31 Temmuz 2011
29 Temmuz 2011
devrik.
Ben çok yoruldum anneanne. Ben üzülmekten çok yoruldum.
Şimdi evine sığınıyorum. İlk nefesime şahitlik yapan şu duvarların arasında, yine onlara asılı fotoğraflardaki gülüşüne sığınıyorum, bu dünyadaki yeniliğime, acemiliğime gülümseyen haline.
Ben kırgınlıktan çok kırıldım anneanne.
Gitmekten ve kalmaktan. Seninle başlayan tüm gidişlere gönül koymaktan, çok...
Şimdi yaşsız ve kayıp bir dilimindeyim takvimin. Her şey boşa dönen bir tekerlek gibi. Engelleri aşamayacağını bile bile dönen bir tekerim.
Nefesim kuruyor. Oyuncaklarım kırılıyor. Kimse, orada oynayan çocuğa inanmıyor.
Çocuklara inanmayan bir evrende, avuçlarım boyalı kaldım.
Gidişlere nokta, kalışlara virgül, sessizliklere üç nokta olmaktan, içimi ünlemlere karşı dirençli kılmaktan yoruldum.
Çok çabuk yoruldum ben anneanne. Senin gidişinle boyalarım kanadı.
Şimdi bisiklete binsem ve gelsem maviler ve beyazlar boyunca, affeder misin senden sonra kalışımı...
Kirpiklerimi kurutur musun..?
Şimdi evine sığınıyorum. İlk nefesime şahitlik yapan şu duvarların arasında, yine onlara asılı fotoğraflardaki gülüşüne sığınıyorum, bu dünyadaki yeniliğime, acemiliğime gülümseyen haline.
Ben kırgınlıktan çok kırıldım anneanne.
Gitmekten ve kalmaktan. Seninle başlayan tüm gidişlere gönül koymaktan, çok...
Şimdi yaşsız ve kayıp bir dilimindeyim takvimin. Her şey boşa dönen bir tekerlek gibi. Engelleri aşamayacağını bile bile dönen bir tekerim.
Nefesim kuruyor. Oyuncaklarım kırılıyor. Kimse, orada oynayan çocuğa inanmıyor.
Çocuklara inanmayan bir evrende, avuçlarım boyalı kaldım.
Gidişlere nokta, kalışlara virgül, sessizliklere üç nokta olmaktan, içimi ünlemlere karşı dirençli kılmaktan yoruldum.
Çok çabuk yoruldum ben anneanne. Senin gidişinle boyalarım kanadı.
Şimdi bisiklete binsem ve gelsem maviler ve beyazlar boyunca, affeder misin senden sonra kalışımı...
Kirpiklerimi kurutur musun..?
26 Temmuz 2011
Göçlerden..
Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesi duyulurdu, yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.
II
Şimdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve pazar kuruluyor, karşı meydanda.
Onunsa daima;
Yol mu, para mı, mektup mu;
Bir düşündüğü var.
Orhan Veli
25 Temmuz 2011
Nöbet şekeri
Düşüncemin uykusuzluğu, sonu olmadığına inandığım bir mevsim kokusunun, sonlara sinişiyle tıka basa.
Gün inatla ağarıyor. Bizim sularına renk çaldığımız kıyılar toz toz dağılıyor.
Sanki suyu öpmez gibi, kapağı çatlamış kutusunda, birbirine toz döken boyalar gibi..
Yanaklarım kıskanıyor bazen renkleri; tozlu...
Bazen gerdanım; suyla karışan hallerini.
Mesela, "Öyle kalsın.." denilen bir dağınıklığa olan özlemleri dolduramadığım bir sırt çantasıyla hangi iklime göç edebileceğimi bilemiyorum.
Dalgalanan bir temmuzun, karşılıklı çekiştirilen uçlarını takip edip, birbirimize de varamıyoruz. Belki bırakıp, uçurtmaların peşine takılıyordur biletlerin..
Ben; o genişliğin bir ucuna yetişemediğimden buruşuk kalan bir temmuz dilimi...
Suluboyadan bir gökyüzü atılsa üstüme, ne yanağım ne gerdanım.., hepsi ısıracak gökkuşağının meyvelerini ve ıslaklığı kalacak; soluğundan arta kalan buğunun..
Bulutları hatırla ve üstümü ört.
Mevsim geç değil.
Gün inatla ağarıyor. Bizim sularına renk çaldığımız kıyılar toz toz dağılıyor.
Sanki suyu öpmez gibi, kapağı çatlamış kutusunda, birbirine toz döken boyalar gibi..
Yanaklarım kıskanıyor bazen renkleri; tozlu...
Bazen gerdanım; suyla karışan hallerini.
Mesela, "Öyle kalsın.." denilen bir dağınıklığa olan özlemleri dolduramadığım bir sırt çantasıyla hangi iklime göç edebileceğimi bilemiyorum.
Dalgalanan bir temmuzun, karşılıklı çekiştirilen uçlarını takip edip, birbirimize de varamıyoruz. Belki bırakıp, uçurtmaların peşine takılıyordur biletlerin..
Ben; o genişliğin bir ucuna yetişemediğimden buruşuk kalan bir temmuz dilimi...
Suluboyadan bir gökyüzü atılsa üstüme, ne yanağım ne gerdanım.., hepsi ısıracak gökkuşağının meyvelerini ve ıslaklığı kalacak; soluğundan arta kalan buğunun..
Bulutları hatırla ve üstümü ört.
Mevsim geç değil.
24 Temmuz 2011
23 Temmuz 2011
son-suz temmuz.
18 Temmuz 2011
"..Geç değil, erken değil..."
Uykunun yanaşmadığı bir ev korkuluğuyum. Sessiz, dağınık, üzerimdeki kumaşlar bu coğrafyanın kavrukluğundan tenime kaynıyor. Hiç böyle solgun kumaşlarla örtünmeye alışık değilim düşümde. Örtünmeye de alışık değilim, yukarıda gökyüzü dururken. Çıplaklığımızı beklerken kollarıyla, titrekçe bile sıyıramıyorum üzerimdekileri. Havanın, kıpırtısız bakış atışı bile kesiyor sanki her yerimi. Kumaşın sahiden de ne kadar saçma sapan olduğunu birkaç ay gecikmeyle de olsa idrak ettim, doğru söylemiş. Zaten pek çok şeyi doğru söylemiş. Ve ben de palyaço misali, sonradan öğreniyorum her şeyi. Yine de inanmıyorum bir başkasına, bu gecikmişlikte.
Sözcüklerin, şehirlerin ve tenlerin ıskaladığı, o uğruna bir şeyler adananacak duyguyu ne ile yakalayacağımızı kestiremiyorum. Dudaklarımın kıpırtısızlığının ardında dağlar ve dağlar kuran dolaşık cümlelerime bakma sen istiyorum. Sadece kaçırdığım gözlerimi tut, o yeter belki.
Ne matematiğin çetrefilli yollarına, ne yaklaşık hesaplara yetebilecek kadar netim bu yolda. Birkaç metre, sanıyorum ki yirmi ya da otuzdur en çok. Ama oradaydın. Yerleri süpüren gözlerimin kıyısından gördüm seninkileri. Öylece duruyordun ve çokluk senin gibiydi. Ben küçük bir çocukken -şimdi büyük bir çocuğum- anneannemin hercai menekşeli pencereleri kapanıp da, daha kalabalık ve sokakları daha egzozlu kente döndüğümde, doğruca salondaki üç kişilik kanepenin en ortasına, bütün yabancılığımla, arkama yaslanmadan oturur, gözlerimi halının püskülüne bırakırmışım. Oysa güvensizlik, insanlara hep koltuğun kolçağından destek alacakları tarafı sunar. Öyle düşündüm o tenhalıkta, sen öylece ortada, konuşuyor gibi yaparken ve aslında hiç konuşmazken. Benden tarafa bakmaz gibiyken ama aslında en çok gözbebeklerimdeyken..
Dün müydü, ondan önceki gün mü, belki de çok gün önceydi, bunu ayırt edemeyecek kadar yitiğim affet, çok içime dokunan bir şey okudum. Sessizliği dinlemekten yorulan birinden bahsediyordu. Senin gibi. Ve benim gibi. Aslında bu kadar çok kelime olmasaydı, bunca sessizlik de olmazdı. Tezer Özlü'nün dediği gibi, "..yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı..." ne de olsa.
Bu mevsim gitmeyeceğim yerleri seçtim, bir sürü. Çünkü daha fazla şehir, daha fazla hikâye, daha fazla üç noktayı doldurmam için elime verilecek kalem. Geride kalan kaplumbağayı kimse beklemiyorsa da, öyle sessiz, öyle evde, evle. Belki mevsim sonuna varılır, bir başka başlangıca, olağanca bir durgunluğun havai fişekleriyle.
Benim gözlerim ya da sözlerim sadece kendimi doğrulamak için, bunu da biliyorum ama yine de.. Belki.. Bıkmadan.. Asırlar boyu da olsa.. Biliyorsun..; "kapı" demiştim, hâlâ rüzgâr esmedi, kapanmadı.
Ve benim hikâyelerimi sormuştun. Kâğıtlarım hep sarı, el yazım hep aynı imlâya varıyor. Dudaklarım kıpırtısız, içimde hep, o aynı hikâyeler birikiyor. Biliyorsun.., ki bilmesen hangi dizenin, ne kadar... Yankı sonları gibiyim işte. Her yer boş, var olan tek şeyin de sonunu asla yakalayamıyorum. Ama belki şimdi, gün rengine kavuşurken, eksilen sonlardan bir yap- boz yapıp, gözlerin sicim gibi yağmurlarından bir kez daha boşluklara yama yapabilirim...
http://fizy.com/#s/1aif14
Sözcüklerin, şehirlerin ve tenlerin ıskaladığı, o uğruna bir şeyler adananacak duyguyu ne ile yakalayacağımızı kestiremiyorum. Dudaklarımın kıpırtısızlığının ardında dağlar ve dağlar kuran dolaşık cümlelerime bakma sen istiyorum. Sadece kaçırdığım gözlerimi tut, o yeter belki.
Ne matematiğin çetrefilli yollarına, ne yaklaşık hesaplara yetebilecek kadar netim bu yolda. Birkaç metre, sanıyorum ki yirmi ya da otuzdur en çok. Ama oradaydın. Yerleri süpüren gözlerimin kıyısından gördüm seninkileri. Öylece duruyordun ve çokluk senin gibiydi. Ben küçük bir çocukken -şimdi büyük bir çocuğum- anneannemin hercai menekşeli pencereleri kapanıp da, daha kalabalık ve sokakları daha egzozlu kente döndüğümde, doğruca salondaki üç kişilik kanepenin en ortasına, bütün yabancılığımla, arkama yaslanmadan oturur, gözlerimi halının püskülüne bırakırmışım. Oysa güvensizlik, insanlara hep koltuğun kolçağından destek alacakları tarafı sunar. Öyle düşündüm o tenhalıkta, sen öylece ortada, konuşuyor gibi yaparken ve aslında hiç konuşmazken. Benden tarafa bakmaz gibiyken ama aslında en çok gözbebeklerimdeyken..
Dün müydü, ondan önceki gün mü, belki de çok gün önceydi, bunu ayırt edemeyecek kadar yitiğim affet, çok içime dokunan bir şey okudum. Sessizliği dinlemekten yorulan birinden bahsediyordu. Senin gibi. Ve benim gibi. Aslında bu kadar çok kelime olmasaydı, bunca sessizlik de olmazdı. Tezer Özlü'nün dediği gibi, "..yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı..." ne de olsa.
Bu mevsim gitmeyeceğim yerleri seçtim, bir sürü. Çünkü daha fazla şehir, daha fazla hikâye, daha fazla üç noktayı doldurmam için elime verilecek kalem. Geride kalan kaplumbağayı kimse beklemiyorsa da, öyle sessiz, öyle evde, evle. Belki mevsim sonuna varılır, bir başka başlangıca, olağanca bir durgunluğun havai fişekleriyle.
Benim gözlerim ya da sözlerim sadece kendimi doğrulamak için, bunu da biliyorum ama yine de.. Belki.. Bıkmadan.. Asırlar boyu da olsa.. Biliyorsun..; "kapı" demiştim, hâlâ rüzgâr esmedi, kapanmadı.
Ve benim hikâyelerimi sormuştun. Kâğıtlarım hep sarı, el yazım hep aynı imlâya varıyor. Dudaklarım kıpırtısız, içimde hep, o aynı hikâyeler birikiyor. Biliyorsun.., ki bilmesen hangi dizenin, ne kadar... Yankı sonları gibiyim işte. Her yer boş, var olan tek şeyin de sonunu asla yakalayamıyorum. Ama belki şimdi, gün rengine kavuşurken, eksilen sonlardan bir yap- boz yapıp, gözlerin sicim gibi yağmurlarından bir kez daha boşluklara yama yapabilirim...
http://fizy.com/#s/1aif14
15 Temmuz 2011
22.
bir çocuğun gülüşünü görüyorsun nereye baksam
kıyımız uzak ve kuytuda ellerimiz sanki yok
ellerimiz yok ama senin ellerini bir tutsam
bazı çocuklar doğar bilirim bazı çocuklar doğmaz
doğmayan çocuklar için bilmem ne yapsam
ey çavlan, bitmeyen temmuz güneşi, ey aslan
silkin. sakla harmanını. çocuğunu sakla
ey aslan, suya kaptır kendini ellerin sanki yok
bir güzel günde mızıkalarla bir alanda dursam
sen yoksun gazeteler yok geçmişin razı değil
bilmem ki doğmayan çocukları ben mi doğsam
Turgut Uyar
kıyımız uzak ve kuytuda ellerimiz sanki yok
ellerimiz yok ama senin ellerini bir tutsam
bazı çocuklar doğar bilirim bazı çocuklar doğmaz
doğmayan çocuklar için bilmem ne yapsam
ey çavlan, bitmeyen temmuz güneşi, ey aslan
silkin. sakla harmanını. çocuğunu sakla
ey aslan, suya kaptır kendini ellerin sanki yok
bir güzel günde mızıkalarla bir alanda dursam
sen yoksun gazeteler yok geçmişin razı değil
bilmem ki doğmayan çocukları ben mi doğsam
Turgut Uyar
11 Temmuz 2011
"..Uzaklardaydın, oracıkta..."
Siz, birlikte pişman olacağımız sözleri susuyorsunuz. Benim nefesimi tutup, yalnızca üçe kadar sayabildiğim hayat ertelemelerimden mefruşatçılar kuruyorsunuz; kumaş kumaş, tül tül, aba aba...
Oysa ben solunum konusunda epey beceriksizim, belki de üç adımlık soluksuzluğuma adadığınız aşkınızla, şimdi beni öldürmek istiyorsunuz üç asır boyunca...
Çerçeveleri resimsiz kalmış bir odada radyo dinliyorum. Radyo dinlemeyince sessizliğin renginden sıvaları akıyor bu duvarların. Ben yaz gelince hiçbir frekansta sesinizi bulamıyorum. Şiirler hep adresler yazıyor avuçlarıma. Birlikteymişiz gibi terlemiyorum ama gözyaşı da karıştırıyor mürekkebi. Ben size, okunaksız adreslerden, çıkmaz sokaklardan, terlenmeyen sevişmelerden geliyorum...
Bu şehrin tenimde emanet gibi bıraktığı neme dokunup, turunç gibi kokan, çıplaklığını sevilen repliklere, sahnelere, kitap sayfalarına sunan bir odaya çalıyorum.
Şarkılara çok kırılıyorum, en çok sizin sevdiklerinize. Soruların sel olduğu, üçer dakikalık müziklere değen kelimelerden, çöl gibi bir cevapsızlığa düşüyorum.
Kimileri bilirlermiş de saklarlarmış hikâyeleri. Rakı sofrasına oturulmamıştır beraber, ondandır diyorum, ama hikâyeler bizim kalemsizliğimizde söylenildiğinde kırıcı oluyor, biliyor musunuz...?
Sahi bir defteriniz vardı. Kalem tutuşunuz sonra. Hangi sessizliğin imlâsına düşüyor uykusuz düşünceniz..
Sevdiğiniz hiçbir şeyden geriye, yarım bir umut bile kalmıyor. Oysa ben sizi, paylaşılacak birkaç not, puanlanacak birkaç soru arasında değil, iki basamağın kenarında, atlamadan, kelime kelime aradığınız bir heyecanın kıyısında tanıdım. İsimsiz. Tokalaşmadan.
Şairin dediği gibi; "Siz bir başlangıç bile değilken..."... Ve siz şairlere inanırdınız, belki de tam da bu yüzden her şeyi onların eline bırakıp, yakın olmanın uzak durmakla mümkün olacağını, bile bile sustunuz.
Siz hep sustunuz. Benim susuşumdan başka türlü sustunuz. Sessizliğinizden sağır oldum, öyle sustunuz.
Gideceğinizi bile bile şehirlerden ışıklar kestim, ceplerinize doldurdum. Hangi suya baksanız, hangi kayıp çocuğa düşürseniz kadeh sonlarını, "Belki..." diye...
Sileceğinizi bile bile kazıdım anahtar metaliyle, elinizin değdiği ahşaba, hüznünüzün dudak kıvrımını...
Şimdi içimin boşluklu ezilmişliğini raylara bırakıyorum, öldürmek için bile bir başkasını seçmişsiniz. Üfleseniz kalmayacağım oysa..
Siz hancı olun ben yolcu olayım istiyorum, olmuyor ne yapsam. Siz hep gidiyorsunuz avucuma kilidi bırakıp. Üstelik, başka kapıların kederinden de pas tutuyor anahtar, dönmüyor öyle sola, soluma...
Varmıyor ki nefesiniz ne soluğuma ne cam buğusuna. Tek kelime olup düşmüyor.
Şirazem atıyor, bulup da söylemediğiniz renklerin sabrında. Şairlere sığınıyorum, size bakınıyorum, öyle görünmezsiniz ki, kör oluyorum...
Siz hep öyle, bahçedeki hanımelinin baygın kokusunda, porselen gibi dokunuyorsunuz sesinizle; ama mevsim yaz, radyo frekanslarına karıncalar düşüyor.
Nefes aralıklarınızdan düşüreceğim bir "sen" yaratamıyorum suskun sizsizliğimde..
Ben her mevsim öylece kalıyorum, oysa...
"Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa..."
Oysa ben solunum konusunda epey beceriksizim, belki de üç adımlık soluksuzluğuma adadığınız aşkınızla, şimdi beni öldürmek istiyorsunuz üç asır boyunca...
Çerçeveleri resimsiz kalmış bir odada radyo dinliyorum. Radyo dinlemeyince sessizliğin renginden sıvaları akıyor bu duvarların. Ben yaz gelince hiçbir frekansta sesinizi bulamıyorum. Şiirler hep adresler yazıyor avuçlarıma. Birlikteymişiz gibi terlemiyorum ama gözyaşı da karıştırıyor mürekkebi. Ben size, okunaksız adreslerden, çıkmaz sokaklardan, terlenmeyen sevişmelerden geliyorum...
Bu şehrin tenimde emanet gibi bıraktığı neme dokunup, turunç gibi kokan, çıplaklığını sevilen repliklere, sahnelere, kitap sayfalarına sunan bir odaya çalıyorum.
Şarkılara çok kırılıyorum, en çok sizin sevdiklerinize. Soruların sel olduğu, üçer dakikalık müziklere değen kelimelerden, çöl gibi bir cevapsızlığa düşüyorum.
Kimileri bilirlermiş de saklarlarmış hikâyeleri. Rakı sofrasına oturulmamıştır beraber, ondandır diyorum, ama hikâyeler bizim kalemsizliğimizde söylenildiğinde kırıcı oluyor, biliyor musunuz...?
Sahi bir defteriniz vardı. Kalem tutuşunuz sonra. Hangi sessizliğin imlâsına düşüyor uykusuz düşünceniz..
Sevdiğiniz hiçbir şeyden geriye, yarım bir umut bile kalmıyor. Oysa ben sizi, paylaşılacak birkaç not, puanlanacak birkaç soru arasında değil, iki basamağın kenarında, atlamadan, kelime kelime aradığınız bir heyecanın kıyısında tanıdım. İsimsiz. Tokalaşmadan.
Şairin dediği gibi; "Siz bir başlangıç bile değilken..."... Ve siz şairlere inanırdınız, belki de tam da bu yüzden her şeyi onların eline bırakıp, yakın olmanın uzak durmakla mümkün olacağını, bile bile sustunuz.
Siz hep sustunuz. Benim susuşumdan başka türlü sustunuz. Sessizliğinizden sağır oldum, öyle sustunuz.
Gideceğinizi bile bile şehirlerden ışıklar kestim, ceplerinize doldurdum. Hangi suya baksanız, hangi kayıp çocuğa düşürseniz kadeh sonlarını, "Belki..." diye...
Sileceğinizi bile bile kazıdım anahtar metaliyle, elinizin değdiği ahşaba, hüznünüzün dudak kıvrımını...
Şimdi içimin boşluklu ezilmişliğini raylara bırakıyorum, öldürmek için bile bir başkasını seçmişsiniz. Üfleseniz kalmayacağım oysa..
Siz hancı olun ben yolcu olayım istiyorum, olmuyor ne yapsam. Siz hep gidiyorsunuz avucuma kilidi bırakıp. Üstelik, başka kapıların kederinden de pas tutuyor anahtar, dönmüyor öyle sola, soluma...
Varmıyor ki nefesiniz ne soluğuma ne cam buğusuna. Tek kelime olup düşmüyor.
Şirazem atıyor, bulup da söylemediğiniz renklerin sabrında. Şairlere sığınıyorum, size bakınıyorum, öyle görünmezsiniz ki, kör oluyorum...
Siz hep öyle, bahçedeki hanımelinin baygın kokusunda, porselen gibi dokunuyorsunuz sesinizle; ama mevsim yaz, radyo frekanslarına karıncalar düşüyor.
Nefes aralıklarınızdan düşüreceğim bir "sen" yaratamıyorum suskun sizsizliğimde..
Ben her mevsim öylece kalıyorum, oysa...
"Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa..."
10 Temmuz 2011
belki de alara...*
"../kimsenin içine girmek için anlatmıyorum ben. akıp gitsin de istemiyorum. boğazınızda kalmalı. dilimin tutuk müziği, itmeli. akıp gidiciliğin uyuyan ritmi değil uygun olan. biz ölüyoruz. size bunu anlatıyorum. akıp gitmesi gerekmiyor. bu dilin, hep tökezleyip düşmesi gerekiyor. çünkü biz, tökezleyip düşüyoruz/
...
seninle ikimiz yani. ne kadar "ben" diye başlasa da cümlelerin, aslında anlatmak istediğin ikimiz oluyor. çünkü biz, birer serseri ekiz. bir yapıya eklenerek yok olmaya çalışan ekleriz biz, alara. anladın mı, biz yaşamak değil, iki kişi ölmek istiyoruz..."
...
seninle ikimiz yani. ne kadar "ben" diye başlasa da cümlelerin, aslında anlatmak istediğin ikimiz oluyor. çünkü biz, birer serseri ekiz. bir yapıya eklenerek yok olmaya çalışan ekleriz biz, alara. anladın mı, biz yaşamak değil, iki kişi ölmek istiyoruz..."
4 Temmuz 2011
Çocuk- su.
Çağlayanlara karışan bir tondum; güzel bir arkadaşım gökkuşağının sekizinci rengi de diyor, küçüktüm ama balık pulu gibi göze değen çocuk sevinçlerine kapılırdım.
Oysa büyümek, vapurda içeri oturmakmış, balık pullarını, ayın suyla flört edişini görmeme ihtimalini kabullenmekmiş.
Büyümek, güzel giysilerin ütüsü, makyajın akmayışı, saçın dağılmamasıymış. Yalın ayak olmanın ayıp olduğu yermiş.
Ben büyümeden hemen önce, ya da şöyle demeli; büyüme taklidi yapmadan hemen önce, parmaklarıma rüzgârlı sarmaşıklar dolayıp, suya dokundum. Dizlerimi evle ıslattım. Uzak vapurlara gözlerimi yaslayıp, rüzgârın canı güneş çeksin diye, öylece tenimi teslim edip bekledim. Yanıma, bileğine şapkasını tutturan, üfledikçe dalgaları çözülen bir nilüferden başka bir şey almadım. Belki suyunu bulsun diye, belki de çocuk halimi duyumsayayım diye..
Susarak anlatmak masalları.. Benim bir masal dağarcığım yok; birisi sormuştu bunu. Hiç olmadı, masallar akılda tutulmuyormuş, bunu fark ettiğimde kırıldım büyümeye bir kez daha..
Kırgın ve içimizi gücendiren ne çok şey var.. Kelimelerin masumiyetlerini yan yana gelerek bitirişleri ağırıma gidiyor. Böyle gözyaşı dökmek, üzmek var olan tebessümü.. Aşk olsun harfler, kelimeler, diller...; aşk olsun..
Dilime, kaleme dargınım çok. Dağınığım da çok. Aynı anda hem çağlayan, hem kıpırtısız koy olmak zor.. Kırgınken umut giyinmek de.. Yalnızken kalabalık görünmek de..
Son birkaç günün serinliğinde omzuma şal atan ne kadar sıcaklık varsa, denizlerden topladığım dalgalara kattım. Belki üşümesi geçmez ayın, su öyle düşünceli, kıpırtısız yatarken.. Balık pullarının renkli öpücüklerini göstermezken.. Belki çok susarız, suya bunca yakınken.. O zaman ne kalır deniz kenarından bırakılmış avuç içi sıcaklıklarından başka geriye..
Büyümek, renksiz bir tablo yapmakmış; çerçeveli ve eksik. Büyümek, vapurda içeri oturmak, bozulmayan saçlarla, gözleri sulandırmamaya çalışmakmış.
Büyümek ne anlamsızmış, suya bu kadar yakınken, suyken, su bizken...
Oysa büyümek, vapurda içeri oturmakmış, balık pullarını, ayın suyla flört edişini görmeme ihtimalini kabullenmekmiş.
Büyümek, güzel giysilerin ütüsü, makyajın akmayışı, saçın dağılmamasıymış. Yalın ayak olmanın ayıp olduğu yermiş.
Ben büyümeden hemen önce, ya da şöyle demeli; büyüme taklidi yapmadan hemen önce, parmaklarıma rüzgârlı sarmaşıklar dolayıp, suya dokundum. Dizlerimi evle ıslattım. Uzak vapurlara gözlerimi yaslayıp, rüzgârın canı güneş çeksin diye, öylece tenimi teslim edip bekledim. Yanıma, bileğine şapkasını tutturan, üfledikçe dalgaları çözülen bir nilüferden başka bir şey almadım. Belki suyunu bulsun diye, belki de çocuk halimi duyumsayayım diye..
Susarak anlatmak masalları.. Benim bir masal dağarcığım yok; birisi sormuştu bunu. Hiç olmadı, masallar akılda tutulmuyormuş, bunu fark ettiğimde kırıldım büyümeye bir kez daha..
Kırgın ve içimizi gücendiren ne çok şey var.. Kelimelerin masumiyetlerini yan yana gelerek bitirişleri ağırıma gidiyor. Böyle gözyaşı dökmek, üzmek var olan tebessümü.. Aşk olsun harfler, kelimeler, diller...; aşk olsun..
Dilime, kaleme dargınım çok. Dağınığım da çok. Aynı anda hem çağlayan, hem kıpırtısız koy olmak zor.. Kırgınken umut giyinmek de.. Yalnızken kalabalık görünmek de..
Son birkaç günün serinliğinde omzuma şal atan ne kadar sıcaklık varsa, denizlerden topladığım dalgalara kattım. Belki üşümesi geçmez ayın, su öyle düşünceli, kıpırtısız yatarken.. Balık pullarının renkli öpücüklerini göstermezken.. Belki çok susarız, suya bunca yakınken.. O zaman ne kalır deniz kenarından bırakılmış avuç içi sıcaklıklarından başka geriye..
Büyümek, renksiz bir tablo yapmakmış; çerçeveli ve eksik. Büyümek, vapurda içeri oturmak, bozulmayan saçlarla, gözleri sulandırmamaya çalışmakmış.
Büyümek ne anlamsızmış, suya bu kadar yakınken, suyken, su bizken...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)