin yerlerini değiştirirken şömineye atıp da çıtırtılarını dinlemeye başladıklarımız neremizi ısıtır, bilmiyorum.
Eller hangi mevsimde ısınır, güneşi kaçmış sarı kazakların sırtına hangi titrek sahil anısı konar, hangi şehrin beyazlığından göz kör olur, belki biliyorum...
Dudağımın kenarındaki "kayıp" şarkılar listesinden taşmaya yeten gücüm, hangi umut kırıntıları saçan piyanodan bir nefeslik can bulur...
Delik deşik olmuş bir kış sabahında, hangimizin sokağı hangimize doğru yol alır...
Tarihin makyaj attığı yerden karalıyorum.
Başlangıç ve sonlar arasındaki kırık vals, adımlarımızı nereye sürüklüyorsa... Toz.. Her yer toz.. Dünden tozanlar yarını göstermiyor.
Gözlerim bozuk ve..;
"Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi.
Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. Nerdeyse.
Bir çocuk ölür. Bir kadın hastalanır. Odalar
bulutlanır.
Su içmekten. Uzak. Bir köfte kokusundan
İnsan
uzak
bir memleket havasından.
Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
Gece.
Hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi
Üşümeyeceklerimizi..."
Tercih edilmiş şeylerin yerlerini değiştirirken şömineye atıp da çıtırtılarını dinlemeye başladıklarımız neremizi ısıtır, bilmiyorum.
Eller hangi mevsimde ısınır, güneşi kaçmış sarı kazakların sırtına hangi titrek sahil anısı konar, hangi şehrin beyazlığından göz kör olur, belki biliyorum...
Dudağımın kenarındaki "kayıp" şarkılar listesinden taşmaya yeten gücüm, hangi umut kırıntıları saçan piyanodan bir nefeslik can bulur...
Delik deşik olmuş bir kış sabahında, hangimizin sokağı hangimize doğru yol alır...
Tarihin makyaj attığı yerden karalıyorum.
Başlangıç ve sonlar arasındaki kırık vals, adımlarımızı nereye sürüklüyorsa... Toz.. Her yer toz.. Dünden tozanlar yarını göstermiyor.
Gözlerim bozuk ve..;
"Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi.
Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. Nerdeyse.
Bir çocuk ölür. Bir kadın hastalanır. Odalar
bulutlanır.
Su içmekten. Uzak. Bir köfte kokusundan
İnsan
uzak
bir memleket havasından.
Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
Gece.
Hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi
Üşümeyeceklerimizi..."
5 Ocak 2013
-sız, -ı
Ayları günlere bölünce geriye ne kalıyor.
Çok yorgunum, "bir atkı gerek" mevsiminden mi, omuzlarıma abanan hiç- yarından mı..
Nerede uyuyup, nerede uyandığımın sınırlarından öteye geçemediğim birkaç gün dönümünün ardından,
göz pınarlarımı kurutan sellerden,
kış ortası yangınlarından,
serinlemeyen topraktan,
beyaza çalmaya yüz tutmuş sokaklara,
pencereyi açtığımda görünmez olan kış kuşlarına,
duvarların sevdiğim renklerine,
sonun başlangıcına,
adı neyse,
tarih tutmamaya...
Belki bir gün.., hafifliğiyle kandırır yollar,
belki de çökülüp kalınır bir tanesinin kenarında...
Kim bilir, kimin bileceğini sormadan, bilmemeye...
Çok yorgunum, "bir atkı gerek" mevsiminden mi, omuzlarıma abanan hiç- yarından mı..
Nerede uyuyup, nerede uyandığımın sınırlarından öteye geçemediğim birkaç gün dönümünün ardından,
göz pınarlarımı kurutan sellerden,
kış ortası yangınlarından,
serinlemeyen topraktan,
beyaza çalmaya yüz tutmuş sokaklara,
pencereyi açtığımda görünmez olan kış kuşlarına,
duvarların sevdiğim renklerine,
sonun başlangıcına,
adı neyse,
tarih tutmamaya...
Belki bir gün.., hafifliğiyle kandırır yollar,
belki de çökülüp kalınır bir tanesinin kenarında...
Kim bilir, kimin bileceğini sormadan, bilmemeye...
2 Ocak 2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)