Ruhun çığlıkları doldurdu dersliklerin sıra altı gözlerini… Raylara yüklediğim çelik gözyaşları, bu coğrafyaya yerli kalplerin göz pınarlarına değmedi… Renkleri yiten gelincikler sormaz oldu gün dönümlerini…
Ve ben bakmaz oldum tozlu pencerelerdeki, ucuz parmak izi yazılarının arasından yeşilliklere… Soluğumu esir alan şiirler vardı ‘an’larda. Cemal Süreya demişti ya, “an ki fıskiyesi sonsuzluğun…”
Göz kapaklarıma inen
Bu şehre sözüm vardı, tutulmamış birkaç defter ve söylenmemiş şarkılar gibi… Aşina olduğum gün batımlarında kızılı eflâtuna saplayıp, deklanşöre bastım. Şarap mahzenlerinde saklı üzüm düşleri, kuytu, karanlık…
Cazibesini yitiren yaz vermiyor artık geri, maviliğini, labirentlerin…
Suskunluğunda körfezin, adını sayıkladım ve karabatakları saydım… Kazıdım adını erken düşen akşama… Körpe beyaz düşleri kızıla boyadım ve martı ve çığlık ve artık masum değiliz…
Can hıraş karabasanlarda Boğaz’ı aradım…
Senaristi olamadığım filmlerin başrollerini, kahramanlarıma düzdüm, gişe rekorları kıran parçalanmışlığımda kurşun kalem izlerini dağıttım. İsli şehre rakip.
Zor zamanların kolay çocuklarıydık, gökkuşağımız renksiz, yağmurumuz kuruydu. Bayramlar ders iptali, dostluklar pulsuz bir zarftı. Dualar inançsız, ve yarınlar güvensizdi.
İplerini saldığım uçan balonlar kavuniçi çocukluğumu derinliksizliğe savurdu, gençliğim petrol mavi…
Yitirilmeyen acı mı var hayatta?
Geçen
Baharlar artık esaretinde buzul ve çöllerin ve acı vermiyor artık kan…
İçine işleyen soğukların kuruluğunda menevişleri gösterebilseydim, ‘an’ ların doğar ve sokaklarına işlerdi güz mısraları…
Yapabilseydim… Yapamadım…
“An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”