28 Kasım 2006

21 Kasım 2006

Hiç inilmemiş bir kuyuydu dehlizlerimde zaman. Karanlık, ıslak, kuytu.. Güneşin kendini nazlı nazlı dokundurduğu bahar sabahlarının, gölgeler ardından cilveleşmesi…

İçemediğim suların güzelliğine takmıştı gözlerini… Susayan şehirler ve insanlardan uzakta. Yarıda kalan bir yürüyüşün sayılı adımlarına gizlenmişti derinliklerindeki mavi. Deniz ve gökyüzünü birbirine dolamıştı ressam, bilmeden tablosuna gözlerin saplanacağını.

Eski bir filmden kalma kareydi, öpüşler. Kuytularımda cirit atan heyecanlar… Seni nazlanan ritimler, coşkuyla ürpertiyle dolduruyordu gönlümü. İlkokul sıralarından kalma ucu yırtık çizgili defter sayfasına karalı birkaç mısrada…

Dünümün ve yarınımın çıkmazlarında, gözlerimden dökülen birkaç damla aşk, geride yalnızlık var. Coşku dolu konvoyların ardından sürüklenen bir dalga, puslu…

Ezemediğim birkaç filize yüklenmiş özlem.. Senin sustuğun, benim soluduğum sahnelerdi. Senin geçtiğin, benim kaldığım… Ömrümün menekşe kokulu arnavut kaldırımlarına yüklediğim seksek oyunu..

Senin soluduğun, benim soluğumu tükettiğim…

10 Kasım 2006

"o günbatımında karanlığın bu kadar uzun süreceğini hiç birimiz bilmiyorduk..."

Bir takılı kalmışlıktı, gözbebeklerine çakılı zaman. Senden gidenlerle benden aldıklarının toplamı bir koca dört mevsim. Renklerini yitiren akşamsefalarının alamadığım kokusunda yaşlanan geceler, yaşlanan gözlerle. Bir damla, fazlası sellere karıştı...
Çoktan işlemeye başladığın cinayetin oyasına takılı kalmış, ölümünün ahşap kapısında bir aralanmışlık... Sürüklediğin aynaya çakılmış renklerin. Aklını oynatan bir mavilik, saçlarına goncalar taktığın kadının gözleri.
Bende akşam, günün dayanamadığı sınırlarla kaplı. Yoğunluğu 'kavuniçi'ye çalar, söyledikleri usuldan bir şiir, seversin sen de 'Ben Daha Ölmedim Anne'... Değişmeyen bir ses kırıntısına takılı kalmış düğümün.
İçini acıtıyorsa hayat, gözyaşları yakıyorsa kalbini yıldızlardan bir geçit var gözlerinin erişebildiği en yüksek noktada. Sana gösteriyor sırrın, çözülmemişliğin saklanan perdesinin ardından kutupyıldızı...
Suya yazdığım yazıların sağlamasıydı dokunuş... Renklerin birbirine dolanıp içinin ılıklığına ılıklık katması... Parmaklarının ardından uçan bir hayata yüklüydü gözbebeklerin. Sustum, gecenin yorulduğu, şehrin susadığı saatlerdi.. Ve sadece izledim gökyüzünden, gözlerinin ulaşabildiği noktadan, hayatı ve ardında bıraktıklarını, çığlığı...

4 Kasım 2006



Gözbebeklerinden taşan koyu hıçkırığın saplanmasıydı kağıda, içimi acıtan keskinlik.
Sustuğum yağmur damlalarını içiyordu gece. Beklenenin elime kondurduğu bir yumuşak, ufak gonca gibi.
Sükûnetin sınırında sessizliğimin tıka basa doldurduğu huzursuz bir ruhtu benimkisi. Elinde kalemini saklayan bir yaramaz, geçimsiz.
Fırtınalarını saçıp, ilerliyordu gecede yalnızlık.
Tutunacağım düğümlerden usanmış loş sokaklar Loş sokaklarda cılızdan bir sarılık. Kendinden geçen gece bitkilerine rağmen, eskimeyen, kendini tekrar eden,” nakarat gibi” bir yağmur, sokakları döven. Dudakları hırpalamadan , usuldan ıslatıp geçen…
Bir deniz kabuğuydu yüreğinden ıslak kaldırıma düşen. Küçük bir minare. Denizyıldızları takmıştın saçlarına, korkunun gözlerine saplı kaldığı kadınının… Ve insanın içini okşayan samyeline karşı, kumdan kaleler yaparken “who can say where the road goes, where the day flows, only time…” Zamana yenik düşen savaşçılardık günebakanlar arasında. Kalbinin, zamanla gerçek arasına sıkıştığı, yol verdiği sızıydı akşamsefalarının ölümü gün doğumunda… Ben-sizliğin haritasında ilerlerken, kıvrımlarımdan geçerek sevmek ben-sizliği. Usuldan gamzeme saçtığın güllerinle… Sonbaharına hoş geldin..

3 Kasım 2006

"Sweet November" - Ayların en utangacı, en zarifi...

"Kasım" hoş geldin... Seni çok özledi Kırmızılar Morlar... Seni çok özledi renkler. Şarkılarını, esintini, utangaç bakışlarını çok özledik...



25 Ekim 2006

...En leylim  gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...

AHMED ARİF
(HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM)


23 Ekim 2006

"yağmurkuşugillerden biri"...


Sonbahara aşık olmuştu, kavuniçi yapraklar arasında usuldan bir tango... Etrafa saçılan kızıl gül yaprakları kadınının kokusunda... Ayağının çizdiği bir aşk ritmindeki şiir dizeleri... Erguvanına sapladığı pembemsiliğin kokusunda bir sarhoşluk... Kendine ya da erguvanî ılıklığına saçtığı inciler...
Günün birinde kulağına fısıldadı: "Eflâtun..."
O yaz sonu,yıldız geçidi bittiğinde, deniz sahili döverken kulağına fısıldadı: "Sahildeyim, seni izlemeye geldim..."
Baharın göbeğinde, coşkun bahar yağmurlarının büyük bir şevkle doğurduğu çiçeklerinin arasında kulağına fısıldadı: "Erguvan..."

Eflâtundan bir denizin erguvanî ılıklığında istemişti dizelerini...

Dizeler döküldü, adalara yayıldı, eylül akşamlarında günbatımı hatıraları, kokusunda akasya, arınmış bir su gibi berrak ve coşku hüküm sürerken mevsimlerde...

matematiğin karmaşık kıvrımlarından doğan bir sevda işlemiydi gizlenen... Gecenin koynunda susayan bir martı, hıçkırıklarını yıldız olarak saçan gümüş bir ay...

Saklıydım bir temmuz sabahının ilk ışıklarında, bir çamaşır ipindeki iki havlunun ıslaklığında, sabırsız bir dizenin söyleyeceği utangaç duygulara, şehirlerin birbirine dolandığı renklerde...

Sabırsızlığımın sabrında, kalemime dolanan erguvanlarda...

-Deniz

Odada
Neydi onlar,açmalık belki;
Camekânda neft, güherçile,
Belki de rum ateşi.

Yanıbaşımızda
Bir su akardı eli serçeli,
Sepetler tıklım tıklım havlu, bez;
Öpüşlerde yeniden çizerdim seni.

Üstümüzde
Uzayıp giden çamaşır ipini
Kimi ben görürdüm, kimi sen;
O ipti işte aşkın yazı dili.

Dünyada
Bakışımlıydı, çocuktu bedenlerimiz;
Ezilir ezilirdi aralarında
Yağmurkuşugillerden biri.

Cemal SÜREYA

***resim:Abidin DİNO

21 Ekim 2006

17 Ekim 2006

Kırmızı'ma...

Hazan yaprağıydı bir salı, ömrümün. Sürüklenen bir yaprak gibiydim Kırmızı, Omayra gibiydim ayın 17'sinde Ekim'in. İçimi sıkan bir rüzgâr vardı. Oysa severdi Eflâtun rüzgârları. Kelimelere düğümlenmiş solukları sıktı zaman, boğuldum. Nefesime nefes katarken hayata es dediler Kırmızı. Soluksuz kaldım, sararmış bir defter sayfasında,kurşundan izlerle. Zamanın akıl almaz sıkıcılığında sıkıştı bugün renkler. Bilmediğim bir dilin bilmediğim kıvrımlarında yolumu arıyorum. Bugün gökyüzü ağlıyor, İzmir küstü. Orada da var mı kasım başlangıcı kavuniçi yapraklar, bulutların gözyaşları? Bugün burada deniz gri, biliyorum senin denizin hep eflâtun... Eflâtunun mora çalar, erguvanların açmıştır hep. Daha görünmedi ilkbahar, erguvanlar uyuyor buralarda. Senin gördüğün içindeki ılıklığın erguvanî rengi. Ağlıyor erguvanı, ağlıyor eflâtunun... Durduramadığım bir depremin fayında oynuyorum küllerle. Bıkmadan, usanmadan inanmaya çalışıyorum kutupyıldızına... Bugün sürükleniyorum güzün bitmemiş şarkısı gibi. Çıplak kalmaya meyilli ağaçların düşen giysileri, kavuniçi yapraklar gibi...

09.20

11 Ekim 2006

11 ekim 2006- adım sonbahar

Sadece farklı şeyler hissettiğim, bambaşka görüntülerin zihnime yer ettiği bir dönem bu. Üniversitede yaşam, yollarda yaşam, her an farklı bir yaşam. Her yeniliğe göz ucuyla bakan bir meraklı..
Bugün hava karardı, biz vapurdan İzmir'i izledik, martılar koyu denizin üzerinde inci taneleri gibi süzüldüler, biz hayran olduk, hava karardı gün biterken biz ayrılmadan dostlukları, sevgileri, özlediklerimizi ve kuytularımızda yer edenleri bir kez daha özledik...
Güldük, sustuk, durmaksızın konuşurken satır aralarını doldurmasını bekledik rüzgârın...
Bir resime takılıp günü, özlemleri, aşkları, sevgileri peşine taktık... Bir resimle uzağı yakın yaptık.
Bugün fotoğrafa adım attık. Bugün uzun zamandır olmadığı kadar zevkle ve şevkle bir ders dinledik. Gördük ki öğrenme isteği hala içimizde yeşeriyor. Ve hala hayat yeni olaylar, yeni sahneler, yeni oyunlar koyuyor ömrümüzün tiyatro sahnesine..
Ve biz her yeni doğan güne yine umutla başlıyoruz...

**Atilla İlhan'ın ölüm yıldönümü... Biz seni çok seviyorduk hocam...

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

8 Ekim 2006

ve sıradaki parça kırmızı ve tonlarına...

Sanırım sonbahar yağmurları bizi bu haftadan itibaren selamlamaya başlıyor. Hava kapalı, hava ağır. İzmir'in iklimindeyken en rahatsız edici şey bu herhalde : NEM. Hava nemli ve sıcak ama yağmur var. Ne giyeceğini, yanında ne taşıyacağını bilemeden geçirdiğimiz günlerdeyiz bu ara. Ve havanın bu ağırlığı en çok benim baş ağrılarımı azdırıyor. Ki bu gerçekten kötü, çok kötü...
Kalbi kırıklar var bu sonbahar yağmurlarında bir de... Ne yapacağını bilemez, eli kolu bağlanmış sadece yüreği açık insanlar... Ve sokakta uyuyan, başka hayatların başka köşelerinde kediler...
Renkler gizleniyor yavaş yavaş, hava kararırken...
Ve sıradaki parça kızıllığına kızıl katarak geceye meydan okuyan dansıyla kırmızıya gelsin...


hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
ONCA NEDEN VARKEN
VE TAM SIRASI GELMİŞKEN
HİÇBİR ŞEY YAPMAMIŞ
VE SUSMUŞUZDUR...
AYNI ANDA AYNI SESSİZ GECEYE DOĞRU
İÇİM SIKILIYOR DEMİŞİZDİR
AYNI SABAHA UYANIRKEN
KİMBİLİR
AYNI DÜŞÜ GÖRMÜŞÜZDÜR.
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA

belki benim kağıt param,
bir şekilde, döne dolaşa
senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa,
birkaç mektup atmışızdır
AYIN KARPUZ DİLİMİ GİBİ
BATIŞINI İZLEMİŞİZDİR DENİZ KIYISINDA
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA.

bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda
öylece beklemişizdir...
SABAH 7.30 VAPURUNA
SEN KOŞA KOŞA YETİŞİRKEN,
BEN YÜRÜDÜĞÜMDEN KAÇIRMIŞIMDIR...
aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA...

29 Eylül 2006

ÇÖZ çöz ÇöZ çÖz...

Güne eğilen sadece dağlar.
Her şey susmuş gecede, yarım kalan çığlıklar basmış kuytuları.. Bende kalan nazlanmaların doldurduğu renk kutuları...
Uzağa bakarken, yakına dokunmanın tedirginliği... Denizin ortasında durup rüzgârın hayatımızın akışını değiştireceğini umut etmek...
Masalına masal katarak ömrün.
Ömrüne bağlanan bir ipin düğümünde kaybolmak. Yoluna yol katmış haritaların. Yeşile sarı, maviye kan damlatılmış. Arınmadan katmış önüne seni, iklimini... Bir kalem darbesine vermiş portreni... Bugüne dair olsun demiş izlerine ömrünün kurşun kalıntılarının...Aşka dayanmış sular... Ne var biliyor musun hiçliğin haritasında, kan...Usul usul akıyormuş. Hiç düşlemediğin şekilde. Sensiz ya da sana dayanarak. Varlığının coğrafyasında...
Senin adına takılı bir isimmiş ömrüne bağlanan ipin düğümü...

29.09.2006
14.00 Üçkuyular- Bostanlı Feribotu

24 Eylül 2006

hoşgeldin sonbahar


Yarın sonunda okul açılıyor! Ve ben çok mutluyum. Evde otur otur bir yere kadar. İnsan çalışmak istiyor, meşgul olmak istiyor. Garip yaratık şu insanoğlu. Çalışırken tatil ister, tatildeyken çalışmak.. Yani bu ikinciyi belki bir kızmı istemez ama benim aşırı derecede okula gidesim, ödev yapasım var. Sıkıcı bir yaz işte nihayet bitti. Sonbaharın geldiğini de zaten dün kesin bir şekilde gördük. Yağmur, yağmur, yağmur... Sonbahar ve okul... Yeni bir mevsim, yeni bir mekan... Bazen pozitif de olabiliyorum, görün işte :) Bundan sonra her iş günü vapura biniyorum, bundan sonra artık bir okul üniformam olmayacak, bundan sonra her okul değiştirmemde olduğu gibi güzel İzmirimin yeni bir ilçesini öğreneceğim. Bundan sonra kuzenimle yıllarca hayalini kurduğumuz aynı okulda olma hayallerini gerçekleştirmiş olacağız. SEvdiğim arkadaşlarımla ayı okulda olacağım. Yani bir çok şey yeni artık. Söylediğim ve söylemediğim pek çok şey...

22 Eylül 2006

Ölümden doğumu çıkart, bak işte gittiğin yol kadarsın. Güneş ve ayın dansından doğansın. Bir deniz gibi engin suların ortasındasın. Sadece mavi tonlardasın. Aşktasın, aşıktasın.. Ölüm ve doğumun perçinlediği aşkın kızıllığındasın...

21 Eylül 2006

Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..

Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...

Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...

Nâzım Hikmet

18 Eylül 2006

karanfile bakan

Ne kalmış geriye çakıl taşlarından
sadece bejden kahveye dönük hafiften bir ıslık..
tanınmayan bir silüette yansıyan çakıl burukluk sustu gecede..
ben kaldım geride, sen kalmadın, bittin, küllerin saçıldı ay dolu kadehin ağzına...
ben tuttum uçurtmayı, sen kayboldun rüzgârın çığlıklarında...
serde erkeklik var deyip çakılına çakıl kattın beyazın..
susamış kuşlar, yol veren olsa uzak diyarların uçsuz bucaksız sularına kanat çırpacaklar ama yok. Yoluna yol katmış dağlar, sularından su çekmişler. Geride, çırpılacak kanatlarda gözyaşları kalmış...
ay güldü geçen gece biliyor musun? Güldü sana. Ona verdiğin sırlar dökülmüş göğe, yıldızlar kapıp koklamış, kimbilir beğenmişlerdir belki içine teptiğin sihirli yaldızların kokularını... Ne vardı onlarda biliyor musun? Defne kokusu.. Anlatmıştım sana..
Küsmüş şehir bana. Sadece susuyor karşımda. Her sabah deniz sırtını dönüyor artık. Çünkü artık dalgaları, çalkantıları görmeme gerek yokmuş. Durulman lazım, dedi bana. Başka denizler de küsmüş müdür bana? Bir zamanlar deniz içine alırdı denizleri. Peri masallarına saklanmış aşkları taşırırdı hıçkırıklarında. Döndü sırtını deniz.. Kızıllığın ortasında yalnızlık belirdi. Ufuğa baktığımda bir kaç karanfil belirir kırmızıdan, sus dedi kokusu, karanfillerini tüketme yeni doğan güne başlarken, pembeden kırmızıya çalarken, yanık yanık kokarken katar gününe seni, sevdanı, şehrini, denizini, her parçanı, soldurma karanfillerini...

15 Eylül 2006

kayadan su geçti...

Yan yana duruyorlardı kaldırımın ortasında.

Akıp giden kalabalığın ortasında…

Gökyüzüne dönük bakışlarındaki gerçeklikte varlığını sürdüren tek güzellik Su’ nundu.

Su’nun gözlerinin dokunduğu tek yeşillik Kaya.

Su yavaşça kalbini Kaya’nın avucuna koydu. Kaya’nın avucundaki sıcaklıkta aşk göz kırpıyordu.

Cumartesinin renklerini yaşamayı kararlaştırmışlardı hafta ortasının bunaltıcı bir öğle saatinde.

Su, rüzgârların kokularını bıraktığı aleve çalan kızıl saçlarıyla, elâ gözleri ve belirgin çizgilere sahip vücuduyla Kaya’nın kalbini ezip geçen ayrılık darbesinin ilacı olmuştu.

Kaya, içe dönük, kendi içinde savaş yaratan, kendi karmaşasının çözümünü arayan, sert mizaçlı, uzun boyu, geniş omuzları ve yeşil gözleriyle dikkat çekici bir adam.

Su yılların getirdiği bir tanıdıklıkla Kaya’nın kulağına doğru, parmak ucunda uzanarak, tatlı bir ezgiyle “Bugün orda da cumartesi mi?” diye fısıldadı.

Onların ‘zaman’ı kalabalığınkinden farklıydı. Düğüm olmuş bir ipin peşine takılmıştı zaman. Sadece ‘oyun’ ve ‘bakış’ vardı. Oyun, eşyalara yüklenen duyguların oyunu. Renklerin eşyaya yansıması, enerjinin renklere. Ve sadece kahverengiye değen yeşilden oluşan ‘elâ’ bakışlar…

Yollar ya da zamanın eskittiği şehirler… Eskiyen ve taşıyan şehirler. Rüzgârın peşine takıp sürüklediği kalpleri sahiplenen şehirler ve evler ve odalar. Ya da sadece ‘biz-lik’. Yaratılan, olmayan yerler.

Su tuttuğu avucu hafifçe sıkarak, Kaya’yı kendisine doğru çekti. Kumruya benzer sesiyle hızlı ve engebesiz:

-Gidelim Kaya.

Kaya, Su’nun çakıl gözlerine bakarak duraksadı. Bir an tüm gündelik hayatı, işleri, kalabalığı unutup Su’nun kumru sesine, çakıl bakışlarına, dal gibi bileklerine, nar çiçeğinden koyu saçılmış kızıl dalgalarına takılı kaldı. Su’nun dudaklarını dayadığı hafif sakallı yanağına, yasemin kokusunun dağıldığını hissetti.

-Gidelim, dedi.

Su’nun soğuktan morarmış dudaklarına dikti gözlerini, aralanmış mor dudakların daveti bir an olsun kalbinde çırpınan güvercini öldürecekti.

Güvercin havalandı, ağzını ağzına dayarken. Kalabalık aktı, güneş küsüp bulutların arkasına saklandı. Bulutlar arasında kaynaşma oldu. Sonra karmaşa. Ve bulutların ardında güneş, bulutlarla yolladı kırgınlığını. Ve ıslak. Derinden bir iç çekişin getirdiği sel. Sürükleyip, herkesi içine alan bir hatıra geçidi. Düşlenilen ‘yağmur altında tango’, geceyi sabaha bağlayan saatlerin akrep- yelkovan kovalamacasında…

Kumsalı ıslatan gözyaşları, yağmurun altında sadece iki çift göz arasında bir ezgi. Yeşile çalan bir aydınlık. Kaya’nın kuvvetli kollarıyla çevrelediği ıslak bir vücut. Fısıldadı “…yokluğunda öldü gönlüm…” Kaya durdu. Sadece denizin hıçkırıklarıyla, yağmurun şarkısı kaldı. Ve yeşil gizli bir aydınlık. Su’ya değen derinden bir ıslık. Kalbini delip geçen bir yeşil. Yeşiline kızıl damlamış bir çiçekti sevda.

Yılların ve yolların ardından çalan bir telefonun getirdiği yeni bir hayat ve yıllar öncesinde yarıda kalmış bir tanışma.

Bir danstı aşk. Su’nun ritimleri ve o ritimlerin içinden doğan Kaya’nın ritimleri. Adım adım ve göz göze.

Yıllar sonrasında birbirine kavuşan adımlar.

Kaya kumsalı döven hırçın suya bakıp “…sarhoşum sarhoş..” diye mırıldandı. Yeşil gözleri karanlıktaki ateşböceği…

Su, Kaya’nın bedenine nasıl yayacağını bilemediği bir sıcaklıkla Kaya’nın avucunu kumlara soktu ve bir avuç kumla beraber çıkardı. Coşkun bir rüzgârla dağıldı kumlar bilinmeyen sevdalara ve diyarlara. Kumlarla birlikte Su’nun kızıla dönük dalgaları da saçıldı yıldızlı geceye.

Su, özgür ruhunu ve patavatsız hareketlerini Kaya’nın ve etrafındaki herkesin hayatına saçmayı alışkanlık edinmişti.

-Gidiyorum ben.

-Nereye?

- Uzağa.

-Ben?

-Yeni bir hayat…

-Beni sevmiyor musun?

- Hava karardı.

-Söyle!

-Gitmem gerek…

-…

Ve 15 yıllık bir boşluktu zaman, çok uzun bir es. Unutulmaya yüz tutan, çerçevedeki bir sima olup, yeniden hayatları karmakarışık eden bir kızıl…

Kaya’nın dudaklarından yalnızca şu mısralar döküldü, kızıl dalgaları alıp götürürken rüzgâr:

“… Sen aşk nedir bilmezsin

Beni sevmedin ki

Ağla ağlayabildiğin kadar

Bütün güzellikler sende

Aşk bendedir”

Ve sadece kapandı gözleri uzun bir loş boşluğa…

30 Ağustos 2006

Bir kaç damla gözyaşına sarılıymış hayat.
Coşkun bir renk geçidinin ardına eklenmeyi unutmayan mutsuzluklar hep varmış.
Kalbimin kırıldığı anlar aslında kendimi sorgulamam içinmiş. İçime tıktığım derin hıçkırıklarda unutulmuş kelimeler...
ben ve sen yokmuşuz. Biz-lik kaybolmuş mühürlü gözyaşlarında.
İçindeki savaşın kazananı hep mutsuzlukmuş... Umudunun son ateşini görmek her kırmızı başlıklı kız masalında varmış.
Aşağılanmış bir yalnızlığın soğuk kollarında renksizlik...
"Aldırma" cümlesinin yakındaşı "kaldırma"... Yük ağırsa kaldırma, belki hafifler. Kendini kandırmanın eşiğinde ağlarken...
Aynada duran küçük kız çocuğu... Sevdiği rengi yapıştırdığı gözlerinden akan bir ezilmişlik... Sevinilecek ne kaldı geriye? Bir kaç damla su damlasına hapis arınma mı?
Gözümü kapadım. Yok olmak isteğimin son perdesinde miyim?
Neyim? Sadece ölesim tutmuş bir öğle vakti, lunaparkın ışıkları sönerken... Geride bıraktığımı bilmeksizin gitmek istiyorum.
Kalemimden kan damlıyor.
Aşılan engeller yetmezmiş ayakta kalmaya.
Koskocaman, çapraşık bir seksek oyunuymuş hayat.
Melodisi değişken.
Yazar baba demiş "...bu kadar acı çekmedikçe Tanrı'ya inanmamı beklemeyin benden..."
Tanrı kahkaha atıyor ben içimdeki çiçeklerin solmasına şahitken.
Ne "oldum" diyebilirsin ne "bitti".
Düşman gibi hayat, beyninden geçen mısralara.
Eserini bitiremeyen sanatçı...
Çözülmüş mü içimdeki düğümler yoksa İskender'i mi bekler?
Aşk ne demekmiş?
Öyle bir şey sadece masallardaki perilerin asalarına gizlenmişmiş.
Korkuyorum. Büyülerin olmamasından. Korkuyorum. Düşmekten. Korkuyorum. Kendimden. Ve üşüyorum. Çırılçıplak gözyaşlarımın etrafımı çevrelemesinden.
Tanrı kahkaha atıyor ve kalemimden kan damlıyor...
Gözlerimi kapatmaya 1 kala...

26.08.2006

23 Ağustos 2006

artık üniversite...




IEU- Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

ÖSS Maratonu bittii =)