23 Kasım 2010

İçinden doğru...*


Yüzümüzü nereye dönmüştük, bilmiyorum. Belki gecenin güneşine.. Kentler geçiyordu etrafımızdan, bizi doyumsuz ışıklarıyla bir çember içine alarak. Dönmedolabın gökyüzüne en çok yaklaştığı noktada, biz hep el ele atlamayı düşünüyorduk, sevdiğimiz sokakların, yazar isimli köşelerine.
Onun üzerinde, söğüt ağacından ödünç aldığı, diri bir yeşillik vardı ve değirmenlerin dokunduğu saçları, gözlerine buğu bırakan bir sonbahar rengindeydi.
Mayısı bekler gibi duran yalnızlığına sözcükler arıyordu ve bir şehir.. Çocukluğundan taşıdığı valizden çıkmayan bir mevsim. Nasır tutmayan incecik parmakları, dokunduğu her soluksuzluğu biçimlendiriyor ve adeta bir öpüşe çeviriyordu Anka kanadına değen. Renklerin doğurganlığını ve rüyalarına düşüreceği masalları arıyordu dalgalar arasında. Sessizliğini karıştırdığı şekerli kokularla müzik yapıyor ve kırılgan bileklerini portakal kabuklarına sürüyordu. Bisikletlerin vardığı ülkelerde, ahşabın ve sarı ışıkların yakıştığı sıcak salonlar düşlüyordu; mevsim kış, gözleri temmuzda nar çiçeği..
Kalbinin evindeki tenhalıktan taşan dizeleri tek tek diziyordu raflarına uykularının ve kadın bir dokunuşla yıkıyordu zamanı. Zamanı yıkıyordu..
Düşsel bir boyutun kırgın patikasında yürüyoruz birlikte. Dünyanın bize değen yerleriyle acıyan yanlarımız, karşılıklı bir sessizlikle birbirine varıp toza dönüşüyor. Masallar var, birlikte, kalemsiz yazdığımız hikâyeler.. Ve göz buluşmaları...
Üşüyordu ve ellerimin sıcak olduğunu söylüyordu; ama unutmadım. Onun sırtına serili güneşi, karla kaplanmayan içini, o soğukta unutmadım..
Benim ellerim sıcaktı ve gözlerim kapalı. Onun her yeri, tüm güzelliğiyle mevsime açtı, titrek serinliğinde içine yerleşen güneşi, avuçlarının arasında tutmayı ve çırılçıplak gözleriyle, görmeyi diliyordu.
Raylarla hatırlamak isterdim hep, o Anadolu'nun bozkırları yüklenen koynunu. İsmimi bilmediğim yıllarda, demiryollarına bırakarak gelirdim kırmızı masalları. Sonra suya bakan yanım, asfalta alıştı. Derin bir hüzünle, asla bitmesini istemediğim o tenha yolculuklarda öğrendim, alıştım; varacağım yerden korkuyordum.
Kokusuz bir kentin, renksizliğinden ve sessizliğinden belki. Sessizliğinin içinde büyüttüğü karanlık kalabalığından. İnsanı ürküten kelimesizliğinden ve neşteri teninde hissettiren ayaz bakışlarından.
Onun başkalaştırdığı bir bulvarda öylece durmuştuk. Dünyanın dönmesini yadırgayan yanlarımız iç içe geçmişti ve sonsuz bir beyazlıkta kayboluyorduk, ilk kez doğru adreste.. Sonra sordu. Ben hiç unutmadım. Bizim tedirginliğimizi ateşe vermeye çalışan bir yüreksizliği vardı yolların ve herkesin bakıp da gördüğü, gerçeğin uzağındaki dünyanın. Kaybolmadık. Korktuğumuzda sığınacağımız gözlerin yol tarifini öğrenmiştik. Beyaz göz alıyordu, ama sıcağı duyuyordu tekilliğimizin yankısı. "Ben"den "biz"e varıyorduk..
Yaralıydık, belki kanadık.. Kalanlarımız arasında iskeletlerini kırdık yüreksizliğin. Güneş vardı, kim bilir belki de bizi, birbirimiz içinde eriten, gündoğumlarının öncesi, gecenin güneşli yüzüydü.
Kentler geçiyor, yollar, kalabalıklar şimdi..
Beni bildiğini biliyorum. Ve tuttuğum günceye mavi sözcüklerle sesleniyorum. Niye yazmaktan vazgeçiyor insanlar, günlerini? Hatırlamak mı acıtıyor içimizi bunca, yitirmeyi göze alacak kadar çoğalıyor muyuz yoksa... Büyüdükçe ve sertleştikçe hayat, vazgeçiyoruz kentlerden, mevsimlerden, bir pazartesi sabahında damağımıza tutunan çay buharından. Belleğim kimi zaman tetiğini çekiyor ve ötenazim kesik soluklarla, yitirişin avucuna düşüyor.
Günleri yazıyorum artık sana, haftaları yediye, ayları otuza bölenlerin zamansızlığında. Çünkü ben hiç unutmadım. Dünyanın döndüğü ve bizim o an başka bir evrende birbirimize karıştığımız o gün batımını...
Ve ardından bir saman kağıdına yazdığım o cümleyi..
Beni korumaya çalıştığın kalabalığın, uğultusunun ardından sorduğun o soruyu hiç unutmadım;
Hayır, korkmadım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder