9 Eylül 2016

ağrısı*


Zamanı uyuşturmak için hiç durmuyorum. Bir an durup da boşluğun sesini duyarsam karşılaşabileceğim yokluktan ürküyorum.
Kendi yarattığım akışın omuzlarıma bindiğini hisseder oldum. Yaşlanmak, kendini ilmek ilmek işleyen, kendisine hazırlık yapılan bir şey değil. miş.

Çamaşırları makineden çıkarırken, birer birer silkiyordum. Hâlâ, 480 kilometre uzaktaki annem kızar diye. Tam o anda nabzımı duyamadığımın ayırdına vardım. Günleri bir görev gibi başlayıp bitirirken yitirdiğim ses. Damarlarımın üzüntüsü.

Hiçbir şeyin mutluluğu ve her şeyin mutsuzluğu. Bir boşluğu taşımanın sızılı ağrısı. Heyecanımızdan ne zaman, nasıl soyunduk bilmiyorum, ama uğruna olan ne varsa yetemiyor, yetişemiyoruz gibi artık.
Hiç uyumadığım gecelerin her bir dakikasının çarpıntısını hatırladıkça, neyin neye değer olduğunu sormadan edemiyorum. Kendimden başka kimseye değil. 

Akışa karışsam da, onu kendi haline bıraksam da akmıyor.

Bulunduğum her yerde, birilerine çözüm üretmeliyim oysa. Bir şeylere. Sözcüklerle oynamalı, herhangi bir şeyleri ifade etmeli, onların ciğerlerini bilip konuşmalıyım. Peki kendiminkiler? Bir zamanlar Chloe gibi öleceğimi düşlerdim.
Şimdi zambakların bile içime düşesi yok. 
Günler köpürmüyor.

Olmak istediğim gezegenlerde şimdilik hayat görünmüyor.

Bu ne biçim hikâye böyle*,
bilmiyorum.
Bilemiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder