29 Ağustos 2016
gamzeli mektup*
Bu sabah içime şöyle bir his peyda oldu; bir zaman gelecek, aynı anda "Hadi" diyeceğiz ve her şeyi boş verip iki bilet alacağız o en sevdiğimiz yere.
Bildiğimiz bir sokakta buluşup, sayısız bira içeceğiz.
Sonra günler geceler boyunca uykumuz gelmeyecek. Sabahlara devrilecek gece çiçekleri, o büyü rengini yine bir tek biz göreceğiz.
İlla ki Nazan Öncel çalacak, illa ki ojeler sürülecek sakınmasız kahkahalar eşliğinde.
Sayısız fincanda kahveler dolup boşalacak.
Şansımız yaver gider de bir ocak bulursak, sen sabahın omletini, ben akşamın çorbasını pişiriyor olacağım.
Sana bu ıssızlığı anlattığımda, onun nasıl da kalabalıklaştığını görüp şaşıracağım anı bekliyorum ben hep.
Kuralların üzerine tükürüp başka türlü o iki kadın olarak buluşmamızı.
Birlikte hayal kurmayı. O hayallerin gücüyle yeniden yürümeyi öğrenmeyi.
Seni çok özledim.
Bana "Bak ne izleteceğim sana" demeni özledim.
Sevgileri, aşkları, ayrılıkları, sevişmeleri, ciğer parçalayan uzaklıkları, tanımadığım yakınlıkları, rüya olup olmadığını bir türlü kestiremediğim anları, yaptıklarımı, yapamadıklarımı sana anlatmayı, senin onlara içimi bilen anlamlar vermeni çok özledim.
Kendime bile yüksek sesle söylemeye çekiniyorum ama, yol hiç olmadığı kadar kayıp güzel dostum, her sokak ayrı bir çıkmaz.
Sen hep varsın, orada bir yerdesin ve ben seni içimde taşımayı öğrendim ama, artık uzun uzun sarılmamız lâzım sanki..
Gözlerine bakıp rotayı kestirmem gerek.
Bir zaman gelsin, ve her neyin içindeysek ışığı söndürüp yola çıkalım.
Hep bu anı bekliyorum.
Beklediğini biliyorum.
Reçellenmiş gülüşünden, baharlı gözlerinden, sigarayı şiir gibi tutan ellerinden öpüyorum...
23 Ağustos 2016
ağustos 22'
"Bir gün bir şeyler aranırsa
Bu benim korktuğumdur."
Aylardan ağustostu. Turgut Uyar'ın gidebildiği bir tarihin sararıklığında kurumayı sürdürüyorduk. Ezberimiz zayıflamış, şiirlerimiz yetim hisseder olmuştu.
Sevdiğim bir çok şeye sonsuz ilgisizliğim ve sıkılganlığımla ihanet ediyordum.
İçimden yükselen çekip gitme arzusunu bastıracak ne bir amaç, ne de tutkulu bir hikâyem kalmıştı. Çokça yalnız, genel olarak rutinin herhangi bir parçası gibi hissediyorum.
Radyolar iyi ki vardı, çünkü sevdiğim şarkıları dahi unutur olmuştum.
En nefret ettiğim cümle, en sık kullandığım cümleye dönüşmüştü; "Fark etmez."
Fark etmeliydi, ancak sahici bir şekilde etmiyordu. Bunca heyecanı nerede yitirdiğimi kendime soruyor, tüm cevaplardan koşar adım kaçıp saklanıyordum. Çünkü açıksözülüğüm tam bir canavardı.
Kendi kendimi, kendi sorularım ve cevaplarımla yok etmek konusunda diplomalı uzman, yeminli müşavirdim.
Bir şeyi; doğru veya yanlış, iyi veya kötü, inatla ve sebep aramaksızın istediğim zamanlarda kalbimin attığından da, sağlığından da kuşkum yoktu. Uzun zamandır onu duyamıyorum ve ne kadar özendirmeye uğraşırsam uğraşayım hiçbir şeyin canının çekmesini sağlayamıyorum.
Bu, birbirinden hiçbir şeyi ayrılmayan günler, her akşam belediyenin belirlediği saatlerce poşetlenip kapının önüne konulan çöpler gibi.
Oysa bir yerlerde birkaç baş döndürücü şey yaşamıştık. Yaşamış olmalıyız.
Yoksa bu derin özlemi hissetmeyi bilemezdim değil mi?
Cebimdeki son parayla aldığım biletler, gecenin orta yerinde önüme uzanan şehir ışıkları, uyduruk mutfaklarda demlenmeyi bekleyen çaylar... Kalbimi yerinden oynatan sahiller, otomatı bozuk daireler, çalışmayan çaydanlıklar...
Arzu yitimi. İstek yaratamama çıkmazı.
Her şeyin ama her şeyin fark etmesi gerekiyordu, şimdi hiçbir şeyin bir üstünlüğü yok. Uğruna beş kuruşsuz kalacağım, uykusuz bekleyeceğim, sırtımı döneceğim, yol vereceğim, risk alacağım ne varsa, yok. İnadına olan her şey yok oldu. Kanım kızarmıyor.
Yağmur altında sırılsıklam, bir hayat aradığımız mevsimlerin devamı çekilmeyecek hissi.
Tutuşmayan kibritler gibi takvim yaprakları.
Ürkütücü bir akış bu. Ne zaman böyle teslim, böyle her şeye eyvallah eder oldu ömrüm..
Korkuyorum, engel olamamaktan, gidişatı değiştirecek o en "ben" adımı atmaya yeltenememekten çok korkuyorum.
Kendimi öylesine, hiçbir "en"i olmayan, ritmi değişmeyen, değiştirmeyen, cesaret gerektirmeyen, ortalama bir şeyler için feda etmekten...
Ağustostu, kendimi aramaktan yorgundum.
Bulduğumu gösterememekten aşırı sıkkındım.
Kelimeler derin bir uykudaydı, tüm bunlar fırtınadan önce sessizlik olsaydı da yaşamaya değseydik...
17 Ağustos 2016
bildiğim hiçbir şey
Bazen içime çok yoğun, çok sıvı, yerinde çalkalanan, çalkantısı fena bulantı yapan bir sıkıntı yerleşiyor. Gelişinden en çabuk dilimin haberi oluyor ve kendisini dokunulmaz bir kilitle kapatıyor.
Zaman zaman bu sıvı gözlerimden taşıyor.
Böyle zamanlarda kendimi en çok kalbimi sorgularken yakalıyorum. Sanırım yüzme bildiğinden bir türlü emin olamıyorum. "Tamam mısın?" diyorum, "İki kulaç daha atıp da kıyıya varabilecek misin?"
Kendi dilim gibi, onunkine de kilit vurulduğu anlar en büyük esaretim. Kendine yenilişin sonsuz sessizliği.
Sonra bir şey oluyor.
Geliyor, ve sarılıyor biri. Fazla derinde, boğulmak üzereyken koşup yetişip, bütün gücüyle çekiyor dışarı, karaya varmamı istiyor. Bildiği, bildiğimiz kara parçalarına dönmem için yalvaran gözlerle bakıyor.
Ona kendi bildiğinden farklı olan o yeri nasıl anlatacağımı kestiremiyorum bu lal halimle. Gözlerimden taşan sıvı yetmiyor o içimi dolduran suyun nerelerden savrulduğunu, neleri savurduğu anlatmaya.
Susmanın onaylamak olmadığı bir yerdeyim, ama bu coğrafyayı tanıyan yok, benimse tanıştıracak gücüm..
Yaklaşan gemilerin dönüşsüz seferleri olabileceğini bir tek ben biliyorum ve bağırmak için ağzımı açtığımda sesim çıkmıyor.
Bazen üzgünüm. Çok üzgünüm.
Rüyalarım kâbuslara, kâbuslarım hüzünlü, çok fazla hüzünlü ve yarıda kalmış hikâyelere dönüşüyor.
Enkazlarda kalıyorum, canım yanıyor.
Ya da kapısı çalınan bir dairede bir yatak ve bir komidin arasında üzerime gece duvarları çöküyor.
Geri dönüşlerin hiçbiri bildiğim, beklediğim şeyleri geri getirmedi.
O yüzden içimdeki çalkantıya bir gemiyi göndermem varsa varsa hüsran limanına...
Kaçamıyorum da kalamıyorum da..
Ellerim bağlı, dilim tutuk. Ne bir ses, ne de şapkasının derdinde bir harf.
Nefesimle yetin.
Olur da gücün beni o sulardan çekmeye yeterse, olan ve olmayan ne kaldıysa bize mavi koksun.
Hiç değilse.
***
Bir akşam kahvesinden, kadeh dibi kiraz çekirdeğine uzanıp kalmıştım.
Bildiğim hiçbir dil bir başkasına çevrilemiyordu.
Ve dalgalar, midemle dudaklarım arasında mekik dokurken göğüs kafesim akıntı tehlikesini bağırıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)