27 Temmuz 2017

bakır cezve


Bir merdiven kenarında durmuştum. Gönülsüz bir hoşbeşin kıyısında, uzun; çok uzun; şehrin kocamanlığını anlayacak kadar uzun bir yolun başındaydım. Ne dünümden bir farkı vardı, ne de öngörebildiğim kadarıyla yarınımdan. Öylesine, günlük iş listelerine çarpı ata ata gittiğim bir çarşamba, belki de perşembe, kimbilir salı. 
Uyuyabileceğim, ama çoklukla uyumadığım bir yatağa varmak için her gün harcadığım yüz elli- iki yüz dakikanın birinde seslendi bana; merdivendeki bıkkın duruşuma. Belki orada ilk defa, sonra da hep günün herhangi bir yerindeki öylece duruşuma seslenmeyi sürdürdü. 
Sonradan anlattığı manzaraların hepsinde ya caddelerde yürüyordum, ya vapurlara biniyordum, ya yemek yapıyor ya da sevdiğim bir şarkının sıcağında öylece oturuyordum. Söylediğim veya yaptığım özel bir şeydense pastane vitrinlerini izlememden hoşlanıyordu. Her acıktığımda yeni kavrulmuş leblebi istememden. Kedilere pahalı yoğurtlar ve peynirler almamdan. Çayı kahveyle aynı bardaktan içmeyişimden. Cumartesi sabahları gözlerim açılmadan çikolata arayışımdan. 
Üzerine düşünmediğim ne varsa, ondan. 
Evde çiçeklere bakmanın normalliğiydi bana kıvrılan yolu. 
Galiba bu hikâyede en çok içime dokunan bu oldu:
Baktığı yere, düşünmeksizin yerleşiyor olmak.
Bir de.. gittiği günden beri kapıda tek gözlü kedisinin nöbet tutması...



"Yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın diye;
beni bulamazsın, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.

Ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim yüzünden 
öyle görünüyor)
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor -
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor.

Her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük: buluşmakta direttiği zaman."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder