11 Temmuz 2011

"..Uzaklardaydın, oracıkta..."

Siz, birlikte pişman olacağımız sözleri susuyorsunuz. Benim nefesimi tutup, yalnızca üçe kadar sayabildiğim hayat ertelemelerimden mefruşatçılar kuruyorsunuz; kumaş kumaş, tül tül, aba aba...
Oysa ben solunum konusunda epey beceriksizim, belki de üç adımlık soluksuzluğuma adadığınız aşkınızla, şimdi beni öldürmek istiyorsunuz üç asır boyunca...
Çerçeveleri resimsiz kalmış bir odada radyo dinliyorum. Radyo dinlemeyince sessizliğin renginden sıvaları akıyor bu duvarların. Ben yaz gelince hiçbir frekansta sesinizi bulamıyorum. Şiirler hep adresler yazıyor avuçlarıma. Birlikteymişiz gibi terlemiyorum ama gözyaşı da karıştırıyor mürekkebi. Ben size, okunaksız adreslerden, çıkmaz sokaklardan, terlenmeyen sevişmelerden geliyorum...
Bu şehrin tenimde emanet gibi bıraktığı neme dokunup, turunç gibi kokan, çıplaklığını sevilen repliklere, sahnelere, kitap sayfalarına sunan bir odaya çalıyorum.
Şarkılara çok kırılıyorum, en çok sizin sevdiklerinize. Soruların sel olduğu, üçer dakikalık müziklere değen kelimelerden, çöl gibi bir cevapsızlığa düşüyorum.
Kimileri bilirlermiş de saklarlarmış hikâyeleri. Rakı sofrasına oturulmamıştır beraber, ondandır diyorum, ama hikâyeler bizim kalemsizliğimizde söylenildiğinde kırıcı oluyor, biliyor musunuz...?
Sahi bir defteriniz vardı. Kalem tutuşunuz sonra. Hangi sessizliğin imlâsına düşüyor uykusuz düşünceniz..
Sevdiğiniz hiçbir şeyden geriye, yarım bir umut bile kalmıyor. Oysa ben sizi, paylaşılacak birkaç not, puanlanacak birkaç soru arasında değil, iki basamağın kenarında, atlamadan, kelime kelime aradığınız bir heyecanın kıyısında tanıdım. İsimsiz. Tokalaşmadan.
Şairin dediği gibi; "Siz bir başlangıç bile değilken..."... Ve siz şairlere inanırdınız, belki de tam da bu yüzden her şeyi onların eline bırakıp, yakın olmanın uzak durmakla mümkün olacağını, bile bile sustunuz.
Siz hep sustunuz. Benim susuşumdan başka türlü sustunuz. Sessizliğinizden sağır oldum, öyle sustunuz.
Gideceğinizi bile bile şehirlerden ışıklar kestim, ceplerinize doldurdum. Hangi suya baksanız, hangi kayıp çocuğa düşürseniz kadeh sonlarını, "Belki..." diye...
Sileceğinizi bile bile kazıdım anahtar metaliyle, elinizin değdiği ahşaba, hüznünüzün dudak kıvrımını...
Şimdi içimin boşluklu ezilmişliğini raylara bırakıyorum, öldürmek için bile bir başkasını seçmişsiniz. Üfleseniz kalmayacağım oysa..
Siz hancı olun ben yolcu olayım istiyorum, olmuyor ne yapsam. Siz hep gidiyorsunuz avucuma kilidi bırakıp. Üstelik, başka kapıların kederinden de pas tutuyor anahtar, dönmüyor öyle sola, soluma...

Varmıyor ki nefesiniz ne soluğuma ne cam buğusuna. Tek kelime olup düşmüyor.
Şirazem atıyor, bulup da söylemediğiniz renklerin sabrında. Şairlere sığınıyorum, size bakınıyorum, öyle görünmezsiniz ki, kör oluyorum...
Siz hep öyle, bahçedeki hanımelinin baygın kokusunda, porselen gibi dokunuyorsunuz sesinizle; ama mevsim yaz, radyo frekanslarına karıncalar düşüyor.
Nefes aralıklarınızdan düşüreceğim bir "sen" yaratamıyorum suskun sizsizliğimde..
Ben her mevsim öylece kalıyorum, oysa...
"Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder