28 Haziran 2018
"hızla aynı uzağa..."
Bazı cümleler kolay kurulmuyor ve her öğenin öyle ezici bir ağırlıkla devrilişi var ki... Bile isteye, mecburiyetten.
İçimizdeki o incecik ve dağılgan hindibayı öyle sert rüzgârlarda savunmasız bırakıp, öyle darmadağın etmişiz ki.. Şimdi dört bir yana savrulan tüyleri ne kadar toplasam da avuçlarımda, tastamam edemiyorum, eskisi gibi giydiremiyorum baharlarını.
Benim küskün çiçeğim. Yarım çocuğum.
Güzeldi, şıktı, özenilendi; hoşçakalların ardında sapasağlam bir omuz bırakabilişimiz.
Güvendiğim ne varsa o dağdı, kendi omzumdan da o dağın aynısını yaratabilmiş olmamdı ama becerememişim; her hoşçakalı taşıyacak kadar güçlendirememişim kışlarda, boranlarda; yıkılmışım, yenilmişim.
Afet bölgesi ilan edildiğim zamanlardan, plastik poşetlerde gözyaşlarımı, kalp ağrılarımı, yalnızlığımı iki kıta arasında taşıdığım akşamlardan, sadece çatısız sarhoşların şahit olduğu gün doğumlarından biliyorum hayatın tokat geçidini.
Anlıyorum, öyle iyi anlıyorum ki çaresizliği, dağılmışlığı, çalınanları, hayata karşı mahcubiyeti...
Anlamak onarmaya yetmiyormuş ama organımı.
Doktor gerekiyor, ameliyat.
Kalpten hayata metastaz yapıyor tümör.
Sağ çıkamama ihtimaline karşılık nefesimi tutuyorum:
1, 2, 3, 7, 9, 13, 18, 22, 25, 35, 87, 132, 432,...
Hatalarımı üst üste koyup da bir doğru edindiğimi sandığım yerde dahi sağlama yapamıyorum şimdi.
Bilmem ki nasıl der bir insan kalbine, ciğerine, içinin bir köşesine çalışma sen diye? Dermiş biliyor musun? Dermiş demesine, acımazmış kendinin olsa bile ama o, kaldığı yerden sağlıkla devam edemezmiş işte.
Periler de yoruluyor bir zaman gelince.
Bazı hatıralar beni, duyguların ölümsüzlüğüne inandırıyor. Zamanın mucizevi rastlantılarına. Elbet yıkılmayacak bir omuz dağ olduğuna.
Sonra çatlaklarımın içine gözyaşları sızıyor, tuzu yakıyor açık yaralarımı. Kendi suyumla, kendi tuzumla yıkılıyorum, yere çakılıyorum yine.
Hindibamın zavallı çıplak gövdesiyle göz göze geliyorum.
Üzülüyorum "uğruna" yapamadıklarımıza. Edebimizle, sessizliğin asaletiyle, özenilenin sağlamlığıyla beceremediklerimize.
İç organlarımızı gün gelip de sahibine hakkıyla bağışlamak için doğru düzgün sakınıp saklayamadığımıza.
Çok üzülüyorum, üzüntüme tokat gibi çarpıyor gürültüsü olanın, bitenin, yenilginin.
"İnsanları hadiseler ayırır, hatıralar bir arada tutar. İkisi de aynı güçte olunca, arada sabit bir mesafe kalır." diyordu yazar;
o sırada bir şarkıdan "iplik iplik sisler, unutulmuş şehirler" geçiyordu.
Dağlar yıkılıyordu.
8 Haziran 2018
bi' fazla
Sevdiğim şeylerin dünyeviliği.
Yalınlıktan nasibini almışların yaydığı toprak kokusu..
Bir oyun için gereken tek bir yol; bazen seksek, bazen köşe kapmaca.
Kaldırımda biten otun coşkun yeşerikliği.
Mutluluğun kızarık sıcaklığı.
Her yaz akşamı düşümün aynı manzara'danlığı..
Yeni bir zaman dilimi, yeni bir anı öğlesi.
Derin bir nefesin alçaktaki mavi gölgesi.
Yorumu şafaklara bırakılmış gece yarıları, yıldızlar, yağmurlar..
Yaşayıp yaşamadığımı kestiremediğim zamanların ebemkuşakları, albatrosları, demli akşamları, iki kişilik odaları; üç değil.
Tekrara düşmeyen sözcüklerden kurduğumuz bizlerimiz, eksi-k-liklerimiz, belki de fazla.
Sana, bana, aya, yola, düne, yarına.
Bir hikâyenin meydanında yalnızlığıyla ünlü bir ağacın gölgesizliğinde beklemenin şarkısı.
Tahmin etmeye çalışma; ağustosların birinde sazlıklara gizlemiştik.
Deniz kabuklarına, şişe diplerine, semt pazarlarına, memleket çarşaflarına.
Göğsümde yürümüş yaban otları, ısırganlar, omuz gamzeleri, nar ağaçları, kulübe yazıları, kanatlılar ve mürekkep lekeleri...
Gel, biz ezberimizi bozmayalım;
ateşten, külden, maviden yana,
usul usul.. belki de dört nala.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)