16 Nisan 2006

Deniz sadece denize alışık...

Dudaklarına çizilmiş karanlık bir çizgi var, dışarıda tekrar eden yine yeni yeniden tenini döven yağmura inat bir çakıl parlıyor kullanmayı öğrendiği gözlerinde... İçinin sevdasız köşelerinde ilerliyordu bir yabancı, yakalayamadığı, sayamadığı ritimlerle. Kuytularındaki erguvani morluklar yakmıyordu artık canını. Güneş kızarıp kanına karışıyor muydu, soğuk donduruyor muydu damarlarından akıp giden kırmızıyı? Unutamadığı bir cümleden emanet bir betimlemenin kıyısında hayatla oynaşıyordu "dışarıda nakarat gibi bir yağmur"...
Şeffafın tanımını arayan, rengini kaybetmiş, parfümlerin dansını yaşatan bir coğrafyada karanlık bir gülümseme delik deşik ediyordu içini ve içinde kırılarak Newton halkaları benzeri renkler yaratan kristalleri.
Adı yoktu. Adsız, tanımsız. Olmayı beceremediği şeyleri taşımamayı tercih ediyordu. Ona kimse bir ad koymamıştı. Bir koyun yeşiliydi belki, bir koyun koynunda sevişen renklerin kıyısında...
Yarıda kalan ünlemdi onun derinliklerine taşıdığı..
Bir açık pencereden kendini aşağıya bırakıp, 'zeytinlerin kokusunu duyarım' umuduyla seksek oynayan, orası burası hayat çarpmalarıyla morarmış bir küçük kız çocuğu...
'Ol'manın ne olduğunu bilmeden 'ol'maya, es deyip hayata bir mola vermeye çabalayan... Olmakla ölmek arasında kavrulan. Bir kış gecesinden kalma buğulu camlara olmayan adını, ölmeyenini ve dirilmeyenini yazmaya çabalayan. Tanıdık bir şehrin adını duyduğunda kalbi çarpan bir sıcaklık, kağıları zorlanan bir soğuk hissizlik...
Coğrafyasında kaybolmuş Deniz'e uzak, denize yerli bir kalp...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder