Parmaklarımın arasından akan mürekkebin bir önemi yok.
Ağlamasına kıyamadığım insanların beni göremeyecekleri bir yerdeyim ve ha mürekkep, ha gözyaşı.
Görünmediğinde görünmüyorsun ve görünmeyen şeyler bir sorun teşkil etmiyor.
Sanırım.
Ve görünmediğin bir yerde kimse çıkıp da uykularını sormaz.
Bir geceye kaç soğuk terleme ve üşüyerek titreme nöbeti sığdırdığımın da açıklama gerektirecek bir yanı yok.
Rüyalar hâlâ içimi bulandırıyor.
Ellerim hâlâ ağrıyor.
Dünden tek farkı;
zaman akacağına dair, yarın aydınlık getireceğine dair asla bir umut taşımıyor.
Oysa eskiden, insanlar vardı.
Görünen,
göründüğümüz,
kıyamayan,
kıyamadığımız.
Dostlar.
İnsanlar.
Güzel zamanlar.
Güzel olmayanları dahi
yarına sebep.
30 Eylül 2013
25 Eylül 2013
... kaçar gibidir*
söyle ben saçlarımı kestirirsem ne olur
bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur
eylülden ürken temmuz şafaktan korkan gece
dağları bölümleyen o babadan kaçan sudur
hatırla her gün bir çalar saatle oynadığını
çalar saatler bir çocuğun uyanılacak uykusudur
soğuk iklimler, kırımlar akar gider derisinden
çalıp söylediği öğrenip oynadığı bir tabuttur
anne saklanır, baba koşar, günleri münleri bölerler
anne de baba da parça parça bir geyik yavrusudur
birinin sırtı ince, birinin elleri kalın
ikisi de bir gölün saygıdeğer komşusudur
ey hayalin sonsuz çalıştığı gölleri bölmek dönemi
o zaman artık bir yerlerde hazin mevlûtlar okunur
dersin ki ayışığı kimin babası kimin oğlu o zaman
sanki herkesin işi bir bölmedir, uzun uzun solunur
senin şarkın bir avcı borusudur ormanları tutar
büyür, yankılanır, bir kale yıkıntısında saygıyla durur
ey en bilge sesi gelip duran sonra akan suların
bilirsin her akşam nasıl öksüz, nasıl güçlükle olur
her akşam nerden baksan yine de bir eksiği doldurur
babalar geri çekilir, anneler onlara teslim olur
saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
gölleri bölümlediler ve sonra suya gittiler çoğu
babalar hep perşembe, anneler hep cuma olur
Turgut Uyar
17 Eylül 2013
geliyor aklıma..*
Vakitli vakitsiz.
Fazla.
Azdan biraz fazla.
Sessizlik.
Defterlerini yakmayışına gülümsemek de yeter ama korku kemirgen.
İnandığım yerden çok fiyakalı görünen bedeller ceplerime sığar mı, emin olamıyorum.
Başka manzaralara bakıyorum aklım karışınca.
Mesela lacivert bir gün var, gecesinden renk kopardığım.
Sonra en uzun ayakta kalışım yağmurlu bir akşamüstüydü şüphesiz.
Ya da bazı yokuşlar.
Bakışlarımın yuvarlandığı.
Vapurlar güzeldi geldiğimiz yerde.
Geceye serilen nemli çimlerin de zehir yeşili sızışı güzeldi.
Bakışlarımın yuvarlandığı merdivenler de vardı mesela.
Geldiğim yerde bakışlarım epey kötürüm kaldı.
Bunu düşünmek hep aklıma şu filmi getiriyor. Oğlanın, geldiği yere dönüp de, birbirlerinin şiirlerini anlayabilecek kadar aynı dili konuştuğu kızın gözlerini kapatışı.
"Arkadaki duvar ne renk?"
Mesela ne zaman kese kağıdı görsem anımsadığım şeyler var.
Galatasaray Lisesi'nin karşı sokağındaki minik bir kahvecide/ kahvehane/ kafe/ neyse.
İstanbul'lu şeylere yakışıyor kese kağıdı kokusu mesela.
O kağıdın üzerine siyah mürekkeple yazı yazmak da yakışıyor.
Kırmızı da olur.
Kırmızı.
İki renkten biri gibi.
O da çok İstanbul.
Kahve, kese kağıdı ve şiir de yakışıyor birbirine.
İnatla kraft değil de kese kağıdı deyişimin sebebi belki başka şeyler çağrıştırır diye.
Çağrıştırsın diye ya da.
Ahşap gibi güzel, ahşap gibi sıcak bazı şeyler.
Günün birinde trabzan seçmen gerekirsen öyle olsun bence.
Bazen hiçbir şarkı radyoda duyulduğu gibi gelmiyor kulağa.
Belki de hiçbir şarkı seçilmediği içindir.
Şarkıların armağan edildiğinde ısınıp da güzelleştiğini toplam ömrümün epey büyük bir çoğunluğu geçtikten sonra öğrenmem hazin.
Şimdi ne zaman Sarı Odalar çalsa moralim bozuluyor mesela.
Ya da her bitirişi şeyle yapmak istiyorum; içinden renk ve güzel şeyler geçen o şarkıyla.
Korsanın güzelliği diyelim.
Mesela uzun uzun yürürken sorulan sorular da manzaraya takılıyor bazen.
Uzun uzun oturulurken de.
Bu gecenin yalpalaması için bir sebep soracak penceredeki mevsim.
Diyeceğim ki ben de, ay nazlanıyor, yağmur yeteri kadar cömert değil ve artık çantalarım sürprizlere yataklık etmiyor.
İçerisinde bulunduğum coğrafya gereği nehirler boyu susabilirim.
İçinden çıktığım coğrafya gereği dalgalanasım geliyor.
İşte tam bu aralıkta, inandığım şeyler hâlâ var.
Yazık diyorum.
Kendi kendime inciniyorum.
13 Eylül 2013
2 Eylül 2013
"cansız cam ardından.."
Sıradan bir magazin ya da yaşam tarzı gibi -eskiden afili şimdi akademik duran- kelimelerle tanımlanan bir dergide, oldukça güzel, çok çok güzel bir kadının şu cümlesi günü paramparça etti:
"Ne olmak istediğimi, nerede bulunmak istediğimi, ne yapmak istediğimi bilmiyordum."
Keşke sadece gün parçalansaydı.
Ciltlerce kitabın arasında taşlaştım.
Bir şeylerin anlamını bulmak şöyle dursun, sahip olduğu tüm kırıntıları da kuşlara yedirdiği bir mevsimin ardından, eylülün sonsuz kızıllığı kapıya dayanmışken, artık üşümek ayıp kategorisinden sıyrılıp da yüceleşiyorken...
Daha da kaybolmasın isterdim.
Uzun zamandır istediğim şeyler olmuyor.
Geçtiğimiz kış yırtılmaya başlayan gecelerin üzerinden bir yaz geçmişken, yeniden yanaklarım ıslak, göğüs kafesim dar bir üçe uyandım.
Cümle kurarak netleştiremediğim bir sınır içerisinde, alabildiğine yersiz, sıkılgan ve bıkkın haldeyim.
Üzerime devriliyor yarının duvarları.
Bugünküler çoktan enkaz.
Bir yerlere sakladığım bir ümit olmalı.
Olmalı.
...
Değil mi?
Çok erken olduğu aşikâr bir zamanın aynı zamanda bir şeyler için de çok geç olması hem kaslarımın yük üzerine yük bindirme yetisini alıyor, hem kalp atışımı tekletiyor.
Bir çözümüm, çözüme ulaşmak adına gidebileceğim bir yerim, durdurabileceğim bir zamanım, hızlandırabileceğim bir sürecim, konuşulacak bir konum, beraber susulacak bir sükûnetim yok.
Ayın ortasına daha çok var. Ayın ortasına kadar yapılacak çok iş var. Ayın ortasına nasıl geleceğimi bilmiyorum. Geldiğimde formalitesi tamamlanmış bir şeyler sunabileceğimden emin değilim. Ama olur da bu sürüngen ruh hali içinde en azından bunu yapabilirsem, belki o kırk metrekarelik dairede bulamadığım ümit kendi kendine bir raftan ayağımın dibine düşer.
Şermin öleli epey zaman oluyor. Şehnaz da öldü.
Elimden gelmiyor yaşatmak.
Bu eylüle mecburen böyle başlayacağım:
"Ne olmak istediğimi, nerede bulunmak istediğimi, ne yapmak istediğimi bilmiyordum."
Keşke sadece gün parçalansaydı.
Ciltlerce kitabın arasında taşlaştım.
Bir şeylerin anlamını bulmak şöyle dursun, sahip olduğu tüm kırıntıları da kuşlara yedirdiği bir mevsimin ardından, eylülün sonsuz kızıllığı kapıya dayanmışken, artık üşümek ayıp kategorisinden sıyrılıp da yüceleşiyorken...
Daha da kaybolmasın isterdim.
Uzun zamandır istediğim şeyler olmuyor.
Geçtiğimiz kış yırtılmaya başlayan gecelerin üzerinden bir yaz geçmişken, yeniden yanaklarım ıslak, göğüs kafesim dar bir üçe uyandım.
Cümle kurarak netleştiremediğim bir sınır içerisinde, alabildiğine yersiz, sıkılgan ve bıkkın haldeyim.
Üzerime devriliyor yarının duvarları.
Bugünküler çoktan enkaz.
Bir yerlere sakladığım bir ümit olmalı.
Olmalı.
...
Değil mi?
Çok erken olduğu aşikâr bir zamanın aynı zamanda bir şeyler için de çok geç olması hem kaslarımın yük üzerine yük bindirme yetisini alıyor, hem kalp atışımı tekletiyor.
Bir çözümüm, çözüme ulaşmak adına gidebileceğim bir yerim, durdurabileceğim bir zamanım, hızlandırabileceğim bir sürecim, konuşulacak bir konum, beraber susulacak bir sükûnetim yok.
Ayın ortasına daha çok var. Ayın ortasına kadar yapılacak çok iş var. Ayın ortasına nasıl geleceğimi bilmiyorum. Geldiğimde formalitesi tamamlanmış bir şeyler sunabileceğimden emin değilim. Ama olur da bu sürüngen ruh hali içinde en azından bunu yapabilirsem, belki o kırk metrekarelik dairede bulamadığım ümit kendi kendine bir raftan ayağımın dibine düşer.
Şermin öleli epey zaman oluyor. Şehnaz da öldü.
Elimden gelmiyor yaşatmak.
Bu eylüle mecburen böyle başlayacağım:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)