30 Mart 2011

Böyle olmuyor...


"..Yerde kalmış vicdan izleri arasından
Öldürmedim bak kendimi..."

27 Mart 2011


"Seni seviyorum" dedin.
Ben sana, "Bekle" dedim.

"Al beni" diyecektim.
Sen bana, "Git" dedin.

Jules et Jim*

22 Mart 2011

Ben kayalardan taşarken, sen...


Hayata alıştıramadım ben varlığımı. Dizlerimden hiç çekemedim, gecenin koyu mor gölgesini. Tenime çarptıkça, içimin duvarlarına iz bırakan solukları, silemedim. Öğrenemedim zamansızlığını çukurların. Gelişigüzel toplamayı beceremediğim saçlarımı, yağmur gibi akıtıp, tozları yok edişi hiç koyamadım raflarına hikâyelerimin.
Her kapı sanki kapanmak içindi sahiden. Ben açık bıraktıkça, hiçbir şey itmese rüzgâr dönerdi sırtını.
İçimin söylediği bir şarkıda yaşamayı diliyorum. İçim... Dokundukça parçalanan bugünüm, bulanık direnişlerim, çığlık çığlığa susuşlarım..
İçim bütün şarkıları ezberinden sileli kaç renk değiştirdi uyanışlarımın sıvası akan duvarları..
Kırılıyor benim rüyam. Hiç parlamayan bir yıldız intiharı gibi geceler. Şehrin yorgunuyum, kimin hangi sözcüğüyüm. Olmayan bir ırmağa akıyor yüzüm. Akıyor siyah, gözlerim toprağa rehine bırakıyor yaşını. Ve ben çaresiz, çok çaresiz hep kendi gölgemden atlamak istiyorum.
Bu kez satır satır okuyacaktım nefesini, yağmuru damla damla ben ıslatacaktım. Ve güneş... Onsuz bitmeyen ışıklara bunca inandırmışken...
Alevin değdiği suyun tuzuyla kavrulacaktım. Senin ezberindeki nakaratlarla. Senin güneşe selam çaktığın akşamlarda, senden taşan zamansızlıkla, belki de sadece "sen"le başlasın diye mevsimin diğer adı, ben başka türlü bir mavilik olacaktım.
Zehir zemberek bir aşk dilendiğimiz sokak lambalarının altında, genzimizi alkolün dizeleri parçalarken, en çok da senin rengin olacaktı; gökyüzü...
"..Kafiyene uyamadım..." güzel çocuk...

Değirmen aralığında kanım, revanım
Paramparça bir urganla asıyorum kendimi gökyüzünden
İhtimalsiz, denizsiz
Bir tutamlık korkusu var bulutların
İp, pamuk, kırmızı
Cam kesiğinden borçlu yarıkları var avuçlarımın
Boynum istifasını veriyor soluğuna
Süt kesen erkekliğinden yokuş
Kasıklarımdaki denizatı diken öpüşü
Yürüyor, tenimde kırılıyor güneşe kan çalan ellerin
Bir oya şimdi sandal beyazı, kayık salınması
Bir akşamüstü anason ertesi
Bir cumartesi, intihar müsveddesi
Söz ver, ...

19 Mart 2011

Gidip Dinlenmeliyim


- Saat kaç oldu?
- Saat 3.
- Saat buçuk.
- Sen?
- Ben mi? Tek çizgiye sahip bir Matisse kadını olmak isterdim.
- Ya da?
- Ya da boğazında bir yumru... Saat?
- Saat 5 oldu... Başka?

Geçmezdi aklımdan
Yalnızım en budalasından
Sıkıldım doğrularımdan, kadınlığımdan, dışımdan.
Gidip dinlenmeliyim, artık içki içmeliyim
Özlüyorum birini o hiç görmediğim... Hiç hiç hiç
İki kaya arasında sıkışmışım balık gibi
Öylece beklerim geçsin anlar
Su, hava ve kabarcıklar
Ters dönmüş böceğim sanki
Bir zehrin sıkılmasıyla
Öldürsün beni formül köpük ve bir terlik altıyla...

Ceylan Ertem

*resim: Henri Matisse

14 Mart 2011

.Bir değil iki türlü...*

Başka bir yol bu. Dümeninde onun elleri var. O ; rengini henüz berraklaştıramadığım bir sakinlik. Bazen suda taş sektirir gibi seçtiği cümlelerle, içimde kıyılar kuran, bazen vuramadığım dalgaların geometrisini zorlayan...
Çoğunlukla benden bir yanıt beklemediğini yeni fark ettim. Yeni, kime göre, ne kadar yeni bilmiyorum. İçimi zorlayan bir eşik var; ne gözlerim yetiyor ona ulaşmaya ne de... Ne de...

Vurgun özlenir mi, bilmiyorum. Ben özlendiği yerdeyim. Belki de sırf bu yüzden, deşiyorum var olanla yokluğun arasındaki o telin gölgesini.

Onun uyuduğu yer tuhaf bir şekilde beni çocukluğuma çağırıyor. Dün, kadife koltuğun alçaklığında, zeytin yeşiline değerken tenim, bilet kesildi; kimbilir hatırlamadığım kaç yaş önceye. Sonra o desen..
Hayatımın ve rüyalarımın ve tüm varlığımın sahip olduğu o en güzel kadını yitirdiğimden beri ilk kez, ellerimin sarsaklığıyla dokunduğum o hissin aynısını buldum orada. Üstelik ben hep, o örtünün altında hayata çentik atmışken... Tesadüflere inanıp inanmayacağıma karar vermediğim bir mevsimden yazıyorum şimdi.
İçime dokunan bir şey var onun biçimlenişinde, gündelik tavırlarında. Belki de fazla esir kaldık özgürlüğe biz, ikimiz, ayrı ama birlikte, birlikte ama ayrı.

İşte belki de tam bu yüzden "hazır değilim" alışılmaya... Deniz*

Dizlerinde kalırsın bir akşam vakti
Soluklarına uğrarsın, kısılmış gözlerine
Geçersin geçersin geçersin
Gökteki tek yıldızdan üşüyerek.

Görüyorsun değil mi
Ne kadar inceldi kent
Neredeyse şuracıktan
Ansızın bir kent daha görünecek.

Bak işte, duyuyor musun
Öpüldün bırakıldın sanki
Bir değil iki türlü senin de soluğun.

Edip Cansever

12 Mart 2011

Yabancı

Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?
"Ne anam var, en babam, ne bacım, ne de kardeşim."
"Dostlarını mı?"
"Anlamına bugüne dek yabancı kaldığım bir sözcük kullandınız."
"Yurdunu mu?"
"Hangi enlemdedir, bilmem."
"Güzelliği mi?"
"Tanrıça ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."
"Altını mı?"
"Siz Tanrı'ya ne kadar kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim."
"Peki, neyi seversin öyleyse, olağanüstü yabancı?"
"Bulutları severim... İşte şu... Şu geçip giden bulutları... Eşsiz bulutları!"

Charles Baudelaire

11 Mart 2011

Cebimde şarkın kaldı.

Bu çığlık çığlığa sessizlikte tenim yırtılıyor, içim kan revan içinde... Gökyüzünün tüm bulutları, gözlerime değen kötülüğü perdelemek için birbirlerini ittiriyorlar sanki.
Emin olmadığım bir başlangıcın en bahar halinde, ağaçları kesiyorlar. İçim kilitleniyor bir şeye. Olmaktan en çok korktuğum yerde, sahip olduğum her şeyi tek bir vücutta toplamanın savaşını veriyorum. Savaş, evet savaş bu. Ellerimle bombalar bırakıyorum kuytuda kalmış güven hissime.
Paslandığıma inanmayan bir rengin, rüyasında gördüğü bir suretten ibaret olduğumu sezip ağlıyorum..; kabuklarını dahi göstermeden yaralı var oluşumun... Oysa gözyaşım da kalmamıştı. Vazgeçmenin zor olduğu anda zile basılmasından ürküyorum.
Teslimeyete bu ceset halimle bile bu kadar vermişken kendimi, inanmak istemiyorum. İnandığım hiçbir şeye değmesin, bu başlangıca yenik düşen bitiş..
Korkularım var benim, ağrılarım... Dünyanın tacizine uğrayan her yanım sızlıyor. Tedavi diye çıktığım her yolda hastanelik oluyorum. Anlatacak bir hikayem yok, susacağım yaralarımdan başka. Bir sesim yok. Belki de işte, o kadarım; beni bulduğun gibi bir köşede, ölmeyi bekliyorum.
Varlığımın cevhersizliğine şiirler yazdıran kalbini yorma, ben bu kadar bir kadınım. Savunacak bir gururum, onur duyacak bir tutkum yok. Çocukluğunu özleyen bir kadından ne kadar beklenirse kızıl, o kadarım; yoka yakın...
Sevdiğim her şeyin kulağına fısıldadığım gibi olsun istiyorum, kalabalıklarım. O, hayranı olduğum salyangozların duyargalarına değen soluğumun taşındığı gibi, bütün bir evrenin her hücresine yayılsın hecelerim.. Ama ben deniz kabuklarını yan yana dizerek kurduğum cümlelerde yüklemi denize bırakırım. Gözlerimden damla damla taşan yaştan tuz karıştırırım kabuklara; denizlerin yaralarını bağlayan...
Renklerime dokunduğundan emin olduğun günler peşi sıra ölürken, sevdiğin tonda bile elimi kime bıraktın... Ellerimin sızısında anladım; seni hiç arayamayacağım...
Oysa ısınmıştım ismime bağladığın cümlelerine. İnanmıştım bulutların kenarından tutup da üzerime çekeceğine..
Ama işte her düş böyle..; biraz eksik, biraz hayalin kırıldığı yerde...

10 Mart 2011

Tadın Kaldı..*

Ben zamanı avucumda sıkı sıkı tuttuğumu, yelkovandan köprüler, akrepten sokaklar kurduğumu sanıp da nasıl kilit takmışım en diri dallarına zamansızlığın.. Takvim yapraklarındaki değişen ağaç renklerini takip ederken, evimize, bizim evimize uğramayan rakamlar, kağıtlarımızın kenarlarında, gerçekliğe düşülen not olsun diye kalmış.
Ben en çok dudağından boynuna dökülen tarçın sıcaklığında, parmak uçlarımı ısıtmayı özledim. Kelimesizliğimi ne doldurur diye sorduğum gece bitkileri, boyunlarını gamzene döndüler. Ellerim olmasa, ellerin var. Ellerin olduğu kadar, boynunla şekillenen mehtap var. Mektup mektup dökülen isminde, sevdiğim harfler, sustuğum renk vurguları var. Nefesinin arasında defterlere dolan, anlatılmamış masallar var. Raf raf tozlandırdığım kızıllığıma üfleyen rüzgârın var, saçlarının kumral gölgesini dağıtan seher var..
Biz varız, hep varız..
Yine karda gelincik gibi, yine çayda dağılan tarçının kokusuyla...

8 Mart 2011

Sana giden yollar...


..İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri...

Cemal Süreya

7 Mart 2011

Kilidi olmayan anahtarla...


Bedenimden taşan bir karıncalanma var; kanı, rengini birlikte ayaklandırıyor.
Saçlarımın nice zamandır farkına varmadığım bir kıvrımı var uçlara doğru, ve göğüslerimde soluk aldıkça inip kalkan bir müge; zehrini kendine akıtan..
Rüyaların metal soğukluğuna çarpıyor şimdi gerçekliğim, sahi ben gerçek miyim?
Başlayıp da yarıda bırakmayı sevmediğim işler gibi şimdi her yeni gün. Bir başlangıca inandım ve sönmenin eşiğinde, titreyen bir kıvrımım işte yaşamın ucunda.
Bileklerimi sıkmasını isteyeceğim bahar dallarına az kaldı, her ne kadar haftanın her günü pazar rengine soyunsa da..
Sokaklardaki kaplamaların kırık köşelerini biliyorum artık ve içimin bulantısıyla yaslandığım duvar diplerini, diplerde biten bitkileri, üşüyen kedileri ve aksayan köpekleri..
Her akşam ikinci kez giyme fikrine ulaşmayan kumaşları katıyorum sabunlu sulara, onlar güzel koktukça kelimelerim kirleniyor coğrafyaların batısında.
Rüzgâr güllerinden derlediğim yarınlarda mum söndüren bir serinlik var.
Kasıklarıma değen çiçekli kumaş yırtıyor günü, titreyen bedenim aylara bile bölünemezken; yine rüya, yine çıkışı kayıp oda..
Uyumaktan korkutma beni dünya...

*fotoğraf: Lissy Elle

6 Mart 2011

Adresim varmış, haberim yokmuş...*


Sesimi susturan rengin olsa, kalbim ismini bulsa...
Hava karardığında, sevdiğin dillerin masallarından kurduğum çadırlar var. Onların ışıklarını buğulandıran gözlerin, bana varsa...
Yıllanmayı bekleyen arzuların önce alev alsa...
Ben durgunum şimdi denizler boyu, sen sorgusuz sualsiz ama uykulu.
Yine de ne beklediğimi bilmeden..,
neredesin...