29 Nisan 2024

tuttuğum nefesi bırakırken'

 

 

Öyle bir yerdeyiz ki şimdi, çiçeğe mi duracağız, bir tekerin altında ezile ezile özsuyumuzu çamura mı akıtacağız göreceğiz.

Sözcükler hislerimin arasında kırılıyor, kopuyor, uçuyor, düşüyor, kayboluyor. Nasıl birbirine bağlayacağımın yöntemini bulamıyorum. Belki de sadece durmak gerekiyordur şu an, ama yazmazsam gerçekliğini kanıtlayamam ürpertisi kaplıyor içimi.

Şimdi ya bu dönüşümdeki devinimi yüklenen deniz olacağım ya da kendi dalgalarımda boğulacağım.

Neyse ki yüzmek unutulmayan bir eylem.

Bir yandan şuracıktan göz kırpan mayıs yine bütün alıyla, moruyla, yemyeşerik umuduyla kafa tutuyor burukluğuma, bir yandan da hayatın kocamanlığını bir taşa, bir telaşa indirgeyen aklımı ayıplıyor.

Çok uzun zamanlardan tozlarımı biriktire biriktire geldim ve artık yıkanma vakti.

Bir aynanın karşısına geçip yılların ilmek ilmek ördüğü kabuğumu soyunmanın zamanı geldi.

Korkularımın karşısına geçip büyük dalgalar yaratmanın.

Her zerremin ayrı ayrı sesini duymanın, duyduklarıma susmamanın.

Bir davete karşılık vermenin.

Büyüttüğüm çiçeklerin arkasında durmanın.

Yolun yarısına varmışken yolu baştan döşemenin.

Korkmuyorum dersem yalan olur, 

çok korkuyorum ama göğüs kafesimde patlayan tohumların titreşimi ellerimi tutup sürüklüyor beni..

Korkuyorum koparılmasından çiçeklerimin ama artık içime de sığdıramıyorum bahçelerimi.

Belki de her şey o nisan akşamında, ömrümüzü onlarca sene sonra birbirine doladığımız masadaki kadar kucaklayıcı olur; beklenmedik ve çok sıcak ve kocaman bir sarılma gibi, belki..

Birbirimizi baştan tanımaya gücümüz olur,

kendimizi tanıştırmaya,

yeniden tanıştıklarımızı eskisinden daha çok sevmeye,

kalplerimize güvenmeye cesaretimiz olur...

Ve belki de değmez hiçbir şey yüzümüzü yıllardır bunca döktüğümüze...


 

 

14 Aralık 2023

"Nerelere gidemezdim?"*

 

Kaldığı yerden gibi değil de kalmadığı yeri eşelemek gibi...

İnsanı daha iyi versiyonuna taşıyan şey kesinlikle mütevazi kılıklı ve hatta inkâr edilebilir bir görünmezlikteki arzu ve onun devleşen gölgesi.

Boşvermişlik ve kanıksanmışlık paslandırıcı bir 9-6.

Eskiden bazı günahların ardındaki sebepleri anlamazdım, artık anlıyorum. Anladığım şeye üzülüyorum.

Adaletten uzak bir yerden hak dağıtmak gibi bir niyetim yok ama insanın karakterindeki marazları öğrenmesi ve ideal olandan uzak düştüğü gerçeğiyle yüzleşmesi biraz sabıkalılarla empati kurmasını sağlıyordur belki.

Günler doğuyor ve günler batıyor ve içine hapsolduğumuz bu et bazen ruha yenik düşüyor. Kanunların ve kaidelerin ve temelsiz alkışların arasında tutundurmaya çalıştığımız bu kimlikler başka bir evrende bazı su birikintilerine düşüp ayaklar altında paramparça oluyor, veya çok eski bir rüyadaki daracık bir sokağın çıktığı parkın ortasındaki trabzanın soğuk metaline tutunup kalıyor.

Yine ağaçların aklımı karıştırdığı bir yere vardım ve korkarım ki bunun da kendini iğnelediği mevsim günlükleri ve başlangıcı olmayan sonuçları var...


Çok iyi bildiğin bir şeye fena halde hazırsızlık yakalanmak. Duygusu bu.

Kehribar. Rengi bu.

"Nerede uzun süre kalırsam, orada sorunlar başlar

Savruluyorum..." Şarkısı da bu.

 

 

21 Kasım 2023

daha önce karşılaşmış mıydık?

Birkaç gün önce İstanbul'un hiç bilmediğimi sandığım ama aslında bilip de unutmayı seçtiğim bir yerinde, bir dairede, bir kadınla fırtınada, yas tutan Ortadoğulu kadınlar gibi gövdesi bir oraya bir buraya sallanan ağaçları izleyerek ve martıların gövde gösterisine şahit olarak üç saat geçirdim. Ne 12 sene önce Eskişehir'in o akşam saatine benziyordu ne de 6 sene öncenin Şişhanesine. Şişhanesine. Buraya kesme işareti koymamak sinirimi bozuyor. Neyse. 12 sene önceyle tek benzerliği kasımda oluşumuz, 6 sene önceyle tek benzerliği de içinde bahar geçen bir mevsimde oluşumuzdu. 

Zaman geçmiş, hem de böyle demetli, düzineli sayılarla. "Nasıl geçti bunca yıl?" 

O kadar bilmiyorum ki. Cevabım umut vaat etmeyen şaşkın bir: "Nasıl geldik buralara?" 

Hiç geçmez sandığımız şeyler geçip, bir de senden eksiltip, üzerine yenileri ekleyip -ki bundan emin değilim çok- sürükleyince o tarihten bu tarihe, oldu bitti galiba.

Hiçbir şeye gücümün yetmeyeceğini düşündüğüm bu yerde bi durup da 34 yaşıma, 28'ime ama en çok da 22'ime bakınca.. Sahiden bir baş dönmesi gibi geçiyor hayat. 

Ve silinen izler inatçı gençlik yanılgısından baya silkeliyor insanı. 

Kendimize kazıdığımız şeylerin acıları, tutkuları, tebessümleri, öfkeleri ve nihayet ateşkesleri.., onlar bile siliniyor-muş bazen. Bu biraz üzücü. Kanıtsız kalmışlık hissi. 

Hiç bilmediğim bir evde, benim için bir sürü şeyin anlamının silikleşmiş gölgesiyle otururken bir sürü şey düşündüm. 

Belki de her şey, üzerine yeni masallar yazmak içindir. Belki de bir dua gibi ezberlediğimiz hatıralar kendini tozlaştırmayı seçtiğinde direnmenin çok da bir anlamı yoktur.

Belki bazı ezberler ve dualar özgürleşmemizin önünde bir bağdır.

Ki dualar ve ezberler genelde öyledir.

Müspet ilimler yolunda yakışanı yapmak da vazifemiz değil de nedir.



4 Ağustos 2023

Aramızdaki En Kısa Mesafe*

 

Veda edebilmek çok güçlü bir karar. Yaptım oldu gibi değil, gönül bağlarını gevşetip salmak, ardına dönüp bakacağın tüm görüntüleri silmek. Bir eforla silmek değil ama, dönecek bir yol varsa yolu hatırlamanı sağlayacak ekmek kırıntılarını kuşların yemesi gibi.

Bir hikâyeden valizini toplayıp usulca çıkmak, sessizce. Kimsenin hemen bir anda fark edemeyeceği bir hafiflikte, bütün ağırlığını valizine yükleyerek belki yolda onu da yok ederek.

Bir zaman alıyor her şey. Eşyanın esaretinden çıkmak arzusu da hemen oluşmuyor. Anlam yüklenilen şeylerin kaybının fikri, yüzme bilmediğin denizde açıkta kalmışsın gibi korkutucu geliyor; tutunacak bir şey olmaması, yitip gitmek. Belki de kanıtları yok edersek unutuluruz korkusudur bu.

Bu mevsim birden fazla ses verdi kalbim. Büyük bir doygunlukla ve büyüsünü taşıyarak veda ettiğim bir manzara, tozlu ve kırgın bir hikâyenin yapraklarının dağılıp yok olduğunu gördüğüm, tebessüm yaratan bir rüzgâr, ayağımı yere sımsıkı basmamı sağlamış, güç vermiş ve güçsüzleşmiş, yaşlanmış bir kapı. 

Her şey, hepsi yaşandı. Oradaydım. En iyi ve bütün kötü versiyonlarımla. Bir veda için çok iyi bir giriş ve gelişme gerekiyor. Sonuç elzem. Ama veda, demlenince çıkan bir renk. Ve tuhaftır ki, sahiden başarıldığında hafiflemekten mi, bir anlatıya nokta koymanın yazar hazzından mı, yaşandığına değdiğinden mi bilmiyorum, iyi gelen bir şey insana. Kendisiyle, seçimleriyle, yaşadıklarıyla arasını yapan bir şey.

Sımsıkı topladığım saçlarım çözülüyor gibi şimdi. 

Yeni sayfalardan korkuyor biraz parmaklarım, kalem tutmak için biraz titrekler.

Yeni başlangıçlar da nadas istiyor belki ya da doğurulmak sancıya sancıya.

Bir haftadan uzun, iki haftadan kısa bir süredir sürekli ağlamak, ağlaya ağlaya içimden çıkarmak istiyorum bir şeyleri. Üzüntüden değil. Üzüntü hariç değil ama kökeni bu değil. Sanırım o yolda valizi açıp birer ikişer attığımız şeylerden birisi bu. Ağırlıklar kendini benden azad etmek istiyor, ben de hafiflemek..ve bunu yapmanın bir yolu da gözyaşıdır belki. Bir ağlasam veda mektuplarıma imzam da çıkar aslında ama bu konu çok bebek adımlarıyla ilerliyor, kavradım onu.. Büyümen gerekiyor, mevsimleri saymayı bırakman gerekiyor, vurulman ama bir süre ölmemen gerekiyor, nasırlaşman sonra.. Ve aniden bir "çıt". Ve vardığın yer, o veda anı aslında kurduğun bağla en yakınlaştığın, ona karşı en çıplak kaldığın yer.

Ve işte şimdi;

"Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil; her şey hatırlandığı gibi..."



20 Haziran 2023

isimsiz yıldız

 

 

Çok sevdiğim bir şarkı çıktı şimdi hiç durmayan rastgele listelerin arasından.

Sabah, bu mevsime yaş aldıkça nasıl daha da yerleştiğimi düşünüyordum. Nasıl git gide güneşe yakınlaştığımı, pencereleri zorlayan yasemin ve çeşit çeşit yeşerikliğin kokusunun başımı döndürdüğünü, sulara varma düşünün bile içimde çalkantılı bir heyecan yarattığını..

İsmime, cismime bu kadar kendiliğinden, içimdeki uçuşuk bir his eşliğinde yakışmak hoşuma gitti.

Hayat çok zor, uyandığımız günler, kayıplarımız ve taşlaşan tüm her şeyin ağırlığı çok zor. Bazen hayata karşı küskünlüğüme öyle uzaktan bakınca yazık oldu diyorum, sesime sözüme inen ağır perdelerin tozlarının arasında renklerin soluşu kalbimi kırıyor. 

Bütün bunların arasında geldi yaz. Çok zor geldi. Bağır çağıra, gösterişli ve baskın o halinden çok uzak bir tavırla geldi. O bile korktu sanki gelmeye.. Yine de insanın içinde tuhaf, tükenmez bir coşku var, buluyor buluşturuyor kendini, sunuyor sana.

Ne tuhaf hâlâ yaz akşamlarında sokaklara dökülen, pencere aralıklarından dökülen çatal şıkırtıları eski bir albümü karıştırıyor gibi şenlikli geliyor. Sokaklarda gezinenlerin hiçbirinin kolunda ve gününde bir saat ağırlığı bir, bir yere yetişme telaşı yokmuş hissi ne iyi geliyor.. 

Bir bahçeye ulaşmak derdim eskiden, şimdi bu hayata karışabilme, gökyüzüne ulaşabilme, denize dokunabilme, güneşin tenini upuzun öpüşüne teslim olabilme, mevsimin içinde yatağını yapabilme diyorum yeterlilik hissine.

Çok özlediğim şeyler var, ve çok özlediğim şeyler sanki böyle bir ışık huzmesiyle uyanıp yalınayak başladığımız günlerde bize yakınlaşabilir gibi. Sanki belli bir mesafe kat etmişiz gibi. Sanki gerçekten bütün o taşlaşan yüklerimizi bi' durup dinlendirmeye alabilirmişiz gibi.

Sanki yeniden çocuksu bir hisle dudağımızın kıyısına bir çiçek kondurabilir, sanki avuçlarımızın değdiği kedi sırtlarından kendimizi sıcacık bir teslim oluşa bırakabiliriz ve radyoda her an en sevdiğimiz şarkıya rastlamak yeniden bir hediye gibi önümüze düşebilir gibi.

Olamaz mı...



14 Mayıs 2023

Bugün.

 

"Bir gün bunlar bitecek.  O zaman hayata daha önce mümkün olduğunu bilmediğimiz bir şekilde şükredeceğiz." 

 

 

17 Nisan 2023

bahar yokuşu

 
Önce sözcüklerimizi bıraktık, yüzümüze yerleşen güneşleri,

avuçlarımızı dolduran heyecanlarımızı, kalbimizi ıslatan yağmurları,

kırış buruş olmuş kağıtların kat yerlerinde dağılmış mürekkeplerin dilini,

karın yağmasını pencereler önünde tomurcuğa durur gibi bekleyen çocuk sevincimizi,

baharın kahverengi gözlerimizi yapraklandırışını,

inandığımız şiirleri,

şairlerin hem kalem hem sigara tutan parmaklarını,

terbiye edilmemiş orman dişlerimizi,

göğsümüzü yırtacak güçlü nefesimizi.

Bıraktık.

Gitmelere alıştık, öylece salıverdik ezberlediğimiz şarkıların bir şifre gibi ezberlediğimiz sözlerini yersiz yönsüz zamanlara.

Elinden, kalbinin ucundan, yanağının yuvarladığından, uykularının kirpiklerinden, 

bir mevsimin gelişini zapt edemediğimiz bir coşkuyla karşılayan ayarsız sevincinden, 

tenden tene çakan şimşeklerle bir daha bir daha dünyaya gelişimizden,

bıraktık öylece kendimizi.

Hop! Nereye? demedik. 

Neden demedik, nasıl demedik, başka neyimiz vardı da bol bol savurduk dudağımızın kıyısında açan gelincikleri..

Her şey bir masal gibi şimdi.

Hiçbir şey masal değildi.

Suyun iç çekişini duydum. Göğsümde yankılandı.

Vakit bitti. 

Vakti saldık kendimizden azad edip.

Ah artık kimselerin yok, yok, yok...

Vakti yok.

 

"..durup ince şeyleri anlamaya..."



27 Ekim 2022

yurt

 

Bir kapısı olması insanın, güven veren bir his.

Ardında aradığın şeyi bulabileceğin, kilitsiz bir kapı.

İçine girip kıvrılabileceğin, elin boş gelsen de kalbin dolu çıkacağın bir yer edinmek.

Dünyadan uzak, içine kıvrılan...

İçindeki canavarların da başlarını okşayarak onları şefkâtle dizginleyen birilerinin, bazı cümlelerin, sadece fotoğrafların, anların, anıların olması çoğul hissettiren bir şey insana kendisini.

Bütün okları kendine çevirdiğin, gergin yayların arasında hedefte durmaya alıştığın bir yerde çok mucizevi bu.

Kabuklu biri olarak bir başkasına da kabuk yaratabilmenin içimde okşadığı yer çok derin.

Bir filmin aynı sahnesinde durup, sadece durup, sadece susup, sadece akıttığı bir şeyleri öylece izleyebilmek, akanın birikeceği bir göl olabilmek, sessiz bir anlayışla bunu kendinin gibi kucaklayabilmek çok çarpışma.

Sokağın ucunda gördüğüm gökyüzünün anbean değişen rengini koşup birine yetiştirmek,

içeri girdiğinde çiçekli bir salonda desenli bir muhabbete koyulmayı arzuladığım gülümsemeli zamanlar kurmak,

bir bardağın neminde parmağımı gezdirip, yağmurlar altında ve seneler öncesinde bir anıda yeniden yer bulmak,

unuttuğumu sandığım hiçbir şeyin yerinin aslında pek de değişmemiş olduğunu kısacık bir aralıkta fark etmek,

biraz anlamsız, çokça katmanlı geliyor. 

Anlam kendine tek bir anda yer buluyor. 

Bir karşılaşma ürpertisinde, bir sarılışın beklenmedik kuvvetinde, bir yokluğun aniden doluşunda.

Hepsinde müthiş şaşırıyor, anlam ve özlemin birbirinde eridiğini sanıyorum.

Bazı filmler var, kimse seninle aynı sahnede durmaz sanıyorsun,

bazı şarkılar var, unutulur, senin bile defterlerinde sözleri sararır, silinir sanıyorsun,

anılar bir tek sende kalıyor sanıyorsun,

 

ama kabuklar ölmüyor.



20 Eylül 2022

"İstanbul'da bir evde, çiçekli hapishane"

 

Uzun zaman, milyonlarca zaman geçti gibi her şeyin üzerinden,

ama bir boşlukta asılı kalan zaman eskir mi bilmiyorum.

 

Bir kaybın ardından nereden başlanır yaşamaya,

hangi saçılmışlığı hangi rafa yerleştirerek ilk önce...

Bir de bunun tekrarının kaçınılmazlığıyla nasıl boy ölçüşülür?

Her seferinde yeniden dokuz yaşıma döneceğimi bile bile nasıl büyümeyi başaracağım..,

öğrenilmiyor hayat.

 

Boşlukta asılı kalan şeyler arasında kurumayan kıyafetler de var.

Onlara yetişmeyen bir rüzgârı nasıl anlatırsın birine, onu da bilmediğimi fark ettim geçen gün.

İçime teptiğim bir sürü cümle parçacığını yan yana getirip anlamlı bir özne nesne yüklem dizilimini başaramadım.

Yine, her zamanki gibi.

Ne demek istedim ve ne dedim. 

Suçlamasınlar.

Kendim de bilmiyorum.

Çok küçücük bir yere dünyaları toplamış gibiyim, ve aniden "hadi" diyor bir an, "hadi çıkar da yüzdür bakalım kağıttan bir gemini". Yeni bir gemi yapmak daha kolay bazen. Ve onu da biriktirmemeyi başarırsan, o zaman belki bi' tık daha hafif.

 

Olduğum, olmaktan korktuğum, sürüklendiğim, üzerimden atamadığım, suçlulukla sevdiğim ve asla sevemediğim, kavgamın bitmediği, içime sinmeyen birisi gibi bazen aynadaki. En can sıkıcı kısmı bunu tamir edememe halimin öze en yakın oluşunu hissedişim.

Belki bi başkası, büyük cümleler kurar ve hizaya sokar içimin kaleydeskopunda çoğalan bu yansımalarını.

Bana kalsa ben hep bi' sihirden yanayım.

Ama sihrin bile reçetesinde gözyaşı var. 

Göz demişken...

 

Sonbahar geldi.


13 Haziran 2022

"Bir şehirde bir kadın..."


 

Taşlar yuvarlandı,

kalbimin tozlarla kaplı bir odası ansızın enkazda kalınca tozların altındaki renkleri hatırladım.

Hatırlamak hiçbir şeyi değiştrmedi.

Unutmaktan korkuşumla boy ölçüştü.

Elim, kolum, aklım, kalbim her şey rayından çıktı

ve şimdi

bu dağınıklığın gerçekliğine bakıp

yeniden emeklemeyi, ayağa kalkmayı, yürümeyi, koşmayı hatırlamak gerekiyor.

Ve her bir adımda bir daha bir daha dağılacağımızı bile bile

unutarak, hatırlayarak, hiç unutmayarak,

bütün bildiklerimizi unutmuş gibi yaparak,

olmayanları bile en ince ayrıntısına kadar hatırlayarak,

 

kalanlarla, kalmak.

 

5 Mayıs 2022

şahit yıldızlar*

 

Ev bildiğim ne varsa;

bir kucak, bir kalp, bir toprak

sıcak, doygun, çağlayanlar gibi

kendini aynı gün, aynı daldan yeşerten

ne varsa en hakikatli biçimde sevdiğim,

kendimi 

olmam, doğmam, doğurmam gereken yerde hissettiğim,

çiçeklendiğim,

ve bulaştırdığım avucumdaki çiçekleri

mucizesi ömrümün,

kaynağı gönlümün,

bahardır,

yeşildir.

toprağın bereketi,

kalbimin alameti,

şu ömrün hikmeti

mayıstır,

beştir. 



30 Mart 2022

bir hatıra olana kadar'

 
 
Tozlanan kitapların arasından kuru bir dal gibi düşüp ortalığı ateşe veren cümleler var. 

Her yangın yerinin ardındaki; olduğu yerde kamufle bir şekilde sürünen, öylesine, zararsız bir şey gibi.

Tozlu, her şey çok tozlu. Ne karlar, ne yağmurlar akıtıyor görüntünün üzerindeki tozu. Yine de güneşimiz hâlâ harcanmamış durumda, büyüsünü konuşturma ihtimalini yabana atamıyorum.

Geçmiş zaman ekine düşmüş serzenişlerimi okudum bugün, tadım kaçtı. Geçmemiş aslında. Bu hareketsizlik beni öldürecek. Zamandan elini kolunu çeken güneşe hâlâ bel bağlamam da biraz hüzünlü.

Canımın çektiği ne varsa beynimde çalkalana çalkalana cazibesini yitiriyor. Fazla hayal kurmak da bir yerden sonra kabak tadı veriyor.

Kendime bekleyecek bir bahar yarattım, korkuyorum orada da çiçek açtıramazsam diye. Bir şeylerin değişmezliği kalbimi kırıyor, bir şeyleri değiştiremez oluşum bütün varlığımı bıçaklıyor.

Aynı adımla aynı yolları hiç yol almadan yürüyormuşum gibi, bir yerde kırılacaksa da bir şey fazla eskitiliyor ayaklarımızın altında.

Okumak istediğim kitaplar birikiyor, yangınların sebepleri unutuluyor, bir ölüm için kaç kürek toprak gerekiyor..

Dilimin dönmediği sözcüklerle konuşmam gereken bir dünyaya itelenmiş gibi hissediyorum, yine çığlığımın kendini okşayıp dindirmeye uğraştığı bir boşlukta asılı kalmış gibiyim. 

Dans etmeyi unuttuk,

şiirimizi seçmeyi,

ellerimizi boyaya bulamayı,

kan ter içinde ada tepelerine tırmanmayı,

kendi oyuğumuzu açıp orada uyumayı,

bağırmayı,

bağrımızı rüzgâra açmayı..,

yine de işte, güneş kartım hâlâ cebimde.

 

Unutulan şey yok olmuyor, iyi ki ve kahretsin ki.

 


Direksiyona hakim olduğumu kim söyledi. 


22 Şubat 2022

ama bu su...

 

Hiçbir şey kalmadı kalabalıktan geriye.

İçimde biriktirdiğim seslerin birer üçer beşer metro raylarına döküldüğünü duyuyorum sokağa çıkınca.

Çıkmayınca kendilerini duvarlarıma çarpa çarpa öldürmeye çalışıyorlar,

ve ölmüyorlar.

Ne sokakta, ne evde, ne göğüs kafesimin içinde.

Hırpani bir kıştı.

Hiçbir zaman eksiltmek istemediğim mevsimlerden birini yitirmek istedim,

belki ikisini, üçünü,

belki birkaç zamandır bu döngüyü.

Nerede kaldığımın bir haritası yok.

Tanıdık gelen bir şeyler varlığımın herhangi bir yerine tesadüfen dokunduğunda tuhaf hissediyorum.

İlk kez giydiğim ve hoşuma giden bir kıyafet gibi.

Yabancı ve yeni, ama hissi çok sevecekmişim gibi.

Sevmişim de unutmuşum, sonra aniden hatırlamışım gibi.

Oysa hatrıma güvenim yok hiç.

Sadece üfleyen rüzgârlar, gölde süzülen nilüferin değdiği serinlik, yaz günbatımlarının şekerci dükkanına benzeyen renklerinin izi, bir yerlerime saklayıp da çoğunlukla bulamadığım şarkı parçacıkları olurdu "hadi" dendiğinde avuçlarımda.

Şimdi..

Bu oyuncaksızlık beni mahvediyor.

Bu salıncaksızlık.

Bu, sıkışık seslerin bahçesizliği.

Varışsızlık ve yola çıkışsızlık.

Durmayan sulardan edindiğim dualarımın sözlerini kaybediyorum.

Kayıpların içinde eriyorum.

Üstelik arta arta, ağırlaşa ağırlaşa eriyorum. 

Ansızın donan bir mum kütlesi gibi.

İncecik bir sıvıyla eriyip, kaskatı kesilen bir mum gibi.

Sevdiğim şeyler var ve git gide sevmediğim bir sürü şey.

Kış kopkoyu geçti.

Eskiden sadece sol yanımı vuran ağrılar, her zerremi ayrı ayrı yokladı, yer kaplayan ve kaplamayan her zerremi.

Her şeyi bıraktım.

Bu duran halimle, durduğum yerde bin parçaya bölündüm, tek bir parçamı yere düşürmedim.

Avucuna denk geldiklerim usulca geri yapıştırdılar belki bir ihtimal tutar diye, ama

bir yanımda köklenen bencil bir yok oluş çemberinden de çıkamadım dışarı.

Hangi mevsimi bekliyoruz böyle.

Hangi kayıp şarkıyı.

Ne çözecek bağı, hangi başka yerimizden bağlanacağız yeniden.

Korkuyorum ve korkmak, olmayan uykularımı bıçaklıyor.

Şehir yavaş yavaş kendini anılarımızdan imha ediyor

ve duruyorum öylece.

Duruyorum.

Deniz değil gibi.

Deniz bir su parçası değilmiş gibi.

Su olmaktan kovulmuşum gibi.

Mavi elimden alınmış, vapurları yataksız bırakmışım gibi.

Suçlu ve cezalı gibi.

Gibi.

Belki de ta kendisi.

 

 

29 Aralık 2021

"sonra başka şeyleri özlemeye"

 

Git gide daha solgun, git gide daha cılız ışıklar. 

Tarihimizden biriktirdiğim karelere bir yenisinin eklenme ihtimalinin başından kalkalı biraz zaman olmuştu, ama sokaklar büyülü. Ve ben büyülenmekten korkmadığım için her şey mübah. 

Yanındayken basacak bir deklanşör aramak çoğu zaman beyhude. Sadece sokaklar, toplu taşımalar, gökyüzü makyajları ve kamusal utançsızlığım var ve hepsi kendiliğinden banyoda.

Zayıflayan ışık ürkütücü. Yıl biterken daha da. 

Anları süslemek benim işim. Tığ gibi işlemek sözcükleri öpüşlere, kokulara isimler bulmak, sus'lara es'lere romanlar dizmek. Nasıl olacak unuttuğum bir dilin kıyısında tüm bunlar. Uzun bir iç çekişin göğüs kafesine sıkışıp kaldığı bir yerdeyim. Sanki bitti mürekkebi damarımın. Sonra aniden infilak; kar tanesi.

Şimdi bu yaslandığım gök yalnızlığının hangi köşesinden çekiştirip de kalbime destek yapacağım bilmiyorum. Hangi sokağın köşesinden seni bir apartman girişine çekip de ciğerlerime doldurduğum en sevdiğim renkteki havayı nefesine üfleyebileceğim. Hangi sözcüğüme tutunup bir uçurtma kuyruğu gibi kıvrımlanıp salınacağım, gıdıklayacağım uykulu sükuneti ve nasıl yakalayacağım o vakti; "yeşille beşbuçuk arasında"...

Ah sevgilim. Biriktirdikçe dökülüyor deliğinden cebimin bütün doğumlar ve evren taneleri.

Yaldızı kaçmış bir saç tokası gibi hissediyorum bazen. Avucunda sıcak, baş ucumda solgun. Dünyanın tozuyla dolmuş sanki obur kalbim.

Deniz kenarımızdan başka bir şey düşünemiyorum çoğu zaman. En kolay sihrim bu. İyelik eklerimize tutunuyorum, rüyalara ve büyülere. Bir de bir tren camından gördüğüm; alkış tutan yapraklara.

Ellerimin ölmesinden korkuyorum sevgilim. Sözcüklerin eteğinden yakalayıp da bir aşkın koynuna oturtamamaktan onları.

Şiirimi bulamamaktan, buz tutmuş parmaklarımla çiçekler kurutamamaktan, bir hikâye yazamamaktan kahramanı vapurda uyuyan.

İçi durduğu yerde boşalmış bir ceviz gibi sapasağlam görünüp, açıldığımda küf kokmaktan.

Kurtarmam gerek. Bir kare gerek,

bol büyü, çok ışık,

"ağaçlar, şaraplar"

gerek.

 

10 Aralık 2021

alev alsın öldürme*

 

Dağına göre mi kar verir bilmiyorum ama bir terk edilişi daha sessiz sedasız öylece izleyecek takatim yok. Senelerdir cevabını bulamadığım bin soruya binini daha eklemeye mecalim...

Kendimi oradan oraya vurup, telafi edebilecekken sadece gelip geçen otobüsleri saydığım bin yıl daha yaşayamam.

Bilmiyorum ki ne oluyor. Bilmiyorum ki bu kadınları neresinden yaralıyorum ve böyle tozlu bir vazo gibi kalakalıyorum.

Bilmiyorum kimin canını neresinden yaktığımı, kimin hangi bahar dalını kırdığımı.

Ama canım çok yanıyor. Yapabileceğim onlarca şey varken hiçbir aralığa giremeyişim, girip de birkaç saniye de olsa kendime baktıramayış canımı çok sıkıyor.

Her santimimi kendi talebim olmaksızın dolduran ruhların bir anda öyle çıplak bırakışı,soğuk; çok soğuk hissettiriyor.

Ben hala M'sizliğe alışamamışken alfabeden bir harf daha eksilmesi....

Aşk tuhaf bir şey. Onu kaybedince anladım. Hayata karşı beraber aşkla tutunmak başka bir şeydi. Artık yanımda kim olursa olsun çok yalnızım. Kim gelirse gelsin hep eksiden düşüyorum. Ama işin kötüsü hep sana çıkıyor sebepler sonuçlar. Birkaç hafta belki bir ay oldu evimizi saçma sapan bir videoda göreli.

"Evimiz". Kimseyle olmayan, bir tek seninle olan "evimiz". Koskoca şehirde, milyonlarca videonun arasında karşıma çıkan apartmanımız. Gecenin bir yarısı, ve bil bakalım nasıl? Tabi ki hâlâ aynı perdelerle. 

Neredesin?

Ve ben bir ömür bu sorunun cevabını mı arayacağım gerçekten?

Nasıl görmüyorsun beni?

Hiç kimse tarafından görülmüyor olmak bu kadar dokunmuyor içime.

Hâlâ her şeyin başladığı ve bittiği o yerde tülleri mi çengelliyorsun? Yoksa bambaşka bir koordinatta hiç olmadığın birini mi oynuyorsun?

Ben hâlâ banyonun paspasını senin yaptığın gibi yıkıyorum.

Tokalarımı senin gibi havlupana geçiriyorum.

Durduk yere ananem gibi ananeni, dedeni ve birlikte oturduğumuz balık sofralarını özleyip ağlıyorum.

O ranzayı, günbatımına kadar canını çıkardığımız güneşi arıyorum eski yağmurların arasında.

Ve yeni kayıplarım da hep dönüp dolaşıp sana bağlanıyor.

Sana bağlandıkça öfkeleniyorum. Hak ettiğim her şeyi ve hiçbir şeyi yan yana koyup koyup bir sonuca varamıyorum. Kime ne sorayım? Nasıl bulayım seni de hesaplaşalım?

Sonsuz bir karanlık bıraktın geriye. Neredesin, napıyorsun ve ben sensiz bunca yıl kaç karış yol alabildim de bundan sonra kilometreler aşacağım...

Sevdiğin her şeyi büyük bir hasretle özlüyorum. Öfkemi kaybetmekten çok korkuyorum. Bir gün ansızın Kadıköy'ün bir sokağından veya Beyoğlu'nun bir köşesinden fırlayacaksın ve ben küçük bir çocuğun avucundaki misketler gibi dört bir yana saçılacağım gibi hissediyorum.

Neden.

Ve şimdi tam da kırdığın yerden bir kez daha,

neden.

 

Lanetini ne zaman çekeceksin üzerimden ve 

 

aşkını.

 

Çok yoruldum.

 

5 Kasım 2021

adım geliyor aklıma*

 

Yerinde durmuyor hiçbir şey. Tozlanmadan, uzun uzun bekleyişin; bekletilişin yasını kusmadan, biriken öfkenin çığlık çığlığa duvardan duvara çarpışını görmeden; öylece uslu, eksiksiz ve mükemmel kalmıyor.

İçindeki bilmediğin bir kilitte bir anahtarı çeviriyor bazı anlar. Sonra kendi içinden fışkıran bir sürü canavarla ne yapacağını bilemez halde, kendine inanamaz halde, kendinden kaçamaz, kurtulamaz halde, can havliyle tanışmaya çalışıyorsun; bu yeni şeyle savaşmak zorunda olan sen'le.

Her seferinde, her farklı kilit dönüşünde, o dönüşü sağlayan itkinin varlığına sızışında bilmediğin bir yeni şey daha çıkıyor ortaya. Korkuç bir çoğulluğun içinde doğru -doğru, doğru bir sözcük değil- uyumlanabileceğin yolu bulmaya çalışıyorsun. Bedeninin tepkileri dahil oluyor buna, beyninin kıvrımlarının birbirini nasıl sıkıştırdığının hissi, özlemlerinin içinde yarattığı evren boşlukları, korkularının dipsiz kuyuları...

Kendinle tanışamıyorsun. Kendini kendinden başka hiçbir şeyle bu kadar utandıramadığını ve yüceltemediğini fark etmek otuzlu yaşların işi mi, dişil vahşiliğin mi, büyüdüğün ve ruhuna bir şekilde bulaşmış ve hiçbir deterjanla çıkmayan toprağın mı; kimbilir...

Kendini tanımladığın sözcüklerle anlatmıyor kimse seni. Hiçkimse seni, olduğunu düşündüğün insan gibi tanıştırmıyor bir başkasıyla. Sahi bulabiliyor muyuz doğru -doğru, doğru bir sözcük değil- kapsayanlarımızı?

Sonbahar, sonbahar gibi geçti. Ne tuhaf. Artık hiçbir şeyin bildiğimiz, öğretilmiş haliyle karşılaşamıyorken bu ilginçti. Koyu, azıcık kıvırmaya çalıştığında derin bir kırılışla paramparça olacak, kupkuru ve ıpıslak ve fazla rüzgârlı, ve yaprak döke döke çırılçıplak kalmış, eski anıların mahcubiyetine eklenen tebessümleri bir kenara bırakamamış, defterler arasında kurutulacak bir çiçek gibi..

Sanırım kurumaya bırakmadan önce bu sonbahara son bir can suyu da versem iyi olur. Bütün bu esrik öz arayışı içinde en olması gereken gibi; hiçbir şeyle üzerini örtemediğim o doğum lekesini gidip kucaklasam..

Gök yüzleri, göz yağmurları, güz kuşakları.

Hatırladığım gibi, hiç yaşanmamış gibi... 



14 Eylül 2021

bu benim unutamamam olsun"


bahçeler,

kıyılar,

hafızanın tozu,

suların devinimi, 

fısıltılara karışan ağustos böcekleri,

kalp zamanları,

ev kokulu koylar,

nefesine sinen mevsimler,

çıplak öfke,

sevişmenin biçimleri,

yağmurlu iskeleler,

yanımdan ayırmadığım mektuplar,

kabuklanan yaralar,

gitmeler, kalmalar, 

gidememeler, kalamamalar

ışıklı bir gece,

karanlık bir gündüz,

gözlerine gömülü eski bir şarkı,

şimdi, dün ve evvel zaman içinde.

 

 

6 Eylül 2021

piraye

 

En sevdiğim bahçelerden birinde, sarı ışıklarla sarılı ağaçların altındayım. Eylül geldi. Tenimde kıpraşık bir serinlik yürüyor, ısınmak istemiyorum. Yazın bir günde eskidiğine inanasım gelmiyor, belki de hakkını vererek yaşayamadığımız için...

Bir elimde "yas" üzerine dört yüz sayfalık bir ağıt kitabı, diğer elimde gözyaşımı gözlerim yerine dökmeye gönüllü, acilen hüznünü giyinmiş bir kalem var.

Kalabalıklara giriyorum. Tuhaf, gözlerimi kaçırasım geliyor her şeyden. Utangaç bir kırgınlık mı bu, görülmeyi unuttuğum için görmemeyi seçmek mi bilmiyorum.

Sevdiğim her şeyi başka bir gözle mi sevdim, yoksa gözlerinin kahverengi avuçlarına çok yerleştim de şimdi yersiz yurtsuz kaldım; kendiminkiler tuhaf geliyor, bilmiyorum. Bir keşif denebilir belki ya da dönüş, unutuş da ihtimaller arasında.

Ayın doğduğu anları yakalıyorum, gecelerin koyu laciverdine batıyorum, gün doğumlarında yorgunluğumu düşünmekten sıkıldığım için kocaman renkli gözleri olan bir kızın kitap okuyuşuna teyelleniyorum.

Artık masal beklemiyorum, masala kendim gidiyorum.

Okuduğum ve dinlediğim bir sürü şey kalbimi orta yerinden nişan alıyor. Sözcükler... Sözcükler bayım. Hafife alıyorsunuz.

Yaşadığımız, uçurumlara sürüklendiğimiz, kül olup yeniden doğmaya mecal bulamadığımız ne varsa; sözcük sözcük, mektup mektup...

Bu aralar biraz kayıp. Gürül gürül akıyor, bir yerinden katılayım diyorum, sular kendini çekiveriyor apansız. Tamamlayamıyorum ne ağıdımı, ne malûmatımı, ne serzenişimi, ne de upuzun, apaçık, kilitli sessizliğimi...

Çok sevdiğim bir yer burası. Etrafımda oturan herkesi, her kimseler; sadece burada bulunmayı seçtikleri için bile sevebilirim gibi geliyor. Kalbimin bu zayıflığını okşayasım geliyor bazen.

Ben korkmuyorum da.., tedirgin oluyorum sanırım. Ben her şeyden tedirgin olurum zaten. Eksiklik, tamamlayamama, fazla gelme, sığdıramama, sığamama...

Bir ağlayabilsem aslında, dolar taşar her şey, sele karışır belki bu ürkeklik de, gözlerim çöl ya benim, ya da kahverengi avuçlarına çok alışmışlar ya seninkilerin..olmuyor.

Olmuyor. Uyumak ve ağlamaktan sınıfta kalıyorum.

Hayatta böyle epey zorlanıyorum.

Gözlerimi kapatabilsem..

Bu bahçenin rüyasıyla..

Ağlayıp karışsam sularına, vapurların altına yatsam, köpük köpük olsam..

Hakiki bir yaşamak, gösterişli bir eylül olurdu.

Hak edene, edebildiğince..



30 Ağustos 2021

yürümek-

 

Bulmam gerek. Bulabilmem için aramam gerek. Bir yerde bir kuvvet bu yolculuğa çıkmam gerek.

Nereye kadar bilmiyorum. Nereden başlıyor insanın zihninde toplayıp da tozlandırdığı; en ufak bir harekette toz duman olup nefesini tıkayan o albümler dolusu 'an'?

Hangi sokak köşesinde? Hangi merdivenin basamağında? Hangi kapı eşiğinde? Hangi yağmurlu iskelede? Hangi tren garında? Hangi mezarlıkta? Hangi soğuk odada? Hangi halı kenarı püskülünde? Hangi radyo kanalında? Hangi kokuda? Hangi ninnide, türküde?

Kaybettiklerinden mi başlaman gerekiyor yüzleşmeye, geriye kalanlarla yetinerek mi?

Şimdi okuduğum her satır otuz yıllık bir bilet için dürtüyor içimin sandıklarını. Kimbilir yazdığım satırlar ne diyor sessiz çığlıklarla. Kendimi okumaya güç bulamazken nasıl oturacağız masaya, hesaplaşmaya...

Bütün yolları tersine yürümenin gerektiği yerde her kurduğum cümleyi silip yeniden yazacak kadar yeni sözcük bulabilecek miyim...

Belki sahiden bir önemi yoktur sözcüklerin.

Bunu duyduğumdan beri bütün varlığım uyuşuyor, ama belki bunun da bir önemi yoktur.

Bilmiyorum, bilenler çok iyi biliyor gibi ama.

Bilmek hafifletiyor olsa bari.

Sözcüklerimin anlamsızlığını toplayıp bir ömrü boşa çıkarmak da bana kalsın. Kalemlerim kendini kırsın.

Ne zamandır söylediğim hiçbir şeyin muhattabına dosdoğru ulaşmadığını düşünüyorum. Sonra uzun uzun aynaya bakıyorum. Sonra uzun uzun ağlamak istiyorum. Şehirde bir ağacın dibinde, bir otobüs tekerinde, bir dalga köpüğünde, gürül gürül kalabalığın içinde.. ifade etmediğim, edemediğim ne varsa ata ata.. yok olmak.

Bilmiyorum ki nerede, ne zaman yankısız kaldı sesim bu kadar, böyle anlamını yitirip kendini duyuramaz oldu...

Belki bu yüzden kendi kendime söylemem, kendi kendimi ikna etmem gerek kendi öznelerime, nesnelerime...

Bu eksilişi neyle tamamlarım..

İçime saklanıyorum.

Kendi kendime, kendi hatıralarımla her şeyi doğrulayabilir miyim hiç emin değilim, çok korkuyorum ama sesini duyuramadığın yerde seni senden başka kim kurtarabilir ki?

Gece koyu, içim ağlayamadığım bütün zamanlarla sırılsıklam. Islana ıslana kendimi çürütüyorum. Çürüyen toprağımla kurtları besliyorum. Kayboluyorum parça parça. Belki de kaybolmaktan bu kadar korktuğum için sürekli her adımdan sonra ardıma bakmak..; bu iyi bir fikir değildir.

Çok yürümem gerek, çok kaybolmam, belki bu kadar da muhafaza etmeye çalışmadan, belki yolda yeni sözcükler bulup hepsini en baştan bir daha anlamsızlaştırmam..

Vazgeçmeyi, kaybolmayı, yok olmayı, yabancılaşmayı, unutmayı.

Unutmayı; başka bir ses belki de sadece bir sessizlik olmayı deneyerek..

Giderek, kalarak, kanayarak, sızlayarak, susarak..

Duyuramadığım ne varsa onlarla kül olarak.

Yeni bir sayfa gibi;

ya da hiç başlanmamış bir cümle gibi...



19 Ağustos 2021

Bütün felaketlerden hemen önce'

 

Doğduğun evde uyanmak.. Hayır uyuyamamak. Tuhaf. Yıllar kabuğumu sertleştiriyor. Bir yandan da bu kabuk içine doldurduğum ne varsa sürekli çalkalanıyor. İç organlarım yer değiştiriyor sanki. Duygularım. Hüznüm. Şiddetim.

Bak şimdi çalma listesinde aniden ilk aşkımın şarkısı çalıyor. Taş kesildiğim zamanlar geçmiş... Her şey geçiyor. mu.. Ne iyileştiriyor insanı bilmiyorum; kendini affetmek olsa gerek.

Bu aralar gerçekliğe kaptırıp ne kadar sürgüne yolladığım duygum varsa taşkınlar halinde fışkırıyor gecelerden, yaralı rüyasızlığımdan. 

Olduğum yerler, içinde bulunduğum beden, defterlerimin arasında çiçek kurutur gibi kuruttuğum dünlerim, kanımın yönünü değiştiren şarkılarım, ezbere bildiğimi çoktan unuttuğum dizeler..

Bu aralar sandığımdaki her şey kendini hatırlatıyor. Bana kim olduğumu bağırıyor.

Korkuyorum. Mahvolmaktan.

Biliyorum kendimi kendime bırakırsam mahvolurum çünkü.

Gösterişli olur ama, gücüm var mı..

Karar mevsimi olmadığını, sadeleşmeye çalıştıkça içimi kalabalıklaştıracağımı biliyorum. Sokaklarımın yönlerini yitireceğini.. Ben bunu hep yapıyorum.

Kapa gözlerini.. 1..2..3.. Ve ayaklarından başlayarak tüm vücudunda güneşin sıcaklığını hisset. Böyleydi di mi..

Güneşe, toprağa ve suya gömüyorum kendimi, çiçek açacaksam doğru yerde pedal çeviriyorum, yanlış biletler kesiyorum.

Bir sürü şey var. Sormak istediğim ve susmak istediğim.

Aniden kapısından girmek istediğim yerler ve ardıma bakmadan çekmek istediğim kapılar.

Görmek istediğim gökyüzü renkleri, yürümek istediğim sokaklar, binlerce kez daha dinlemek istediğim şarkılar, affetmek istediğim hikâyeler...

Çok düşünüp, ama o kadar çok düşünüp neredeyse "yaşadık" bunu diyebileceğim kendimi kandırışlarım var. Hayal belki. Hayal dediysem bir fotoğraf kadar kısa ömürlü* bir öpücük kadar upuzun...

Neden uyuyamıyorum doğduğum evde? Anneanne?

İçimde çırpınan bir şey var. Çatlatacak çeperini nefesimin, nabzımın, sabrımın.. Ve çatlağından yabani bahar otları, çiçekleri mi fışkıracak, kopkoyu bir yitiriş mi bilmiyorum.

Korkuyorum.

Şarkıyı bir kez daha açıyorum, bin kez daha.

 

Gün doğdu. Doğduğum yerde.

Uyumadım da ölmedim de.

 

temmuzun bi' yerinde, 07:35