26 Mayıs 2015

tunç uyak..*


"Boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla
Kediler gibi mırıldanarak.
Alkolden bir denize bıraktım kalbimi
Kırmızı bir sandal gibi,
Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla.
Avuçlarımla konuştum,
Allah büyüktür diyen insanlar gibi.
Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi
Yumuşak ve kremalı konuştum onunla.
Baharda leylaklar açardı boynumda
Mor ve pembe konuştum karanlıkla
Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim,
Sözler vardı içimde işe yaramayan
Sözlerle konuştum karanlıkla..."

21 Mayıs 2015

leyla..*


Dışarıda mayıs var. Bir yanı çok yeşerikliklerde patlayan kan kırmızı, bir yanı çok denize düşmüş gökyüzü huyu. Akşamın üstelemeden ama hafif dokunuşlarla güne inmesi... O rengi de biliyorsun. Zaaflarımı biliyorsun. Bir kadehe dolması gereken ne kadar sözcüksüzlüğüm varsa... Ve o kadehe kaleminin dudağı değmeli ne kadar şair varsa, onları da. 

Eksiklik eklerinin unutmakla bir ilgisi yok. Bu, bir arzuya neden biçmenin olanaksızlığına benzer gibi, belki. Mevsimden arda bir bakış bırakabilmekten öteye beklenti yaratmıyorum. Oluru yok reddedişler karşısında pencereleri ardına kadar açıp, durduğumuz yerde soluk soluğa kalabileceğimizi göstermekten başka hırsım yok. Hayatla derdim bir gecenin en güzel yerinde -evet, o rakamın altmış dilimine sığar şekilde- "durmayalım" diyebilmek. Ay paldır küldür düşmeli balkonlardan belini sarkıtırken. Daha başka bir şeyin hesabını yapabilecek bir şey sürmüyor iklimimde. Ne olduysa, ne oluyorsa hiçbir cümleyle tartılıp da sağlama yaptırmıyor kendine. 

Çok yalınayak nabzım. Ne tarihlerden ne de olaylardan korunacak ketler yaratabiliyor. Lâl sürüyor bir şeyler veya o lâllikle durağanlaşıyor. Saniyeler mi birbirini itiyor, haftalar mı deviriyor, bu neyin büyüyerek yaşlanmasını izlemek anlamıyorum. Bu kalabalığın, çok kalabalığın ortasında duyduğum tek şey; sudan yükselen karpuz kokusu, gözümün takıldığı portakal kasaları ve ikisinin arasında yalnızca yeşil ışık yanıyor olması. Metro çıkışında veya girişinde kestaneyle can eriğinin yan yana yer buluyor oluşu gibi. Şaşkınlığımın sessizliği, sözsüzlüğü, birçok şeyin anlamının altını çizmeye yetmediğinden kırıcılaşıyor. Oysa yabancılık tekinsizleştiriyor imlâsını yolda yürüyüşün. Nereye gittiğini bilmeden ve belki de aslında hiçbir yere gitmiyorken hangi yol tarifi işine yarayacak bilemiyorsun.

İnce ince esiyor rüzgâr. Saçlarımı sevmekle sevmemek arasında ağlamak istediğim vapur güvertelerinde üşümeye mi üşümemeye mi karar vermeye, aslında çok üşüyüp de üşümüyor gibi durmaya çabalıyorum. Ellerimin ağrısını bırakabileceğim bir yer yok ve martıları besleyemeyecek kadar susamsız şimdi denizaşırılarım, sevmelerim*... 

Bu durumda neyin önlemini alma çabasında dilim, bilmiyorum ki... Kıyı kıyı susuyorum. Bakışlarım gözlerime küs. Çok hastalarmış, doktor da söyledi. Ağlamaktanmış hatta belki de. Bir yerde okumuştum; hatırlamanın da unutmamakla hiçbir ilgisi yok.* Gözlerim bitmiş. Bir nehre baka baka bitirdiğimi hatırlıyorum. Bir de şimdi nereye baka baka doğuracağımı bilmediğimi bazen unutuyorum. Gemiler batıyor sanki kuraklığıma saplana saplana. Gözlerimin reddinde dilim de sus pus. Bir bedeni bu yoksunlukla taşıya taşıya kalbini hatırlamaya çalışmak çok yorucu.

Hasarlıyım, yabancıyım. Dışarıda mayıs var ama. O temiz. Tertemiz. Saçları dalgalanıyor, dudaklarında çilek kokusu, rengi. Öyle genç ve elleri öyle diri sulara dokunurken.. Cam göbeğinden elbisesini sıyırdıkça eflâtunlu bir zamanın rüzgârı, yaseminler saçılıyor sokaklara. Konuşkan ve bakışkan sevişiyor mayıs; cüretkâr. Haklıysa, sonuna kadar.
Omuzlarından öpülmeli şarkılar söylüyor.
Mayıs olmak istiyorum.

Bu mevsime böylesi yakışıyor.
Ben arka bahçesinden hayran hayran içime çekiyorum varlığını.
Çünkü nereden baksan insanı en çok ve belki de bir tek aşk iyileştiriyor.
Ve şimdi sokakta, ve toprakta, ve suda, ve bulutta sahici bir aşk var.
Ne oluyorsa ve ne olmuyorsa sadece bundan olmalı...

14 Mayıs 2015

"omne animal triste post coitum"


Aşkın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktığını bile bilmiyorum. Kimi zaman bize aylarca, hatta yıllarca pusu kurmuş başka bir varlık gibi içimize girdiğine, bizim günün birinde, anılara ya da düşlere kapılmışken, özlemle gözeneklerimizi açtığımıza, sonra bu gözeneklerden içeriye girmesinin saniyeler aldığına ve derimizin altındaki her şeyle karıştığına inanıyorum.

Monika Maron- Animal Triste

6 Mayıs 2015

"..şansımız artmış, kaybolursam..."


Bakma. Korkuyorum. Korkunun sessizliği bu, gururdan ziyade. Bedenim kendi kendini tehdit ediyor, bu otosansür içimi sıkıyor. İçimden dışıma taşamayan ne kadar şey varsa suretimle de olsa senin dışından içine dökülsün diye bekliyorum. Kendime getirebildiğim bir çözüm yok şifacı dualardan başka. Oysa içinden Tanrı geçen şarkılar söylemek ona inanmamı sağlamıyor. Belki de bu şehirde inanca gereksinimi var insanın ve benim belamı veren de bu?

Zamanın birinde deist bir adam kaderciliğime kızmıştı. Tanrısızlık ve kadercilik. Oysa ben olsam kendime kaderci demezdim. Çok sevince çok tanıdığını da zanneden insanlardan biriydi belki o. Belki çok da sevmemiştir, bilmiyorum ki? Şimdi sevmek fiilini geçirdiğim cümlenin ve sevmek fiilini geçirdiği cümlenin ben aynı başka öznelerine bakınca. Tanımak. Soyununca tanışıyorsun. Ama gözlerin varsa. Bir zamanlar yoktu. Şimdi miyobumdan, astigmatıma ve daha bir dolu görmezliğime rağmen öyle eminim ki gördüğüm şeyden... Gözlerime laf söyletmeyeceğim nadir zamanlardan biri. Üstelik gören bütün diğer o 'yakın' gözleri de utandırmaya ant içmiş gibiyim karşımdaki manzarayla. Oradan güzel bir şey çıkacak. Hem içinden, üstünden, altından, sözünden, sesinden şehir geçiyor?

Az yere gittim, çok az yerde bulundum. Ama ne zaman bir yere gitsem, gidebilsem hakiki bir çentik attırdım o kimlik haneme. Dahası kalp haneme. Yumruğuyla, orgazmıyla, sadakatsizliğiyle, çocukluğuyla, neşesi ve hıçkırıklı ağlayışlarıyla, yıkılışları ve yeniden kuruluşlarıyla... Şimdi bak buradayım ve bir şeyler yine kendini yazıyor işte. Yazsın da, kurumasın mürekkebi sol yanımızın. Korkmuyorum gördüklerimden. Manzaramdaki suyun derinliğinden, karanlığın uçsuz bucaksızlığından, gecelerin taşkınlığından. Korkum bir tek, bu beni somut olarak çevreleyen ve sınırlayan, işleyişini bana sormayan şeyin çözümsüzlüğü ve kötü sürprizlere de açık oluşu. Gerisi teferruat. Hayatın her yerinde de öyle olmalıymış ya, büyümek mi yaşlanmak mı; adına ne koyuluyorsa; öyle bir şey varmış, onunla anlaşılıyormuş illa ki.

Tuhaf bir yandan. Kendinle ilgili kontrol edebildiğin ne az şey var. Belki çoktur da, ben daha gelmemiş olabilirim oraya, belki de otobüsü kaçırmışımdır. Bilmediğim her şeye eklensin.

İçim çok geveze bu aralar. Bakma. Vallahi gururdan değil dışımdan konuşmayışım. Başka şeyler var. Zaten ne zaman pek gururuyla anılan bir kadın oldum ki, oldum mu, gurursuz diye de anılmamışımdır belki veya sıfatlarım arasına gurura eklenecek bir yapım eki gelmiş midir, gitmiş midir emin değilim. Umrumda da değil aslında. Kalbin kontrolsüzlüğüne tapınmak isteyen biri için gurur çok dar ve mazbut bir kelime. Sanki. Tartışalım bunu bir ara. Dudaklarımın kenarlarıyla barıştığımda. Aslında dudaklarım da yetmez gibi. Çünkü nereden baksan nefes akıcı bir şey. Akacağı tüm yerlerle mütareke imzaladığım zamana sözleşelim en iyisi. Çelme hoşuma giden bir şey değil; hele ki kendi kendime dolandığımda.

İçimde günleri dilimleyen bir sıkıntı ve bir ferahlayış çok karı- koca. Resmen, ömür boyu, yüzü asık da olsa bu ruh halimi geçindirmeye imza atmışlar. Sabah yoldaki coşkunluğum -ki az önce düşünüyordum; bu şehirde de var basınca rahat ettiğim topraklar- yeraltından dahi olsa Taksim'e varınca, ve sonra akşam şu kır saçlı güvenlik görevlisiyle çok gizliymişçesine "iyi işler/ iyi akşamlar/ iyilikler" anlaşmamla birlikte özgür bıraktığım yeryüzü ağırlığımla kendini sürdürüyor ve bu Kadıköy vapurunda coşkunluğun ötesine geçiyor. Sonra denizden inip, yeni kavrulmuş leblebi kokusuna varıyorum ve tam o anda o sahneyi gerçekleştirmeyi düşlüyorum. Her akşam. Onun parmak uçları, o yeni kavrulmuş leblebilere bulanıyor ve kararıyor. Ne sevdiğim parmak uçlarına ne de yeni kavrulmuş leblebiye dayanabilirim. Düşünsene; onun parmak uçları, yeni kavrulmuş leblebi kokusu ve kararıklığı taşıyor. Ve... Ve hep aynı sona ulaşıyor 2,20 TL uzatarak noktalanan düşüm.

Tüm bunlar coşkun dilimler. Bir de hiç nefes almadan oturduğum, floresan tutulmuş zamanlar var. Penceresizlik ve dışarıdaki baharı tam olarak bir akvaryumun ardından kaçırıyor olmak her çalışan insan gibi ağrıma gidiyor bir miktar. Çay ve kahve seviyor olmanın hayati önem taşıdığına inandığım bir süreç bu. Sıkılmak zor. Modern dünya oyuncaklarının dahi seni sıktığı yerde, öldürücü. Müzik ve çay açı olup, her daim her çağrıda baloncuklarını hazır tutman gerekiyor büyükler dünyasında. Neyse ki sonsuz gülümseyen, kır saçlı bir güvenliık görevlisi ve şarap dahi satan bir büfe var. Hayat buna indirgeniyor. Güvenlik görevlisiyle iyilikleşmek ve içemediğin şarabın varlığına  mutlu olmak. Kimse bir mantıktan söz etmez diye umuyorum tam şu anda.

Mesela bazen de sabah sekiz vapurundaki, son anda bıyıklı olmuş, kot ceketli çocuk veya akşam -yakalayabilirsen- 18:45 finükülerinde hep aynı noktaya oturmayı başaran, arkadaşının babasına sabitleniyor hayat. Böyle şeyler var. Seferlerden tanıdığın yüzler, onların istemeden öğrendiğin ritüelleri. Belki sen de birileri için öylesin, bilmiyorsun ki. Yaşıyorsun. Bir yerden sonra alenen uyuyorsun, o kitabın tek sayfasını daha okumak için birilerini istemeden dirsekliyorsun, iki dakika daha çok denizde kalmak için sabah on dakika erken uyandığını ve bu saatin 05:40'a tekabül ettiğini söylüyorsun yorgun insanlara. Sen de yorgunsun halbuki. Ama yaşamak bir tuhaf.

Şehirle arandaki o şey yazılabilsin diye geceyi, sanki gece değilmiş gibi görüp yırtmak gerektiğini düşündürüyor. Şehir senden seni istiyor. Madem sen onu yazacaksın orana burana, o zaman karşılıklı bir teslim oluş bekliyor. Aşk diye bir şey varken de inkâr edemiyorsun bunu. Teslimiyetin getirdiği şeyi bilince göz ardı edemiyorsun çağrıyı. Hayat dilimli coşkunluklarla, ve o coşkunlukların arasına  yerleşmiş leblebi kararıklığının altını çizdiği tutkulu aşkla devam edebiliyor ancak. Sırtını dönemiyorsun. Hayat zaafın oluyor bütün bu sıkıntısına rağmen. Devriliyor, üzerine yıkılıyor, enkazında kan revan içinde bırakıyor ama yok; bir tek ama bir tek umudunu almıyor senden. Tuhaf.

Bakma. Korkuyorum. Korkunun gevezeliği bu. Bu sustuğum gevezelik gururumdan ya da gurursuzluğumdan değil. Yarın olur da gözüme yeniden yaş dolar da bu kez kendi kendime, bu beni saran etle onun altından kalkamazsam ve kelimeleri bambaşka şeyler için kullanmaya mecbur kalırsamın korkusu. Yok olamayacak bir şeye, varlığı ağır bir şeye dönüşürsem ve parmak uçlarının sevmediği bir kararıklık olursam diye şimdiden uçar gibi yapmak. Anlamsızdır belki, ki muhtemelen öyledir ama kaybetme korkusu hoşuma giden bir şey değil. Hele ki bir şey sahiden 'kaybedilebilecek' kadar kazanılıp kıymetlendiğinde, içim bunu hissettiğinde ve artık o olası kaybedişi göze alamayacak duruma geldiğinde...