18 Temmuz 2011

"..Geç değil, erken değil..."

Uykunun yanaşmadığı bir ev korkuluğuyum. Sessiz, dağınık, üzerimdeki kumaşlar bu coğrafyanın kavrukluğundan tenime kaynıyor. Hiç böyle solgun kumaşlarla örtünmeye alışık değilim düşümde. Örtünmeye de alışık değilim, yukarıda gökyüzü dururken. Çıplaklığımızı beklerken kollarıyla, titrekçe bile sıyıramıyorum üzerimdekileri. Havanın, kıpırtısız bakış atışı bile kesiyor sanki her yerimi. Kumaşın sahiden de ne kadar saçma sapan olduğunu birkaç ay gecikmeyle de olsa idrak ettim, doğru söylemiş. Zaten pek çok şeyi doğru söylemiş. Ve ben de palyaço misali, sonradan öğreniyorum her şeyi. Yine de inanmıyorum bir başkasına, bu gecikmişlikte.
Sözcüklerin, şehirlerin ve tenlerin ıskaladığı, o uğruna bir şeyler adananacak duyguyu ne ile yakalayacağımızı kestiremiyorum. Dudaklarımın kıpırtısızlığının ardında dağlar ve dağlar kuran dolaşık cümlelerime bakma sen istiyorum. Sadece kaçırdığım gözlerimi tut, o yeter belki.
Ne matematiğin çetrefilli yollarına, ne yaklaşık hesaplara yetebilecek kadar netim bu yolda. Birkaç metre, sanıyorum ki yirmi ya da otuzdur en çok. Ama oradaydın. Yerleri süpüren gözlerimin kıyısından gördüm seninkileri. Öylece duruyordun ve çokluk senin gibiydi. Ben küçük bir çocukken -şimdi büyük bir çocuğum- anneannemin hercai menekşeli pencereleri kapanıp da, daha kalabalık ve sokakları daha egzozlu kente döndüğümde, doğruca salondaki üç kişilik kanepenin en ortasına, bütün yabancılığımla, arkama yaslanmadan oturur, gözlerimi halının püskülüne bırakırmışım. Oysa güvensizlik, insanlara hep koltuğun kolçağından destek alacakları tarafı sunar. Öyle düşündüm o tenhalıkta, sen öylece ortada, konuşuyor gibi yaparken ve aslında hiç konuşmazken. Benden tarafa bakmaz gibiyken ama aslında en çok gözbebeklerimdeyken..
Dün müydü, ondan önceki gün mü, belki de çok gün önceydi, bunu ayırt edemeyecek kadar yitiğim affet, çok içime dokunan bir şey okudum. Sessizliği dinlemekten yorulan birinden bahsediyordu. Senin gibi. Ve benim gibi. Aslında bu kadar çok kelime olmasaydı, bunca sessizlik de olmazdı. Tezer Özlü'nün dediği gibi, "..yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı..." ne de olsa.
Bu mevsim gitmeyeceğim yerleri seçtim, bir sürü. Çünkü daha fazla şehir, daha fazla hikâye, daha fazla üç noktayı doldurmam için elime verilecek kalem. Geride kalan kaplumbağayı kimse beklemiyorsa da, öyle sessiz, öyle evde, evle. Belki mevsim sonuna varılır, bir başka başlangıca, olağanca bir durgunluğun havai fişekleriyle.
Benim gözlerim ya da sözlerim sadece kendimi doğrulamak için, bunu da biliyorum ama yine de.. Belki.. Bıkmadan.. Asırlar boyu da olsa.. Biliyorsun..; "kapı" demiştim, hâlâ rüzgâr esmedi, kapanmadı.
Ve benim hikâyelerimi sormuştun. Kâğıtlarım hep sarı, el yazım hep aynı imlâya varıyor. Dudaklarım kıpırtısız, içimde hep, o aynı hikâyeler birikiyor. Biliyorsun.., ki bilmesen hangi dizenin, ne kadar... Yankı sonları gibiyim işte. Her yer boş, var olan tek şeyin de sonunu asla yakalayamıyorum. Ama belki şimdi, gün rengine kavuşurken, eksilen sonlardan bir yap- boz yapıp, gözlerin sicim gibi yağmurlarından bir kez daha boşluklara yama yapabilirim...

http://fizy.com/#s/1aif14

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder