19 Ocak 2015

günlerin köpüğü*


Günlerin üzerine dağılan bir şeyler var.
Son birkaç zamandır her yazdığım şeye bu cümleyle başlıyorum.
İstemeden. Yok, istemeden de değil de. İstemsizce. Düşünmeden. Aniden.
Sol yanımdaki kovada çırpınan balıklarda bir tuhaflık var. 
Can çekişmek değil.
Canlanmak değil.
Canla ilgili bir şey de. Ne bilmiyorum. Ölü değil çünkü. Ölü şeyleri tanımayacak kadar masallardan değil ki hiçbir şey.
Ama bazen masallar var. 
Güzel okunanlar. Kalbe dokunanlar. Kenara koyulanlar.
Eskisi gibi kıymeti bilinmeyenler de değil üstelik.
Tozlanan kapakların arasından sızan ülkelerde geçmiyor. 
Belki de başka ülkeler düşünülmemeli başka mevsimlerde.
Belki de sadece pencerelerinin ardından bakıştığımız öteki dairelere sızdırılmalı sarı ışıklar.
O kadar büyütüp büyütüp de hayalleri, çay içmeyi unutuyoruz ya.
Demsiz çay acılığı değil bak bu. Oraya varmış bir şeyden söz etmiyorum.
Hiç olmamak. Olduramamak. Olduramamak bile değil, oldurmamak.
Neyse. Olumsuzluk ekleri için fazla sırtım, boynum, ellerim, en çok da ellerim ağrıyor.
Şimdi sesiyle sürekli oynadığım müzikte de bir şey var.
Kimse duymuyor gibi ama azıcık mırıldansam bir şeyler gümbürdüyor gibi de.
Bu aralar günlerin üzerine dağılan bir şeyler var.
Şehrin insanlarındaki bıkkınlığın üzerine kuştüyü montlar geçirince yumuşamasa da bir şeyler, yumuşuyor bulutlar.
Gökyüzünün altına serilen şehrin sokak aralarına sızan şeyler var. İnanması güç ama bazen pembe. Ayağa dolaşıyor ama can sıkmıyor.
Ayakkabının altına yapışıyor ama adımlarının yerle temasından hoşlanmana bile imkân tanıyor.
Cebinden dökülen bilyelerinin güneşle renklerinin kırılması gibi, bunun dudaklarına tebessüm olarak kıvrılması gibi bir şeyler.
Ne bilmiyorum.
Yerleşik bir şeyleri rahatsız eden ama kovmak da istemediğin.
Küçükken, balkona yuva yapan kuşlara çıkıp baktığım sabahlar gibi günlerin sabahları.
Uyanır uyanmaz açtığım perdelerin ardından, neyi göreceğimi umduğumu bilmeksizin hareket ettiriyor.
Bulunduğum yerlerin kilolarını üzerime yüklemeyen bir şeyler.
Vapurların, suların saçlarını taradığı kış sabahlarını yeniden gülümseten bir şey.
İçtiğim her şeyin kıyısına dudağım değmeden kokusuna dokunduran, tarçınlı bir dağılganlık.
Bu ne bilmiyorum.
Geldiğimden beri olmayan bir şey, onu biliyorum.
Önüm, ardım, sağım, solum hesabından sobeye varmayan bir şey.
Hesaplarını kapatamadığım defterlerden ayrı duran, kendi başına kendini tamamlayacak gibi, öyle sakin, öyle derinde, kendince renklenen bir şey.
Ne çok şey, şey, şey.
Ama asıl olan şey şu:

Ciğerde açan bir zambak.*

Bu kez ölüme gideceğini sanmam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder