30 Temmuz 2009
epilog*
"..Asfalt vardır, toprağı ve ölülerini görmeni engelleyen, duvarlar, tavanlar, kör kapılar perde gibi gerilir gecenin karanlığıyla seninki arasına, sokak lambaları ışıldar umudun yalanları boyunca, koca koca bakımlı binalar, köprüler, anıtlar uzanır sarp yamaçlarında yalnızlığının. Birbirine daha uzak, daha sağır, daha yitik ben'lere ayrılmış, her seferinde daha insan, yeniden, yeniden başlarsın aynı sürgüne. Uçurumun bir bu, bir öteki yakasından seslenir, bazen ölenlerin, bazen yaşayanların arasında susarsın. İkiye kesilip ortasından yapıştırılmış bir suretten ibaret, kendi gecenin yıldızlarıyla taçlanmış, içinden çıkıp geldiğin, seni kendine geri götürecek yolu ararsın. Sırların, suçların, itirafların çok uzağında, kendi kanının yollarını, yüreğinin kapısını ararsın. İçinde giderek genişleyen mezarlığa, giderek seyrelen ziyaretler düzenler, her seferinde daha çabuk, daha yenik, arkanı dönüp gidersin. Kuruyup kalmış bir sözcüğü eline alır, silkeler, tozlarını üfler, kulağına dayarsın. Ona seslenir, onda bağırır, ölü bir kuşmuşçasına fırlatıp yukarılara atarsın. Çatılarına, damlarına tırmanırsın insanların uykulu, yuvarlak dünyasının, senden hiçbir iz taşımayan sokaklara, ufuklara, uzaklara bakarsın. Bu kadar işte senin son özgür ülken! Yüzüne soğuk soğuk çarpan bir rüzgâr, hep uzak gökyüzü, biraz yıldızlı boşluk, biraz uçurum. Bir kanat sesi. Hâlâ hayattasın. Öylece, orada, asılı kalmış, bekleyen, bir ibre gibi sallantılı, yerle gök, adeta var olmakla bütünüyle yok olmak arasında... Yaşayan- senle ölmüş-senin umutsuzca birbirine seslendiğini hissedersin, birbirinin uçurumuna yenik düşmüş, kimseye duyuramadan hâlâ seslendiğini, hep seslendiğini...
Bana gelince... Her seferinde eksik, yarım, yanlış anlattım kendimi. Yerli yersiz, zamansız. Ya çok kuru ya da trajedinin diliyle... İskelet korkunçluğunda, boş boş çınlayan üç- beş sözcük bir araya getirdim, üzerinden bir türlü geçilemeyen suskunluklarla, söylenmekten çok susulmuş sözcüklerle konuştum. Ya da sanki hayat aniden hikâyelendirilmeyi, betimlenmeyi, gösterilmeyi talep etmişçesine, kansız metaforlar, yay gibi uzayan fiiller, gerçek biçimini arayan imgeler boşalttım geçmişin üzerine. Takatim kalmayıncaya dek. Yol yol yükselen sözcük duvarlarının arasında ağır ağır, acıyla dolandım, el yordamıyla, ay ışığında beliren bir hayalet gibi, çağrılmadan girdim kendi hikâyeme. Artık bana bile daha az yabancı olmayan, eğreti, çatısız hikâyeme... Rüzgârlarla içi oyulmuş, daha doğarken, kumlarla, yağmur suyuyla kaplanan... Orada, kat kat dizili delik deşik taşların arasında, kimsenin ynıma gelmeyeceği bir yerde, bir başıma kalakaldım: Soyunuk, yitik, sonuna dek yenilmiş. Trajedilerin, suçun ve bağışlanmanın çok ötesinde, lime lime, harf harf çözüldüm yazgımdan, uğuldayan çamura karıştım. Beni kendimle buluşturacak ve ondan azat edecek sözcüğü bulamadım. Bin yılların darbeleriyle kolu kanadı kırılmamış, ikiye yarılmamış, karanlıklardan çıkıp gelen, üzerinde şafağın sökebileceği bir sözcük. Bazen gülen, bazen ağlayan maskelerin ardından anlattım, anlattıkça daha da anlatılmaz olanı, hantal bir gölge gibi izledim onların fısıltılarını, gözyaşlarını, çığlıklarını, kahkahalarını. Kimini sokaklara, kimini yıldızlara, kimini suskunluğa yolladım. Artık gerçeğin bile sahip çıkmadığı hikâyemi tamamlayacak, hem benim kılıp hem de aslında ait olduğu yere, HAYAT'a iade edecek sanki o tek kişi çoktan silinip gitmişti. Sadece hayat sahiplenebilir, üstlenebilir, taşıyabilirdi olup biteni. Geride tek bir sözcük kalmamıştı, kurumuş bir dal gibi ellerimde kırılmayan, benim gecemden konuşup benim suskunluğumda kan kaybetmeyen...
Ama bazen, çok ender, içimde bana benzemeyen bir sesi, sanki bir insandan gelmeyen ve insanlara seslenmeyen bir sesi işitiyorum. Kanımın uyanışını, eski yaraların akışını, açılmış damarlardan fırlayışını... En eski, en gerçek korkuların uyandırdığı çığlıkları işitiyor, yaşamak için atıldıklarını hatırlıyorum. Çok ender konuşuyor yaralarım ve asla yalan söylemiyorlar. Ama onların darmadağın, korkunç sesi bile aşılmaz surlarında parçalanıyor insan yüzünün ve sözünün, yalana dönüşüp toprağa yağıyor. Bir labirentin dolambaçlarında, kuytularında, kör noktalarında yolunu yitiriyor, tek bir yüreğe rastlamadan boşluğa dağılıp gidiyor.
Sanırım bazen ölülere sesleniyorum, bazen hayatın kendisine. Hangisinin beni yanıtladığını, yanıtlayacağını bilmiyorum. Ama bazen, içimde kuruyup kabuklaşmış, ben'lerden birinin, nedensizce, kendiliğinden mırıldanmaya başladığı bir ezgi, bütün berraklığıyla, tamlığıyla yüreğime dek ulaştığında, yeryüzünün ya da gökyüzünün derinliklerinden gelen bu sesi tanıyor, bir zamanlar kendimin sandığımı hatırlıyorum. Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan, giderek büyüyen, dalga dalga yayılan bu ezgiyi hâlâ işittiğimi, hep işittiğimi anlıyorum. Yoluna çıkan her insanla daha da yükselen, ufukların ötesine geçen, aslında seslendiği yere, sahipsiz bir yüreğe, Hiçkimse'nin yüreğine doğru giden bir ezgi. Derinlere, içinde herkesin kaybolduğu en derinlere doğru... Bitimsiz bir çığlıktan olduğu kadar, meleğimsi bir gece gülüşünden de, yaşanmış olan kadar yaşanmamıştan da doğan... Yitirilmiş ve yitirileceklerin, gün ışığının, yıldız tozunun, yürek rengi düşlerin, ilk ve son bakışların, uzakların, yakınların, bir ömür boyu süren vedaların, darağaçlarının, rüzgârın, taşların, ağıtların, suya vuran, toprağa akan, gözlere dolan yağmurun, söylense de söylenememiş her şeyin ezgisi... Ama elbet, şarkıya hep yanlış yerden, yanlış perdeden katılıyorum.
Başın öne düşmüştü. Yaralarına yapıştırdıkları kâğıt ruloların ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordun sanki. Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin. Bende unuttun onları. Teker teker dalları araladım. Günler, geceler boyu, yıllarca araladım. Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin."
Aslı Erdoğan (Taş Bina ve Diğerleri)
29 Temmuz 2009
yitik..*
Sen çocukluk kahramanın ölümünü anlatıyosun. İnan hak etmiyorum.
Sen iyi akşamlar diyosun. Evet ben geçip gidiyorum..ateş gibisin, bakma…
Sen konuşurken dudaklarıma bakıyosun...en güzeli bütün eski filmleri biliyosun.
Sen iyi ki varsın aslında..
Sen..hatırlamıyorum…
Sen ne güzel gülüyordun ama..ben aramam, demiştim.
Sen çok şey bekliyosun..İntikamını bile fark etmiyorum..inan yapamıyorum..
Sen de çocukluğunu anlatmaya başladın..ah yapma! Sigaranı bitir ve kalk..
Sen kimsin ki?
27 Temmuz 2009
DİŞİ ŞEHİRLER* İstanbul...
Şehrin ışıkları, yaşı geçkin şuh bir kadının gece karası saçlarından çarşaflara dökülen ışıltılı bakire düşler gibi... Issız kalamayan bir ten, giydiği... Sabahındaki kuş sesleri, kirpiklerinin battığı boyunlar gibi kadife ve keskin...
İçine aldığı solukların tamamıyla orgazm olamıyor... Kimi fazla yabancı kimi fazla alışık bu dokuya... Bir yanı çılgın kalabalığın sonsuz ve sıradışı fantezileri, tüketilemeyen günlerle adımlanan, renkli, cesur ve cüretkâr... Davetkâr... Diğer yanı kimsesiz kalmaya çalışıp başaramayan Stockholm Sendromlu bir çocuk gibi... Çaresiz ve bağımlı...
Bu teni çiğneyenlerin tek bir ortak paydası var; sahip olma eğilimi... Uyuşturucu gibi, kendilerini geri çekemedikleri dar ve eski ve deniz ve tarih ve ucuz ve pahalı ve aşk ve nefret sokakları...
Galata'nın dar, yokuş sokakları ve enstrüman satıcılarının işlediği ezgi taşlara, tehlikeli olduğunu bilip, inadına girdiğin yataklar gibi... Kalabalığın müziği kimi zaman dilime değen kelimeleri yakalıyor, çoğu zaman bilmediğim coğrafyaların geniz yakan cümlelerini...
Ve genç ve yaşlı... Donan sinema kareleri gibi, fonda tramvay sesi...
Akşama dek tecrübeli bir fahişe şehir, her geleni içine alıyor, en derinine, sokakları sızlayana kadar... Ve akşamında kadınlığını sindirip, Boğaz'a nazır ilikliyor önünü... Karşı tarafa usuldan geçiyor. Davetkâr olan yalnızca saçından esen rüzgârın kokusu Fenerbahçe Sahil'de... Bağdat Caddesi'nde salınıyır bir süre şehvetine dönmek için, sabahki hovarda ve sınır tanımaz kadın olamıyor. Ve Ziverbey , Ankara'dan anımsanan kalabalık, silik adımlar ve hayatın yozlaşan para kazanma davasında takım elbiseli...
Göstepe'de baktığım bir pencereden Rumelihisarı sallanıyor, ay dilimleniyor etrafında ve şehrin teninde gezinen rüzgâr, boynuma dolanıyor...
Karışmıyor burnumdaki bilindik deniz kokusuna... Biraz gam biraz umut veriyor, geçmişe çekilmek istenen perde kıvamında... Bu kadının kollarına teslim edemiyorum 'deniz' yanımı... Boğaz'dan gemiler geçiyor, daha küçük sandalları bekliyorum, körfez vazgeçmemecesine adımı sesleniyor bir Ege havasıyla...
13.07.2009
16.13/ İstanbul
15 Temmuz 2009
ilk yaZ'
12 Temmuz 2009
..aşk,cam kanat
Zambaklara dokunamadığım bir yer burası..
Canımı yakıyor baharlar, güneş, Aşiyan, ten, dudak, yazı ve aşk…
Masal kostümlerinin gizlendiği bir dolap olmalıydı.
Simleri dökülen ayakkabılara razıydım ve öylesine gülüyordum ki,
sanki ilk defa gümüş bir tacım vardı saçlarımı uzatırken.
Kötü rüyalar geçmişti ve kimse kızmamıştı gördüklerim için..
Nehir vardı…
..Ezgin, oyuncaklarıma bakarken.di..
Ona bu ilk ismini bulmamışken..
Ezgi’n…
İsmini geri ver..
“…Zencefille yıkan, dudaklarına, bedenine bulaşsın zehr-i acı.
Öpemesin kimse, dokunamasın sana…
parmak uçlarında uğur böcekleri …
Dans et düşlerinin üstünde bir öğle vakti,
güneşi fazla kaçmış saçlarına gölge düşsün diye.
kıs gözlerini albenili bakışlarına birazcık da ihanet sıkıştır…
bir martı ürkekliğinde yanaşamazsın ona...”
.....
görkemsizdi..
Bilmiyordun ben her şeye ağlarım…
İçimden gelmedi sana suç bulmak.
Söylemeliydim kalabalıktan korktuğumu.
İsimlerden, yüzlerden, eşyalardan, ‘çok’ olan her şeyden..
Ve evet..Her şeye ağladım..
…Cam kanat..
Dönerek ipleri sarılan bir makara gibi şimdi..
Aşktan geriye..
Eksik, yüklemsiz cümleler..
ithafsız..sahipsiz..öylesine..başlıksız..
yani ben..
ya da sana ilk gelişim gibi..
Sarmaşık saçların geliyor aklıma teninde mercanlar gibi uzanan..
Tarçın kokardı boynum dudaklarına yakıştığı kadar..
..güzeldik…
Gerdanıma inerken karıştırdım saçlarını..avuçlarımdaki yaseminleri dökmeden..
..Bir gün unuttun sonra,
“..aşk…
***
8 Temmuz 2009
Σελήνη
5 Temmuz 2009
yol..*(a) düş..*(mek)...
Şimdi gidiyorum, gece gözlerinden damarıma vuran şarabı yudumlarken...
Yollara düşmek... İsterdik, mevsim mevsim...
Rüyalarından kanat takıp geçmeyi düşledim sabaha karşı... Her şeye inat bağırmayı güne... Durdurmak istedim zamanı. Vagonsuz trenlerin kısa düdükleri gibi telaşlı ve öylesine...
Baharatları karıştırıp, şeker yaktığım gecelere kattım... Çocuk sevinçlerime çizgi çekemeden mürekkebini kokladım. Kolay olmadı hiçbir şey. Lunaparkın ışıkları sönmedi. İçimdeki düşmana yenilmedim, kanlı savaşlarında 'onların' ütopyasının... Sınırlarımdan damlattığım kızıl sıvıyla gönlünü öptüm. Ben öptüm, sen anlattın kelebek düşlerini... Düşlerini gökkuşaklarıyla seviştirip, yeni bir soluk gibi doğmak istedim, kanatlarımı sana çırparak...
Dudağıma denizlerden tuz, soğuk iklimlerden bir kaç fay kırığı, kırık bir kadeh kenarından silik bir kırmızı şarap yerleşti... Görmez oldu gözlerim, sana akan nehirlerin ardından ilk yazları; puslu ve nemli, güz giydim üzerime bir temmuz arifesinde... Çal istedim şarkımı, yollara düşmeden kulağıma ezgini bırak ki yollar, yol olsun diye...
Yol... Bizimkisi bir yol hikâyesi...
Ardımda kapatamadığım kapılardan taşan gölgelerle, yürüyorum, dünden daha bugün bir düş bozumuna...
Kırgınsın yasemen bahçelerinde, bileklerinde sızı ve dudağının kenarında tütün okşaması...
Bir akşam saati, yine bulut, yine yosma bir şehrin şarmuta sokaklarına, sen, ben, alevler içinde, kilitsiz... Önümüz güneş, ardımız söylenemeden kederlenmiş kelimelerden sıyrılan vicdanlarımız, bastığımız yer deniz...
Sen, ben, alevlerle, kelebek...
Öp ve anlat şimdi geceyi bana, kadife parmakların dudaklarımda...