27 Ağustos 2011

Mevsimler geçerken..


"..Born across from you
Proud sleepless child, followed her
It's getting harder to find it in me
Bite my lip and fall asleep..."

26 Ağustos 2011

Evdeysen, evde misin?


"..Merdivenlerin oraya koşuyorum
Beklemek gövde gösterisi zamanın
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum
Bir şeyin provası yapılıyor sanki..."

Geleli neredeyse kırk sekiz saat oldu, belki de bileğimdeki yaz saatsizliği uygulamasında kaçırmışımdır; geçmiştir.
Geldiğimden beri bir şeyler arıyorum, sokaklar ve binalar; her şey tadilâtta, bir tek benim içime sistre yapmıyor sanki zaman.
Ömrünü geçirdiğin yerde nasıl yadırgarsın yerini, bilmiyorum. Bu kendi yatağının seni düşürmesi, her gece felç etmesi gibi biraz.
Bazen sahiden herkes başka yerde. Çay içmek için, çay demleyen amcadan başka kimseyi bulamamak.. Nasıl desem... Demesem ya da.
Suya karışıp yazdım yazdım yazdım ama sonra dönüp baktığımda hep tek kelime.
Uzun, çok uzun zamandır bu kadar tek başıma olmamışım burada. Bulaşık yıkıyorum ve prizlerden fişleri çıkarıyorum.
Bu bariz yalnızlıkta en çok resim yapıyorum. Masanın etrafında Doors da güzel oluyor, Hümeyra da. Renkler ve müzikler saçılınca ortalığa tuhaf bir buluta düşüyorum. Üzerimi örtüyor böyle şeyler benim. Sanki birilerinin hep örtmeyi unuttuğu o bulutları, bundan sonra da sadece çizgilerle, boyalarla, dudağın kenarına ilişen şarkılarla yıkanarak görecek gibiyim.
Burada olsan diyorum. Olsan da daha çok yıkılsam iskelelerde. Bir sokağın kenarında tanıdık bir çift hareye rastlasam da daha da tekleşse kelimeler. Sonra, gece olunca uyumadan gelip üzerimi örtmeni beklesem.
Buraya geldim, evime geldim. Evimde de, elimde de kağıtlar ve kalemler...
Sen neredesin bilmiyorum, ama sevdiğin bir şehri fazlalaştırıyorsun kalbinde, hisseder gibiyim. Ürkek ve telâşla, kanatlarının hızını takip etmeye çalışıyorum sadece.
Sürekli deniyorum. Kalmanın ne kadar çok gidenle karşılaşacağını, gitmenin ne kadar umut barındıracağını sürekli hesaplıyorum. Hiç eşitlenmeyen bir denklem bu. Doğrusu yanlışı da yok. Mutsuzluklarla sevinçlerin toplanabildiği tek bir kelime var, ama ben özetleri sevmiyorum.
Buraya geldim, biraz da görmek için dışarıdan. Eksik bir değil, çok şey var. Ve ben yetemiyorum resim defterlerimle bunca yalnızlığa.
Ama bu kadar yarım hikâye biriktirmeseydim burada, bu kadar kırık dökük geceler, bir devam filmi gibi süren, birbiriyle aynı umutsuzlukta sabahlar toplamasaydım; yeterdi renklerim. Biliyorum, yeterdi.
Şimdi içine katılamadığım bir festival gibi şehir. Tozlar dumanlar, hep denize yakın yerlere atmış aşkları. Kitapçılardaki mesafesiz raf önü sıcaklıklarından, çimen yeşili bir açık seçikliğe dayanmış hepsi.
Hava, var olan her şeyin üzerine alev gibi düşse de, saçlar dökülüyor omuzlara ve güvertelerde en güzel dudak renkleriyle, güzel şeyler söylüyor insanlar birbirlerine.
Su öyle bir giyinmiş ki, yıldızlar uyumayı unutup gündüzlerden taşmışlar, mavinin üzerinde bitmeyen bir dans var.
Ben, sadece yakında onun bile olmayacağını hissederek, kart basıyorum vapurlara. Vapurlar da olmasa...
Yakında, yapacağım resimler ve elime yüzüme bulaşacak boyalar ve gecelerden düşecek kelimeler, içinden olacak bulunduğum yerin. Umut, yarınla ilgili güneşli bir kelime.

*şiir: Cemal Süreya
*fotoğraf: #workspaces

23 Ağustos 2011

Çalkantısı..

Bulantılarımdan, sevdiğim sanat eserlerindeki gibi renk akışkanlığı çıkar mı, bilmiyorum.
Yaklaştığım bir yolculuğun, pencere kenarı ricasındayım. Sanki ilk adımı atsam, senfoni dökülecek bulutlardan, güneşlerden.
Kışı keşfe gider gibi değil de, mevsimi yaz olan bir şehrin kızışmış güneş lekelerini yerleştirmeye yol alır gibi. Ama önce kısacık, onları körfezden toplamaya...
Kaç biletle varacağımı bilmiyorum, ama bugüne kadar göz önünde azımsanamayacak miktarda sınav verdiğimi düşünüyorum. Konuşmayı ve kendini sunmayı bilmeyen, dahası bunu öğrenmeyi de reddeden bir suyum, ama bugüne dek dinlediğim her şeyi döksem ortaya, beraber başka türlü hikâyeler yazabileceğimize siz de inanırdınız.

Şimdi sadece geceleri, öperek ve saçlarındaki yıldızları okşayarak uğurlamak kaldı geriye.
Çok zaman geçti.
Çok insan geçti.
Çok heyecan geçti.

Yarım kalan çok hikâye geçti.
Ve trenler geçti.
En önemlisi buydu; o geçti.
Vagonlar dolusu güvenin geçişini izledim ben peron peron.
Yalnızlığın ceplerine minik notlar yazıp koyuyorum şimdi, şiirlerden başka her şey terk ediyor çünkü insanı.

Hep gidenlerin ardından bakan, onların kalplerine düşemeden cüzdanında kalan nice dizeyi sarartan, ve elleri her gece sızlayan o kadın olmaktan gidiyorum.
Bileti başka bir yere kessinler.
Bir kere de hayal kırıklığından değil, lunaparklardan dönsün diye başım.

22 Ağustos 2011

Biz yokluğunda hep eksiğiz biraz..*

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Turgut Uyar

*Özlemle...

19 Ağustos 2011

Pesüs*

Geç kalmışlık hissi, sınırlarını yitirmiş günlerin arasından kum gibi kayıp, sıkıntıya saplanıyor. Baharların yorgunluğunu soyunamadığım bir yazı da rafa kaldırıyorum, içimdeki üç aydan fazla fazla taşan güz sancısıyla.
Boşluk da tozlanır mı bekletildikçe derinde bir yerde? Bu yaz hemen düşer mi maziye?
Benim soluklarımla ilerleyen zaman çok yavaş. Akıp giden sokaklardan bir taş seçiyorum kendime; adımlar, hayatlar, tadilatlar ve öylece kalan, kırık döküklükler...
Her şey eksik biraz. Mühürlü kapıları aralamaya kalkışıp, yakalanmış bir ev sahibiyim. Her yemin aynı avuca aynı kan; batıranların kimlik bilgilerinde bile aynı sesli harf tokalaşmaları.
Bu yorgunluğu hak etmiş bir sabırsızlık mıyım.
Tutunmak için var bir hayalim, hiç sıcaklığım..
Uyuyup uyananlar arasında, üzerini bile örtemeyen bir buz yığını şimdi temmuzdan ağustosa yuvarlanan; ortalarından kendime yok bir soluk biçtiğim.
Zaman kayıp, gölgeler bile -teker teker değil hep birlikte- terk ediyorlar divanlarını o kapı arkasının.
Tozlanıyorum ve gözyaşı bile damlayıp bir renk düşürmüyor üzerime.
Bu yaz ne zaman düşer sararık defterlerine unutulanın, unutmak mümkünse eğer..?

18 Ağustos 2011

tesadüf bu ya aynı kol saatinde durmuşuz.
sen sabaha karşı kalkan bir uçaksın.
ben bir kadeh daha içsem iyi olacak limited şirketi...
bıraksam. yani... yani bıraksam
kendine çekilecek çok cinayetli bıçaksın.
eski sevgiline dönüyorsun kalbin tek kapılı buzdolabı
her yer kirli, çünkü her yer çiçek açmış
eşyalar hafızasını kaybederse
acımaz vururlar adamı
üstelik...
üstelik bildik bir şarkıdan hamileyiz hepimiz
doğursak doğursak iki notalı ezgiler doğururuz çalıntı
da... sen doğursan o hüzünlü şeyi bana fırlatıp kaçacaksın
varsa bir nöbetçi bar
bir bar daha getir bana içeriden lütfen bol yoğurtlu
ben dışarıdan seni sevsem iyi olacak limited şirketi
sen de iç. içkiye sevişe sevişe alışacaksın
yahut gerisin geriye ismimi söyle
ismim tersten fazla anlamsız
yaşadıklarımız şimdi fazla fazla anlamsız tersten
gittiğini düz söyle bari
tersten söylersen sen de anlamayacaksın.
tesadüf bu ya aynı kol saatinde durmuşuz.
sen sabaha karşı kalkan bir uçaksın.
ben geçirmeye gelmesem seni iyi olacak limited şirketi
sen nasılsa kanatlarını koparıp attın.
artık yalnız ellerinle uçacaksın.

Küçük İskender

12 Ağustos 2011

-Sadece gidiş.

Bazen bitiyor.
Sık sık.
Hiç atlamadan.
Sözcüklere karşılık gelen seslerden sürgüne yollanıyor iç. Öyle sedasız. Öyle boşluklar içmiş gibi..
Asla gelmeyeceğini bildiğin bir an, sanki birkaç dakika sonra kapını çalacakmış gibi bekletiyor bir ömür boyunca.

Öyle umutsuz bir umutla.
Bu zamansız bir şey.
O boşluk büyüdükçe, nefesin uğultusundan sağır olacak kadar kelimesiz bir yere düşüyorsun. O yer, ensiz bir deniz gibi; derinliksiz, boyutsuz. Mavisi bile silinmiş gibi. Gideni bol, geleni yok.
Bazen bir valiz işte.
O kadar.
Biletler hep geride kalan. Koltuk numaraları, akılda kalan birkaç "İyi yolculuklar..."
Hep biletler.. Geride kalan düşünülmeksizin çıkılmış yollar.
Gidiş- dönüş indiriminden bile yararlanılmayan yolculuklar.
Bir mevsimde kıyamadığın gözyaşlarının, bir başka mevsimde sel oluşunu görmezlikten gelecek kadar yollar..
Benim unutamadıklarımın hatırlanmasına ihtiyacım var şiddetle.
Olmuyor böyle.
Ellerim sızlıyor bilet biriktirmekten.
Ve sağır şimdi tüm sular, sessizlikten.
Duruyordur belki de..
İnanmadığımız gibi, hiç.
Durur mu öyle..?
Ama ben yapamıyorum...

10 Ağustos 2011


Mutsuzluğumu yeterince hakketmek için
Geri döndüm kilometrelerce yürüdüm.

Cemal Süreya

8 Ağustos 2011

83.


Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim ki bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın "nereye" diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Beni seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardır senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Edip Cansever

*fotoğraf: Aëla Labbé

5 Ağustos 2011

Çünkü, haritalardan taşan şarkılar var.

Sonrasında kalanlarla sek-sek oynanılan bir anı defteri sayfasında uyanıyorum, her gün ortasında. Gündüzlerden aşırılmış, mutluluk vaadeden sofralar kuruyorum; sarı, yeşil, kırmızı. Diri serinlikleriyle domates çekirdeklerinin, kızıl heyecanlar saçıyorum durağanlığa ve yeşerikliklerin içimde de filiz rengi tablolar boyamasını ümit ediyorum.
Önümde, gökyüzünü işgale kalkışmamış, gelişi- güzelsiz, yalnızca uyumak ve pazar torbalarını koymak için cepte anahtarı taşınan, tüm metrekareleri fayans kaplı evler; sağ baştan say.
Makinelerin ruh ezmesi yaptıkları sınırlardan sıyrılıp, kavruk çimlerin, heyecansız ve değişmeyen bir ritime teslim olarak arınmalarına, iki tekerlek üzerinde bulut öpebilmek olarak yeniden belirlediğimiz kişisel özgürlük kavramının uygulanmasına, sabun kokusu sinen su buharına, kızartma kokusunun eklenmesinden rahatsızlık duymadığımızın kendimize kanıtına şahitlik etmek üzere buradayız.
Benim hayat çizelgemde, yirmi iki senedir.
İçimden rüzgârlar geçiyor burada, ama senin değirmenlerine ulaşıyorlar mı, kestiremiyorum.
Uyumadığım nice gece gibi, uyuyup da yenik düştüğüm rüyalar da uyuşuk.
Ayların doğumgünlerini kutlamak yüreğimi dağlıyor. Oysa biliyorum, bildiğin gibi;

"..biliyorsun
bir baş dönmesi gibi sürüyor hayat,
yazların yanına yazlar ekleniyor,
zaman uzun bir sıcağa dönüyor burada,
ağırlığına duygunun, taşınmazlığına
ve yazlar hatıraya..."

Her gün iki kere çay demliyorum. Çay demlemeye ve meyve soyup kesmeye üşenmeksizin geçirilebilecek günler çizmiştik bir bahar. Ne erkendi, ne geç. Biriktirip koleksiyon yapmamıza yetecek bir zenginlik düşlemesek de, vardı; verilmek ve alınmaktan öte, aynı fırçayı beraber tutup, yapılacak resimler, karışılacak renkler...
Burada, rutin gündelik telâşlar çelme takmıyor düşünceye. Kumla, bulutla, suyla ve salkım salkım manzarayla hemen felç oluyor. Unutmak fiilinin yürürlükten kalktığı bir coğrafyada, tüm aşklar el ele tutuşup sonsuz bir uyuşuklukla kıpırtısız bırakıyor kalbi.
Geçtiğimiz baharın sızısına, oya ağaçlarının kendini tutumayı başaramadan, oluk oluk açan, dökülen baygın pembelikleri ekleniyor.
Kumsallarda tene teslim tanelerle ilikleniyor, yüze yağmur düşüren dizeler. En çok da sesler...
Sesi gecenin, burada kıyıya saçılan taşkın su, tokat gibi patlayan bir ilan-ı aşk, köpük köpük...
Gecelerin sesine, sesiniz ekleniyor.
Tanışıklığın kimyası gibi. Kelimelerden çok, aralığından içimize akanların sesi gibi.
Nasıl tanınır bir insan, ben bu sorudan her mevsim bütünlemeye kalıyorum.
Bildiğimiz; sizin ve benim, ikimizin bildiğimiz bir hikâyede, birisi şöyle diyordu:
"Bir kadını ancak sana mektup yazdıktan sonra tanırsın."
Benim soru olduğum mevsimlerde, ikmâle kalmıyor olmalılar o halde. Adresim yanlış belki, ondan cevabını bilmiyorum bunun. Kaç mevsim, kaç mektup...
Siz, nasıl tanınırsınız? Mektubunuzu sesinizle katlasam, sığar mı "..belki de birbirinin farkında..." olanlara?
Kim bilir kaç coğrafya, kaç masal doldurdu gönlünüze bu yaz. Sizi tanımaya çalışmamak ya da bilmemek olmalıydı iç sesimin meylettiği monologlarda, ama nefesini tutup geri saymaya başlamış bir dünden, bugüne savrulmuş bir yolcuyum, mevsimsiz açıp, hep solan bir çiçek; sizin bildiğiniz o az çiçek isimlerinden biri belki..
Burada gün, her yirmi dört saat döngüsünde eflâtuna ve şeftali rengine boyanıyor. Hissi, kuşların kanatlarının ardındaki sıcaklığa benziyor olmalı. Her gün doğumunda pencerelere, bakışınızın rengi düşüyor, böylece toprağa bir kez daha yeniliyorum.
Bakışınızdan dökülen sürgünlere hikâyeler biçiyorum; sessiz, kimsesiz.
Başrolünü oynadığınız bir senaryonun imlâlarına dikkat edin istiyorum yalnızca, sevdiğiniz şarkı ve film isimlerine iliştirdiğiniz öpücük rengi gibi.
Bir yazdan uçurtma bırakıyorum öteki güze. Kimsenin duymayacağı bir senfoniye serçelerden ve kumrulardan şef atıyorum.
Değirmenlerinizin, üflediğim havayla başı dönsün, üfledikçe büzüşen dudaklarıma mektup mektup tanışıklığımız dökülsün istiyorum.
El yazınızdan notalar çıkaran bir renk biliyorum, diğerleriyle birlikte kalbimde unuttunuz. Bir gün almaya gelirseniz;
her rakı kadehinin ağzında soluğunuz, her soluğunuz dudağıma iz...

3 Ağustos 2011

1 Ağustos 2011

Yazdan çocuk.

Benim bir bisikletim var; kırmızı.
Her kışa, onun beni götüreceği yazları düşleyerek sıcak çalıyorum.
Ben, yaz çocuğuyum. Her mevsimi öpüp, yazla tutkulu öpüşen.
Mevsim geldi, bisiklete bineceğim; kırmızı.
Sepetine, içimden taşacak müzikleri mevsimlerimin duymasına yarayacak bir alet, sevdiğim dizeler ve mayhoşluğundan sarhoş eden, deli renkli meyveler koyup, sahile kanat çırpacağım.
Üzerimde uçuşan bir elbise ve her an yalın ayak kalabileceğim terliklerle, uçarı bir çocukluğa...
Değişmeyenin rengini kim bulacak.
Önümde uzanan şeftali bahçeleri, genzime dolan mangal kokusu, hiçbir şeyin örtemediği bir yeşillik.
Ağustos böceklerinin daveti var, eflâtuna boyalı bir gökyüzü altında, balkonlardan yükselen çatal bıçak sesleriyle, mayışık ama diri bir akşam. Mevsim yaz.
Yorucu bir kış geçirdik. Hikâyelere başladık; kimisini bitirdik, kimisini yarım bıraktık.
Bazı yağmurlarda hiç unutmayacağımız sözcükler döktük. İsmine ayrılık koyduk.
Bir daha hiçbir yağmurda öyle ıslanmadık.
Çamurlu ayakkabılarımızı bıraktığımız başka eşikler tanıdık.
Perdelerinden kış güneşi sızsın istedik kimi odaların. Yataklarını topladığımız birkaç dağınık anı daha edindik.
Gözlerimiz yaş dökmekten yoruldu bu kış, bu bahar.
Uzaklıklarla, yakın olan uzaklıklarla "yine yazı bekledik"*...
Şimdi mevsim yaz. Gökyüzü gitgide pembeleşiyor, birazdan kızıla çalacak ve gözlerini yumacak sonra da.
Dağların yıkandığı alkol mavisiyle lâcivert, tutkuyla sevişecekler.
Coşkunun adına yıldız koyacaklar.
Şimdi, bir yolda, bulutların arasına koyduğum bir şarkı dolduruyor ardına kadar açık kapıların arasını. İsmini soran birini hatırlıyorum. Çaresiz değil, içimi kısacık da olsa öpebildiği için gülümsüyorum. Aç perdelerini bu kez, mevsim yaz.
Nerede, hangi sahneleri ve replikleri anımsıyorsan, geceye düşürüyorsundur ama, güneşi unutma; seversin yine de, biliyorum..
Biz bu kış çok yorulduk, ama yine de bu yaz bisiklete binelim.