27 Eylül 2010

düşen sesten sonra..


Çok ses var. Duvarlara tokat gibi çarpan sesler. Çok gürültülü bir monoloğun en durgun yerinde, silah seslerinin yankılandığı sağırlıktayım. Anahtar kayıp. Sursuz kalelerin rakamlarının yitik tarihlerindeyim. Bekliyorum; gelecekten haber. Mührü bekliyorum mürekkebi dağınık. Çok gürültü var, lâl olmuş susuyorum. İçimin seslerine kurban oluyorum. Sonsuz, karanlık bir boşlukta, hitapsız mektupları yakıyorum. 
Bir ses var, susuş gibi. Şelâle renginde ve bir kibrit. İçimin odalarını aleve boğuyorum. Mavi. Daha çok yeşil. Düşmediğim merdivenlerden mandalinalar yuvarlıyorum. Sobanın üzerinden tüten kabuklarının kokusuna karışıyorum. Güneşte kavrulur gibi turunç döken mevsim. İzini hissediyorum, yarım kalmış bir resimde tonunu arıyorum.
Damarlarımın altında erguvan yürüyor. Kesiyorum, yeşil havuzlara akıttıkça, nilüferler soluk soluğa. Yapraklarıyla örtüyorum mahremi, suya veriyorum.
Akan akşamlara yıldız takıyorum. Gürültü, izansız, davetlâr bir aşkta ölüyor.
Söğütlerin yutkunuşunda yıkanıyorum. Genzimden nefes nefes akıyor renk, bulut ılıklığında bir şeye dokunuyorum; az beyaz çokça buğulu.Var olmanın bütün ayrıntılarında sayıklıyorum. Düşüp yuvarlanıyor gürültü, iç kıyıların ıssızlığında; adım olan adını buluyorum... Uyandırmasın-lar..

23 Eylül 2010

karanfil

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil.
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi.

Ahmet Haşim

21 Eylül 2010

..

Biz, aynı göğün altında... Sen, geceden güzel...


18 Eylül 2010

adımda uykun..*


Parmak uçlarımdan uzandım; boynun ayı taşıyordu, gözlerin geceden taşıyordu. Avuçlarımın arasından kayan kumrallığın güneşli ülkelerin yataklarında rüzgârla geriniyor, kokunu peşi sıra sürükleyen eylül sonları, baharat sepetlerinden yediveren bahçelere taşınıyordu. Şehvetengiz latin sularına dağlanan bir mektup gibi katladım kalbimi. Nabzın; zarf, usulca yerleştirdim. Yerleştiğim her yerde göçebe, sana kalandım. İpek yollarında masallardan düşeyazdım. Gök yaşantılarına sahilleri müjdelemek için fışkıran palmiyelerin altında, kanadına hasret dolanan turnaları saydım. Sayarken, güne düştüm. Hesapsız taklalarla uykularını böldüm. Böldüğüm pembelikte, kanatlanan dün oldum, yarına oturdum, destan biçtim.
Gecenin kaftan renklerinden kirpiklerine yaş bıraktım. Sularımda yıkadığım gemileri, dudaklarının biçimlendirdiği öpüşlere bıraktım; sallantılı bir denizin Akdeniz hali...
Leylak sesiyle bölünen zifirilikte yasemin dokunuşu; ürpertisi zamansızlığın.
Kucak kucak vişne mevsimiydi, gecesi uzun, gündüzü gündelik. Gecesi kaplı, yosun renginde zehir tadı, baş dönmesi iz, bileğinden akan güvercin kanadı.
Bölüştüğümüz hayatta, meydan okuyan bir sarılmaydı sarmaşık yansımamız. Çarşafından havalanan cümleleri yalnız şiirlerimizin; gizli benin, sen kırılması.
Yarın başka, bugün tuhaf özlemelerim. Hiç konuşmadığımız bir ağacı izleyerek, ekime valiz toplayan ağustos böceklerinin dile gelmişliğinde, tüm biletlerin varış istasyonlarından sana varan çağrıyım. Çok tanıdık bir başkalıktan seslendiğim sesin..., kapılarını açık bırak, anahtarları fesleğen diplerinde.
Ben senin her mevsiminde, ben senin her uykunda; yarınından taşınan, dününe saçılan nar...
Bir gün, belkisiz, mutlaka sularda...

17 Eylül 2010

Eski Avluda


Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Çalıda sarı bir çiğdemim ben
Ve senin çok eski cümlen.

Sen otursan, gitmemiş ki! olsan
Ben sana bir eski Endülüs avlusu
İstersen serin bir Portofino getirsem
Ya da Yedigöllerin yedisini birden

Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;

Her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
Buldum buluşturdum kendime geldim
Tek eksik sensin! İncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.

Ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
Begonviller ve bir mavi kapı
Ve illa amansız bir avlu getirsem.

Dünya soğur, akşam serinlerken
Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok
Kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
Ve işte en geniş cümlem:

İçimi açtım sana
İçini açmak için...

Birhan Keskin

16 Eylül 2010

"Her şeyin sonundayım"


"..Öyle anlar oluyor ki yazmaktan utanıyorum.
Yazmadığımda ise iç- denge diye adlandırdığım, o kafamda mı yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum.
Bunu da hiç sevmiyorum.
Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor.
Belki, yazarken, kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için..."

Ferit Edgü

9 Eylül 2010

dağınık yatak.


Ayna kırılır, surete karışır sır. Muamması düğümlenmiş, dili lâl masallarla yıkanır ten. Nicedir bu gözlere yansıyan renk kırılması, gün batımlarını çağrıştırıyor, kızılı çiğ. Renk karışıyor bulutlara, güneş dileniyor damar üstü örtü. Güneş bir son yaz perdesinde, sarılığın uykusuz bulantısını diretirken, temmuzlar eskir. Kana değer ayçiçeği. Bir alev raksı yürür göğüs üzerinde, ten fısıldar. Fısıltı çığlık olur. Çığlık, mevsim dönümü. Mevsim teni kafesler renklerin eşiğinde. Bedevilerin yağmur özleyen tenlerinde biten çöl rengine karışır uzuneski yaz tadı.
Nicedir tanıyamıyor kadın bedenini, uzun uzun seyreylediği omuzlarına dökülen gürül gürül saçlarının uzamasına inanamıyor. Saçlarının arasından deniz kestanesi sivriliğinde sular akıyor, su göğüs uçlarlarından sızıyor. Gözlerinin takılı kaldığı çenesinde yağmur sonrası gölcük. Nicedir tanıyamıyor kadın tenini. Kaşıdığı kumaşlardan renkler kazıyor, tırnak diplerinden yol veriyor renk kökleri, çiziyor uzun uzun kasıklarını, bedeninde gidip gelen yaşama belirtisi o an boğazında mola veriyor, uzun, sancılı bir bekleyişin eşiğinde kasıklarına kesiyor tırnaklarından akan renkler. Bir eski yaz tırmanıyor hücrelerine, bir Ege kokusu başına buyruk. Şarkılar hatırlıyor, dizleri birbirine çarpıyor, o gece ötesinden kalma iz geliyor aklına midesinin az üzerinde; artık zevk aldığı sızıyı hissetmiyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini. Şarkıları ve şehirlerin değiştirdiği saçlarını. Bacaklarından akan eflâtun günbatımlarını. Sık sık elleri ağrıyor kadının, mirası; ağır valizlerinden, geçmiş mektup yıllarının. Elleri de değişti kadının, piyano çaldığı yılların tozu değiyor parmak uçlarına, başındaki ağrı metronom gibi işliyor. Artıyor birikintisi aynadaki değişikliğin. Köprücük kemiklerini zorluyor sık sık kadın. Parmaklarını kemik boyu bastırarak nabzını ölçüyor.
Uzun mektupları var kadının henüz olmayan kızlarına yazılı, ayırdığı ve dinlemediği şarkıları, adanmamış renkleri, teni öpmemiş mevsimleri. Korkuları var, kör olmaktan korkuyor kadın en çok ve kokuları yitirmekten. Ekmek kokusu ve mürekkep kokusu. Neye gebe olduğunu bilmediği senaryolarda figüranlığa alışık bedeni titriyor yitirişlerde.
Mezarları geziyor kadın, dilin sınırlarından taşıp hıçkırarak koşuyor taşlar arasından. Konuşamadıkça camdan bilyeler kırıyor, ayakları küçülüyor kadının, tabanları kesiliyor. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Kararttığı göz pınarlarına gece çalındıkça kadınlığına susuyor. Susadıkça saçlarını çekiyor. Etekleri buruşuk, bacaklarından sokak akıyor; dehlizler sesleniyor, çıkmaz sokaklar ayak bileklerini öpüyor. Saldırganlığa teslim oluyor kadın, ruj renginden cinayetler boyuyor, cinayetlere boyanıyor kanıyla.
Sırtına metali değdikçe ayazın, dişleri dudaklarına geçiyor. Dudakları mercan, kurban ettiği kuvars. Allığından suretler akıyor kadının. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Uykuların rüyasız kısmını içerken, kadehlerle kâbuslar dökülüyor gözlerinin ardına. Hayat tükürüyor, saçlarından tutup sürüklüyor, ağlatıyor kadını.
Kadın nicedir gözlerinden dudaklarına varan tuzla seviyor tadını ümitsizliğin. Vurgunda isimsiz bırakılan sureti, aynada muamma oluyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini; kadın olduğu yatakların kokusundan sıyrılamıyor. Korkuyor kör olmaktan ve koku alamamaktan. Deli bir yaz sonu yürüyor belleğine, içinde zeytinler, vapurlar, söylenmeyen şarkılar, dağınık çarşaflar olan. Ağlıyor kadın, nicedir aynalarda ağlayan gözlerini bırakıyor, tanıyamıyor.
Göğüs kafesinde bir kuş ölüyor.

6 Eylül 2010

-sız.


Gidemediğim sokaklarda,
sesimle dolamadığım şehirlerde,
cevap veremediğim erkeklerin ve kadınların parmak uçlarında,
bakamadığım aynaların sırlarında,
yerleşemediğim odalarda,
içinde barınamadığım şarkılarda,
öpemediğim, uğruna şiirler yazılmış sularda,
ellerimdeki sızıyla kaldım.
Gece bitkilerinin yeşil davetinde, ismi yazılmayan omuzu serin kadındım.
Sustum.
Kelimelerden daha çok yazılır oldum sessizliğe; ben zaten aşkın bu felçli haline vurgundum.

5 Eylül 2010

Bir Çay Bahçesinde

bir çay bahçesinde demode
- böyle demek zorundayım çünkü-
çağdaş ve demode
ayağa kaldırdığı duygular gibi
demode çay bahçesi olur mu deme
garsonu üzgün ceketli
ocakçı köşede bir başına kıyıda değil, değil de masalar sanki
kalabalık bir kentin tam ortasında deniz de vardı sözümona çocuklu anneler
biraya isteksizce katılan votka
Edip'le Mefharet sonra geldiler
neler söyler insana bütün bunlar bilmiyorum
yalnızlığı arttırmaktan başka
üstelik bir yaz gü
durup dururken sana seni sevdiğimi söyledim
sonradan uzun uzun düşüneceğim
bunun gülünçlüğünü
ama ayrıldıktan birkaç saat sonra
unuttum yüzünü
"olağan" deme sakın ha
seni yeniden sevmeye hazırım demektir bu
bu dünyada
tek başıma

denizin eski olduğu yerlerde
böyle oluyor işte

Turgut Uyar


4 Eylül 2010

artık melek değilim.*


Beş aydır ellerimi ağrıtan gidişinin, avuçlarımda biriken yalanlarının sızısını yüzüne bırakmak istiyorum. Kalabalıklar ortasında, senin ya da benim veya artık sizin olan şehirde, bu şehrin insanının şahitliğinde akıtmak istiyorum öfkemi yüzüne. Aslına bakarsan öfkem sana değil, baştan beri herkesi, başta kendimi inandırdığım sana olan sapkın bağlılığıma. Hastalıklı yanımı sana bu kadar her şeyiyle teslim edişime. Belki de şimdi kuramadığım tüm cümlelerin nesnelerini senelerce sana harcamama.
Söylemek istediğim çok şey olmasa buraya ayağımı basar basmaz neye saldıracağımı bilmez bir halde duvarları deşmezdim sanırım gözlerimle, ama yine de konuşmayacağım o gün geldiğinde kalabalık cümlelerle. Her şey çok basit gibi görünüyor buradan bakıldığında. Bir kadın bir erkek. Olası sonuçlar. Oysa benim yazdığım pek çok şeyin ucu açıktır, renkleri birbiriyle karıştırıp matematiksel bir kesinliğe varmam, sana zorla anlattırdığım masallardan kahramanları çalıp da kumar masasında onların ardına saklanmam. Cebimdeki bozuk para, bozuktur, döndürür dolaştırır sokak kenarındaki oyuncağı bana kazanmanı beklerken avucumda ısıtırım, fazlası için birikmez kumbaralarda.
Artık az insanla konuşuyorum, bunu duymak seni şaşırtacaktır. Eskiden olsa kendimi insanlara verir ve sürekli gülerdim. Hiçbir şey eskiye benzemiyor. Her şey fazla yeni hayatımda. Ne kadar hayatsa. Konuşmakla ve yazmakla ifadesiz kalıyorum artık çoğu zaman, dinlemeyi tercih ediyorum, sonsuz iletişiminde dünyanın; dinleyici kalmayı, görünmez olmayı. Kendimden utanmayı sen öğretmiştin. Ömrümde kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Hiç bu kadar saklamaya çalışmamıştım çıplaklığını gözlerimden akanın.
Artık şubatları ya da mayısları beklemiyorum, temmuzlara gelmesek diyorum, hiç gelmesek. Hiç başlamasa o ay. Hiç karşılaşmasak; olmuyor. İnsan acısıyla kalıyor biliyor musun, soluğunun sızlattığı göğüs kafesiyle, öylece bir akşam vakti. "Seni sevmiyorum." dan ötesi kalmıyor varlığında.
Belki de sevilmemenin getirdiği bir çaresizlikle fotoğraflara, mektuplara, deniz kenarlarında, otel odalarında, belediye otobüslerinde verilen hediyelere yaslanıp, inançsızlığını hatırlatıyorum kendime. Kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım gibi, sana da inanmamın zaten mümkün olmadığını. Olmuyor. Belki de insan hayatta tek bir şeye güveniyor. O ölünce başka bir tek şeye.
Söz vermiştin, demek istiyorum ama ne ironi. Kimin sözü, kime verilen söz. Çığlık çığlığa bir gecede hiçliğimin bağırdığı bir yakarışın susturuculu silahı gibiydi sözlerin. Gördüklerim, duyduklarım bir mezar taşının ardındaki kabustu muhtemel bir olasılıkla senin için. Kimbilir kaç ay, kaç hafta, kaç gün...
Yok olduğum kaç gecenin sabahında...
Söylecek hiçbir şeyim yok aslında. Gökyüzünde kutupyıldızı da. Yok. Hiç olmadı belki de.
Sen kırmızı, ben Aşiyan sırtlarında ölü erguvan.

"Seninleyken dinlediğim şarkıları hâlâ dinleyemiyorum..."

1 Eylül 2010

Yaz Sonu


yaz inceliyor, güz
bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
birbirinin karanlığına kapatılmış
birbirinin içinde tipiye tutulan
her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
ilkgençliğin yazıları bitti. Şimdi bırakılmış çiftlikler
yağmurlarla boşaltılmış leylek yuvaları
elinizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
kalanlar için yazılanları
yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
yine haziran yine temmuz yine ağustos

Murathan Mungan