Kırıldı. İncecik bir şey değildi. Kuvvetle bastırdık, bastırdım. Zorla kırdım.
Aklıma, doğum günüme ilişen ayrılık şiirleri geldi, yol'a dökülenler, toplanamayanlar.
Aklıma çok şey geldi. En çok otuz beş yaşım. Ve şimdi taşımakta zorlandığım yirmi sonlarım.
Kalabalıklarda burnuma çarpan kokuların ortasında, bile isteye kalbimi düşürdüm. Bile isteye kaybettim. Ağır geliyor diye onsuz olmayı seçtim. Belamı verecek bir şey aradım, istikrarına sağlık, onun için bile bulamadım.
En iyisini bile bile ortalamaya razı olmak zavallılığına kadeh kaldırmaya karar verdim.
Siz bunu alışkanlık haline getirmeyin.
"Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur."
Taşıyorum kendimi; kum kum taşıyorum.
Söküklerimi ilmek ilmek dikip düzeltiyorum.
Buna mecbur bırakılışımın gözyaşlarını, balkon giderlerine bırakıyorum.
Hayatıma, rengini arayıp bulması, içine yerleşmesi için zaman veriyorum.
Gücümü kayalara yaslıyorum.
Her rengi mavi olan şarkılardan başka hiçbir fısıltıyı kabul etmiyorum.
Kollarım yarına sımsıkı sarılabilsin diye şınav çekiyorum. Ve bütün cumartesilere iz bırakabilmek için rujlar sürüyorum.
Sevdiğim caddeler biriktiriyorum nabız kumbaramda. Sevdiğim sokak isimlerini takip ede ede kayboluyorum.
Kaybola kaybola kendimin yollarına çıkıyorum.
Eve varma planı yapmadan anahtarımı buluyorum. Anahtarımı bulmanın sonsuz huzuru, nefesime şükran dolduruyor.
Attığım
her adım gökkuşağı harelerince biçimleniyor, ve kaldırım taşlarından
bitecek anarşist bir otçuk yeşilinin başkaldırısına çiçekler
gönderiyorum.
Bir
ağacın gövdesine sımsıkı sarılmak, dudaklarımı kabuğuna sürtmek
istiyorum. Odunsu bir tatla, oracıkta kök salmak. Mevim mevsim izlenmek
istiyorum. Meyve meyve çoğalmak.
Şehvetli tatlardan kavanozlar doldurmak.
Eski
bir Sezen Aksu şarkısının nakartında sararıp, insan insan taşıdığım
dünlerin ortasına, yutkunarak bağdaş kurmak, oradan çırılçıplak
kalkmak...
Kendimi kendimle giydirmek, fazla olan hiçbir şeye mahal vermeyen yaz akşamlarına kavun kesmek.
Ezbere bildiğim adreslerden biri olmak istiyorum. Avucumun kırgınlıklara sürtüp de kızaran yerlerine kayısılar yerleştirmek.
Lavanta kokulu çarşaflara piyano kırıntılarıyla süslenmiş, kulak memesi kıvamında, gözleri parlayan sessizlikler sermek...
Çay
buharının içimi gıdıkladığı gün doğumlarını, suluboyayla posta
kutularına bırakarak hatırlatmak kendimi; zeytin severlere, domates
severlere, gülüşü susamlılara...
Omuz çıkıntılarında ve köprücük çukurlarından bıyık gıdıklanması ve pati nemi toplayacağım rüyalar inşa etmek istiyorum.
Turuncu dalgalar, eflâtın sıçramalar, pembe makaslar, mavi üflemeler, mürdüm cimdikler, leylak okşamalar yaymak.
Arzu, içimden taşıyor.
Arzu, büyük mecal gerektiriyor.
Göğüs kafesimi kırıp, kaburgalarımın saplanıp, kalp ciğerini kan revan içinde bırakan ne varsa, yenemedi.
İçimde dönen minik çarkın heyecanında hep aynı şarkı şimdi..;
"Yeni gün giderek yakın..."
Kahve fincanının izlerinden bilet toplayamıyorum.
İçimdeki gitmek zamanına bir takvim uyduramıyorum. Olmam gereken bir yer, görmem gereken bir sen var.
Çok kararlı, en kendimden emin adımlarımın, bir durağa geldiğimde bana dil çıkartıp, yalınayak hissettirmesi acizleştiriyor nefesimi. Yardım isteyemeyeceğim durumların yalnızlığında türlü olasılıksızlıkların provasını yapıyorum. Dünya bu kadar büyükken ve biz bu kadar küçükken her şeyin kararını verme gerekliliği çok canavar.
Anıların hafızası bizi nasıl giydiriyor acaba. Biz kendimizce unutulmazlarımızdan kuleler dikerken, sahiden hangi rolle yer alıyoruz dün hikâyelerinde?
Ciğerime düştüğün anlardaki tanrı biçiminden haberdar mısın mesela. Poseidon. Evet. Belki de bunu ben düşünmeliyim..; Julia.
Bir takım şeyleri, farkına varmadan iyi öğrendiğimin ayırıdına varıyorum şimdi. Ve bazısını da sormaya bile yeltenmediğimi. Sahi gözünün önüne gelen kadın, kime, neye benziyor?
Benim aklıma şu geliyor; mutfakta bir şeyle uğraşıyorum ve çıplak ayaklarımdan birinin parmaklarını kıvırarak yere basıyorum. Bu. Bu bir tanımdı.
Bilmediğim, farkında olmadığım. Sonra başka türlü yere basmak istemediğim bir şeydi. Ama. Ama başka tanımlar var mıydı. Olmalı. Bir pazar alışverişinin neresindeyim. Bir teker turunun. Apartmandaki hangi basamağım eğilip bağcığını bağladığın.
Her şey çok zor ve her şey çok üzücü hikâyeleşiyor; mutluluklar da dahil.
Eyvallah diyebildiğim bir hayat yitiminin ardından neyin dalgasını çıkarıyorum sularımdan böyle.
Belki sadece yorgunluk. Pişmanlık değil.
Zamanı ileri almak mı istiyorum öngöremediğim şeyler için. Korkuyor muyum.
Neyi biliyorsam ve bilmiyorsam kayıp.
Bir hayatı kucaklamışlığı öyle çok hatırlıyorsun ki altında ezilirken. Rüya olduğuna inanmak, kendimi inandırmak istiyorum.
Bazı şeyleri yaşarken boşluk boşluk hissetmek ve görüntüyü netleyememek çok, çok kötü. Nasıl bir suyun içinde yüzdüğünü bilmeden açılıyorsun açılıyorsun, kıyı nerede, ufuğa kaç var, derinlik ne kadar; fikrin yok. Sonra bir şey seni alıp karaya fırlatıyor ve dönüp bir bakıyorsun ki maviden camgöbeğine yürüyen, pembeden kızıla çalmış, eflatun bir gökyüzüyle öpüşen bir şeyin içindeymişsin. Güneşe yaklaşacak kadar açıktaymışsın ki, fırlatıldığında bu kadar çok acıdığına göre epey ilerlemiş olmalısın.
Üzülüyorsun işte. Üzüntü bu. Tekrar adım atmaya yorgunsun, derinleşmek için atacağın kulaçlara mecal gerek.
İlk seferinde dönememekten korkarken, şimdi varamamaktan korkuyorsun.
Korkuyorsun. Hep korkuyorsun.
Olamamak bu.
Bu aralar.., iki patlıcan közleyip yoğurtlamak lâzım.
Yemek yapmayı, yemek yapmanı, mutfakta yalınayak ve parmaklarımı kıvırarak rakıya buz kırmayı özledim.
Korkarım ki bu bir rüya değildi.
29.01