Rüya değildi. Rüya olsa öyle güzel olmazdı. Rüyaların hiçbirine girmek istemem. Bedenimi kaplamadığı gibi, zihnimin tüm aralıklarından sızıp, her noktasını iltihaplı bir uyuşuklukla doldurur. Bir güzellik tanımı değil benim için rüya. Kâbuslardan söz dahi etmiyorum. Kalbimle bilincim arasında ne oluyor pek kestirmeme imkân tanımayan bir elektrik kesintisi: Uyku yarası. Öpülemeyen sızı. Doldurulamayan yalnızlık.
Hayır, kesinlikle rüya değildi. Ayağım yere basmıyordu ve evet, yine bilincimle tarifini yapamadığım bir ilişki içerisindeydik, ama kanım... Tüm iliklerime ulaşıp, kendini geri toplayan, adeta nabzımdan fışkıran..
Bir müzik hatırlamıyorum. Müziğin kendisini içe almak sağırlaştırıyordur belki kişiyi. Ya da öyle çok dinledim ki, içimde sonsuz kere sürüp giden nakaratlardan soluksuz fon oldu, duymadım. Ama dediğim gibi, müziği içe almak denilen bir şey var. Bilmiyordum. Damar damar notalaşan bir akış mümkün. müş. Öğrendim.
Sabahları birbirine benzeyen ama kendini ezberletmeyen o kapıyı çekme sesinde, bir rüyada olmadığımın bilincinde değildim. Çünkü "gitmek" bir rüya olabilir. O kadar güzel bir eylem olmadığına göre...
Sahip olduğum, gözle görünen ne kadar şey varsa, muhtemelen birbirinin içine karışmış, renkleri buğulanmış, yorgun ama olması gerektiği gibi görünüyordu. Olması gerektiği gibi değil. Olması güzel olur gibi. Olunca insanı güzelleştirir gibi. Hiçbir seferinde, aynaya hiçbir bakışta tatmin etmeyen o görüntüye o sabah ulaştığımdan emindim. Dağılarak tamamlanmak diye bir şey varsa, o. Yoksa, yine o.
Gerçek ve tatsız ve zor bir rengin eşlik etmesi dahi yormadı o baş dönmesini. İnsan, olacaksa böyle sarhoş olmalıydı. Sanki bir yankesicinin çakısına kanını bırakmış da "İyi ki böyle, en güzel hissettiğim halimle ölüyorum." der gibi. Yani hayat da, gece de, semt de, hatırladığım tüm pencereler, fesleğenler ve diğer kokular da, sabahın caddedeki zerzevat uğultusu da, lavaboya dağılan endişe de, her şey öyle gerçekti, ama ismim kadar giyindiğim o saat aralığı hepsini yok edecek kadar daha da gerçekti ki...
Unutuşun bile silemediği hissedişler var. Zihnin perdesine inat görünen çıplaklıklar var. Örtülemeyen sınırlar, sınırı olmayan mesafesizlikler, zamana yenilmeyen göz hamleleri var.
Bu bir rüya değildi.
Hayatta oluşu oluk oluk kabullenmek, belki de çok az kere olabilecek bir kabullenme arzusuydu. Tutkuydu.
Bak. Bu gerçekti. Tanığı olan, zaman aşımına düşmeyecek bir şeydi. Aleni bir sır. Aramızda bütün varlığıyla kendini inşa etmiş, bir o kadar dokunulmaz...
Görkemli bir şeydi. Kendiliğinden olanın ihtişamı. Zamansızlığın mükemmel kurulumu. Bekleyip de gelmeyenin lanetinin kırılımı. Sığamayan taşkın bir şeyden söz ediyorum.
Hayır, bu kesinlikle bir rüya değildi.
Minik bir çanta, pekâla bir gardroba dönüşebilir. Bu bilgiyi edineli epey oluyor. Öğrendiğimde ya da kanıksadığımda hüzünden çok, kalbimin serseri zevklerine eklemlenmişti. Sonradan anladım; aşktanmış o. Çekip gitmenin tutkulu görünmesi de öyleymiş belki. Bir gün kendin çekip gittiğinde tutkudan başka bir şey hissediyorsun çünkü. Daha boşluklu, daha göğüs kafesindeki havayı evire çevire döven bir şey.
Şimdi bir çantayla gitmiyorsun. Bir çantayla dönüyorsun. Ama üç gün, ama beş gün. Bir kere kapıyı çektiğin ve sonrasında her gidişinin gönülsüz dönüşler olduğu yerler var. İsminin değil de cisminin silindiği, kimsenin de bu eksiklikle eksilmediği yerler. Kırgın unutuşlar, iz bırakmamanın hafızasızlığı.
Bir zamanlar anahtarı yalnız sendeyken, bu zamanlar bir çantayı kendi dışına dahi taşıramadığın yerler. Sığamadıkça utandığın, ağzı kapanmadıkça ondan da vazgeçmeyi düşünebileceğin çantalar...
Zaman insanı çok azaltıyor.
Arzularını, sözcüklerini, öpüşlerini...
Şimdi kalbini okşayabilmiş bir ana koşup sımsıkı sarılmak isteğinde giderek soyunuşundan sahip olduklarını. Çıkara çıkara yürüdün yollarda, üzerinde ne varsa, vazgeçe vazgeçe... Şimdi öyle üşüyorsun ki kendinden, bir sarılsan ona... Zaman duracak, tenin ağustosu öğrenecek, kalbin unuttuğun, o fırından yeni çıkmışlıkla kızaracak, mis gibi kokacak belki de caddenin ara sokaklarında yuvarlanan adımlarınla yeni gün. Bir sarılsanız geceye batıp, gündüzden taşacaksınız.
Bir sürü hikâyeden neyin sıyrıldığını biliyorsun.
Üzerinden ata ata geldiğin şeyleri görüp sadece şiir giydiren bir şey var onun uykusuzluğunda. Fazla olan hiçbir şeyin bulandırmadığı bir su olabildiğini görmenin şaşkınlığı. Beraber temizlendiğini hissetmek belki. Zamanı, doğruyu, gerekliliği, bir koca dünyanın yerlilerini sonsuz bir uçarılıkla kenara bırakmak.
Umrumda değil.
Bazen olmuyor.
Bazen başka şeyler oluyor.
Bazen olan, içimin çantasını havada tepetaklak sallıyor.
Neyim var, neyim yoksa, artık yok.
Geriye bir tek ben kalıyorum.
Şimdi..;
"Al beni ne yaparsan yap..."
Yolun bir yerinde korkusu geliyor yitirmenin. Boşluğun ciğer ciğer ağırlaşması rahat olan her yerini acıtmaya başlıyor. Zamanında efelendiğin bütün incir çekirdeği mevzuların yerini kocaman bir boş duvar sızısı alıyor. Kalbinin fotoğraf fotoğraf eksilttiğin, var olan ılıklığını görmezden geldiğin yaz bahçeleri dikiliveriyor bir ayazda karşına.
Pişman ola ola temize çekilmiyor geçen zaman nanesi. Zaman sadece geçer çünkü. Yerine bir şey koyup da bardakları dolduracak bir iyimserliği yoktur. Gitmenin cins ismi. Kalanı son anda tutabildiğin bir uçurum kenarı yaratabiliyorsan, göze alman gerekiyor birlikte paramparça olmayı da. Kalmak da en nihayetinde bu biçimiyle işteş bir fiil.
Şimdi biliyorsun. O her zaman durmaksızın çalan kapısı bu kez aralanmayacak. Canı çekmeyecek hiçbir zili. Ardında kendini değil de, hüznünü dinlendirmeye çalışıyor yıllandırdığı görünmezliğini giyinip. Biliyorsun işte. Bir filmin en konuşulmayan ama herkesin bildiği sahnesi bu. Sustuğu bir nefes, bütün konuşmalarını kaplıyor. Biliyorsun, şimdi durursan yarın gözlerinde dünden, bir dağın farklı yamaçlarından kalma kış manzaraları dallandıracak. Roller kesinleşecek, bir perde ciğere bütün tozlu ağırlığıyla kapanacak.
Yalnızlığın bir sızısı var.
Kırgınlığın bir sızısı var.
Pişmanlığın bir sızısı var.
Affedişin merhemi dahil değil ama..
Son tüketim tarihinden önce..,
beraber kalalım mı, düşerken bile?
Geç kalan bütün açıklamalar itiraf. Ve hiçbir itirafımın hiçbir zaman telafisini beceremem. Sahici kalp yırtıklarının hoyrat yaratıcısıyım. "Bu kez olmasın" diyerek çıktığım tüm yollar, zarif teğellerden diri düğümlere, sağlam zincirlere, oradan da geri dönüşü olmayan dikiş atımlarına varıyor. Hangi ilmeği nereye geçirmemem gerektiğini öğrenemediğim çeyrek yüzyıl. Afsız ilerlemek, af dilenecek bir iyelik eki edinememek bütün yollarımı, mahallelerimi kan revan içinde bırakıyor.
Karşıma yüklediğim "Benim gibi düşünse keşke" zorunluluğunun sorumluluğunu öğrenemediğim, hep yarım yamalak, bir yeri illa sökülmüş, fazla fazla kırgın hikâyeler dizisi. Bizzat yönetmeyim. Elimden gelecek olanın ayan beyanlığına inat, basireti sonsuza bağlı.
Kendini bilmek, bunu bile bile birilerini varlığınla incitmek.
Hayat beni affetmesindi.