31 Ağustos 2014
Ç.
Bir şerbet rengi.
Uykunun rüyaya varma arifesindeki o kısacık an.
Uykuya dalmanın, bilinci uçurumdan attığı o kısacık an ya da.
Uyku rengi.
Suların maviliğiyle karışık.
Denizlere kirazlar dökülüyor rengi.
İç deniz.
Ve iki güzel adamla deniz kabukları topladığımız o su kenarı.
Kuru yosun yığınlarına bakarak ruhu seviştirmenin mümkün olduğu bir yer var.
Suyunun kenarında uyanmaktan haz duyulacak sahil beldeleri.
Gözyaşına dayanan bir yazın son perdesi.
Denizin ancak bileklerimizi yalayabileceği yakınlığında bir dilim limonlu kek yiyor hissi veya bir dilim kavunun yayılgan kokusu.
Çarşaflara karışan temizliği çiçeğinin.
Kadının.
Veya adamın.
Ve mutfak pencerelerinin seslendiği gün batımlarından genze düşen kızarmış biber rayihası.
Bir avuç dolusu kumdan değil, bütün avuç dolusu kumların içinden deniz minarelerinin çıktığı bir yer var haritada.
Ve kalbin, kendini nereye bıraksa gece bitkilerinin büyülü yeşiliyle ayaklandığı.
Erik ağaçlarının baktığı sular var.
Bir biletle gidilebilen, ve cennetten parça koparılabilen ağustosu var ömrün.
Bir sonbahar başlayacaksa,
hakkını verdi yaz.
Bu bir rüya değildi.
Ama ilk kez rüya görmekten korkmadım yirmi beş yılın dört gününde.
24 Ağustos 2014
Klavikula
Ne senin eğlencen olmak istiyorum ne de senin benim eğlencem olmanı. Seni sırf zevk için incitip, bizi birbirimize bağlayan o belirgin bağları karmaşıklaştırmak, seni dizlerinin üstüne düşürüp sonra tekrar ayağa kaldırmak istemiyorum. Kaotik bir hayatın görünür yüzü. Kalplerimizi çevreleyen halkanın bize yol göstermesini istiyorum, korku vermesini değil. Seni tahammül edebileceğinden daha yakınıma çekmek istemiyorum, ne de bağların gevşeyip yanlardan kendimizi asmaya yetecek kadar ipin sarkmasını.
...
Kemiğin kemiği. Etimin eti. Seni hatırlamak için dokunduğum kendi vücudum. Böyleydi, burada ve burada. Fiziksel hafıza zihnin sonsuza kadar kapatmaya çalıştığı kapılardan sendeleyerek geçiyor. Mavi Sakal'ın odasını açan bir iskelet anahtar. Acıyı ortaya çıkaran kanlı anahtar. Akıl unut diyor, beden inliyor. Köprücük kemiğinin orta noktası beni mahvediyor. Böyleydi, burada ve burada.
...
'Bir gün bu da geçer...' Asıl sorun yaratan klişeler. Sevdiğin birini kaybetmek hayatının sonsuza kadar değişmesi demek. Bir gün geçmiyor bu, çünkü 'bu' sevdiğin insan. Acı geçiyor, yeni insanlar giriyor hayatına, ama o boşluk asla dolmuyor. Nasıl dolsun?.. Kalbimdeki boşluğun şekli sensin, senden başka kimse dolduramaz onu. Bunu neden isteyeyim hem?
Jeanette Winterson- Bedende Yazılı*
20 Ağustos 2014
kabuğumu..
"kadını dalga sesinden dokumuşlardı
ay ışıklı ve kumsallı kırılıyordu..."
Çok uzak bir zamandan çıkıp geldi. Bana sorulsa kenarları kalkmış, sararık bir fotoğraf gibi derdim. Ama ona sorulduğunda kanlı canlı, içerisinden en görkemli renklerin fışkırdığı yazdan kalma manzaralar anlatıyor.
Yıllar sayılmış, ceplere konulmuş, sonra birer misket halinde güneşe tutulmuş ve şimdi toprağa saçılma vakti gelmiş.
Bir zaman hikâyesinde kendime yer edinmeyi düşünmeyişimden midir bilinmez, ben çok şaşırdım.
Kendimi yedi sene öncesinin bir yerinden çekip çıkartacak mecalim var mıydı bilmiyorum, düşünemedim bunu ama, hafızam sahici bir kırılma yaşıyor akrep ve yelkovan arasında.
Ansızın.
Çok beklenilmiş beni bu sulara atmak için. Bütün cümleler biriktirilmiş. Benim unuttuğum tarihlerin hepsi tekrar tekrar yazılmış bir yerde. O kadar kalıcı noktalar konulmuş ki aralarına, hafızamın tozuna utanmaktan kendimi alamıyorum.
Cam göbeği suları severdim diye gitmeme inanamamış insanlar varmış geride bir tarihte.
Veya yağmurların ardından parklara çıkıp salyangoz sevişlerimi aklının bir kenarına işlemiş.
Ne ismimi, ne cismimi, ne sözcüklerimi ne de belirtili nesnelerimi unutmuş insanlar.
Kendi aldığım hediyeyi anımsayamazken, kıyılardan toplama taşlara ev anahtarlarını takmışlar da yaz yaz saklamışlar.
Rembrandt dedi sonra. Yine utandım. Öyle bir deftermiş verdiğim. Denize atılmış ardımdan. Belki de o suyun dibine takılı kalmıştır yaram.
Bu araftaki hal, olamadığım bir denizin ağırlığının dibe çöküşündendir belki.
Her şey ne kadar eski ve ne kadar da yeni.
Tüm bunlar çok çocuktu oysa.
Yedi değil üç sene geriye dönüp de baktığımda, ki bakamıyorum ancak durakalırım, yine mi çocuk manzara, yine mi oyun parkı diye sormadan edemiyorum. Değil gibi oradan buraya taşıdığım kırık deniz kabukları. Bağlanmayan yaralar, bir kadının. Onu biliyorum.
Tükettiğim cümlelerin ardından gece üç sessizliği düşüyor ya güncel tarihime, onun kumu bu kalbimden dökülmeyen.
İnsanları yıllar değiştirmiyor.
Değiştirmiyormuş, yeni öğrendim.
Kırık cümlelere aşık olmamın tarihi çok eskiden.
Kırılırız, kırılırız da üçe beşe yediye bakmadan, biriktiğimizden haberimiz olsa eksilmelerimiz şiirliğince güzelleşirdi belki..
Zaman geçiyor.
Kalmışım yitip gitmeler arasında, bir yerlerde, bir sahillerde, bir semt adına ilişebilmişim, yanlış anlamışım bazen, sesime hakim olamadığım yerde kırıldığım sessizliğe yeniden batmışım, ama mişler ve mışlar. Ve iyelik ekleri.
Hepsini ben yürüdüm.
Unuta unuta, adım adım.
Saklayabildikleri de var. Zihnimin değil kalbimin.
Bir vapurda bir an bıraktığım bir elin kırgınlığını unutmadım. Bir yatağın penceresinden gördüğüm o ağacın altında ağlayışımı da unutmadım. Çantamdaki zarfın içinde kalbime bahar bahar dökülen o dörtlüğü de unutmadım. Ne o sonsuz siyahlığında gecenin çim yeşilinin ve sırtımdaki kışın ne de o trafik lambasındaki uzunluğunu kırmızının. Okul bahçesindeki o bankta bana anlatılanları, nehir boyu mutluluğumun ıhlamur kokusunu unutmadım, unutmadım.
Unuttuğum şeyleri affetmesini istediğim insanlar var.
Affedilmek bir ömrü öpen tek şey çünkü.
Öpmesini istediğim insanlar var.
15 Ağustos 2014
13 Ağustos 2014
palyaço.
Her şeyden önce dil değişiyor.
Sözcükler kendilerini baştan kuruyorlar ve farklı dudak kıvrımlarından kendilerini akıttıklarında farklı anlamlar buluyorlar.
Sevdiğim şekilleri var oysa mimiklerin. Sevdiğim mimikler. Ve mimikleri için sevdiklerim.
Dudaklarının kıvrımlarını ezbere bildiğimi sandığım nefesler. Sandığım diyorum, çünkü hızla biçimleniyor her şey. Bir sözcüğün ikimiz arasındaki gidip gelişi, bir başka zamanda senin bir başkasıyla aranda gidip gelişinin yanında mezar yürüyüşüne benziyor.
Sözcüklerin değişiyor. Farklı özneler almaya başlıyorsun cümlelerine ve kullandığın harflerin yolculuğu bendeki adreslere ulaşmıyor. Bu posta kutunu açıp da içinden mektubu alınmış yırtık bir zarfla karşılaşmaya benziyor. Hissi.
Çok canım acıyor. Seni okudukça, dudaklarını takip ettikçe çok acıyor. Kaburgalarımın arasından dökülüyor acı. Bu, çok kıymetli bir şeyi rehin vermek gibi mi, emin değilim ama benziyor.
Emanetçilere yer yok benim hiçbir rengimde.
Sessizce yaşanmalı bazı şeyler.
Her şeyden önce dil değişiyor çünkü. Senin bana söylediğin bir kelime, zamanın birinde destanken şimdi kaldırım kenarına ayak ucunla iteklediğin bir taşa dönüşüyor.
O zaman ilahlaştırdığın hiçbir şey kutsal kalmıyor.
"Kutsalın ne olduğunu ne bilirsin sen?" der gibi bakarsın belki artık bana o pencerenin ardından.
Genellemelerin arasında bir isim olurum.
Misillemelerle kuvvetlendiğin ama ağlattığın bir şey.
Şey diyorum, çünkü sözcüklerin değişiyor. İyelik eklerimizi atınca alay edilebilen, üstelik bilmediğin bir dilde tiye alınabilen bir şey oluyorsun.
Biten bir şeylerin ardından ağza alınmayacak sesler var.
Şahit edilmeyecek diyaloglar.
Gösterilmeyecek manzaralar.
Gidilmeyecek mabetler.
Anılarını topladığın sokaklar da.
Kendine bir şeyleri yasak etmek değil bu. Kendine tanıdığın özgürlüğün geleceğe dair bir esaret yaratışı.
Dil değişiyor, sesler duyuyorum, diyaloglar takip ediyorum, uzun uzun bakıyorum fotoğraflara, en sevdiğim sokaklarda nasıl da yerimi yadırgamış yürürüm şimdi onu düşünüp korkuyorum ve yitiriyorum. Dakikalardan, saatlerden, çok zamanlardan biriktirdiğim anları, öyle birer birer, zamanın ağır ahesteliğinde değil, canım yanıyor diye üçer beşer atarak üzerimden.
Neden yapıyorsun bunu demek istiyorum.
İstiyorum ama,
sessizce yaşanmalı bazı şeyler.
Sözcüklerine bunca güvenirken, ve onların benim eklenmediğim biçimler almasına bunca izin vermişken, dokunmadan sıyrıl üzerimden; öyle sessiz, öyle bir fanusta saklar gibi tarihi, öyle benim sağır ve kör olacağım şekilde yap.
Bir talan akıyor kaburgalarımın arasından.
Her gece.
Her şarkıda.
Her kokuda.
Her çarşafta.
Her kadehte.
Her uykusuzlukta.
Sesler var, seslerin hepsi gürültü.
Küfre dönüşüyor her sözcük.
Yeni bir dil öğrenmek zor, biliyorum. Ama başka seslenişler edinmezsen, senin dilin benim katilim olacak.
12 Ağustos 2014
dize*
"We don't read and write poetry because it's cute. We read and write poetry because we are members of the human race. And the human race is filled with passion. And medicine, law, business, engineering, these are noble pursuits and necessary to sustain life. But poetry, beauty, romance, love, these are what we stay alive for. To quote from Whitman, "O me! O life!... of the questions of these recurring; of the endless trains of the faithless... of cities filled with the foolish; what good amid these, O me, O life?" Answer. That you are here - that life exists, and identity; that the powerful play goes on and you may contribute a verse. That the powerful play *goes on* and you may contribute a verse. What will your verse be?"
10 Ağustos 2014
4 Ağustos 2014
87.
...
Daracık boş zamanlarımda durup sokakları düşünürüm
Deniz kıyılarına inen ufak tefek sokakları
Doksaniki dosya düzenlerim başlarım yeryüzünü
sevmeye
Alışmadığım şeyleri sevmeye çabalarım
Bir vakit var yeşille beşbuçuk arasında
Evrenin sevişmek için yorulduğı yumuşadığı
isteklendiği
Ellerim kollarım sevinir ben sevinirim sokaklarda
Durmaz yaşarım koyu koyu
Dünyada Meymenet Sokağı var başka sokaklar var
hep sokaklar
Sokakları gerinerek sevmeye başlamaklar
Ağaçlarla şaraplarla ben varım
En uzaktaki körler var aşkolsun onlara
Daha ellialtı dosya var düzenliyeceğim
Gökyüzünün kalkıp dudaklarıma bir değmesi var
Oysa kapılar var duvarlar var perdeler var
Bir bıraksalar
Sonra başka şeyleri özlemeye
Turgut Uyar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)