26 Temmuz 2014

gizli örtüsünden..*


Bütün anlamların yer değiştirdiği bir temmuzun son günleri. Kendi çizgilerimin mealini arıyorum sokak sokak, insan insan. Eteklerimden dökülmesinden korkuyorum tek bir sözcüğün bile. O uzun yollardan, çaydan rakıya varan sofralardan, kule diplerinden, nehir boylarından, vapur köpüklerinden, avuç içi sıcaklıklarından, buzlu kışlardan tek bir sözcüğü dahi kaybetmemeliyim eve varana dek. Anahtarımı çevirecek olan üç noktalar var. Sonu getirilmeyen, getirilmediği için anlam bulan. 

Bu temmuz ansızın oldu her şey. Sanki her şey ama her şey kalbimin salonuna saçıldı. Koltuk altlarına kaçıp da temizliğe kalkıştığım sırada parlayan şeyler de var, süpürgeliklerin kenarında tozlananlar da. İlk kez belki de bir tarih bana unutmamamı emrediyor. En kendimi sınırladığım mekânlarda, en tanımadığım kadınlar ve adamlar, en bildiğim soruları sorarlarken ve hiçbir sözcüğümü yettiremezken en bildiklerime. 

Uzun monologlara arka plan olmaya niyetli bir yaz. 

Bildiğim rutubet, bilmediğim yağmurlar. 

Nicedir hep en aşina olduklarıma eğilen güneşliklerim, şimdi başka bir ömrün alışkanlıklarına perde açıyor. Menekşelere su veriyorum, ölü orkideleri canlandırmaya çalışıyorum ve defter aralarına sıkıştırmadan kurutuyorum gülleri. Sukulentlerin pembesini seviyorum, ellerimde pembe sevmesem bile. Bulutsu ve rüyamsı bir pamuklanma yaratıyor içimde. 

Uzun, imlâlarında cömertliğe gitmeyen, resmi ve kasvet cümleleri dinlerken yoruluyorum. Bunu tahammülsüzlük adındaki şımarıklığa bağlasam da çoğu zaman, biliyorum ki yorgunum. Yorgunum, çünkü en ciddi eylemlerin hepsine renk koydum bugüne dek. Yorgunum, çünkü bir buçuk- iki sene boyunca en renksiz ve en ciddi cümlelerle kendime dair bir şey ortaya koymaya çabaladım. Mümkün müydü bu? Gerçekleşmiş olması, bunu mümkün mü kılıyor?  

Şimdi ne haberleri dinleyebiliyorum, ne ciddi mevzular üzerine derin konuşmalar yapabiliyorum, ne o içim giden kaynakçalı kapakları kaldırıp iki satır okuyabiliyorum, ne de uzayan bir meseleyi saatlere yayabiliyorum. Şımarıklık, umarsızlık, tahammülsüzlük, yorgunluk. Hepsi. Veya hiçbiri. 
İçimin sıkılmasını bir fil sürüsüyle birlikte izliyoruz. Onları ortak etmem tamamen yarım bıraktığım bir kitabın vicdanından. Evet, kitap filler üzerineydi. Ve onlar mucizevi hayvanlar. Bu bulantıma ses etmeden, öylece göğüs kafesimde oturacak kadar.

Bir his bulmaya çalışıyorum kuş çığlıklarıyla gelen sabahlarda. Perdelere bağıran gün ışığında. Ve gün dilimlerinin her birinde, ayrı ayrı. Ne hissettiğimi ifade etmek istiyorum bazen. Kalemle küs müyüz, emin olamıyorum. Boyamak istiyorum içi boşluklu çizgileri, karar veremiyorum. Ne söylemek istediğimi bulup çıkaramıyorum. Eteklerimden dolup taşan hitapların, özlemlerin, kayıpların ve sıcaklıkların beni sarmalayışına bir ses biçemiyorum.

Bu yaz kimse müzik dinlemiyor mu. 

Ve bu yaz herkes birbirini özlerken, yine de kimse müzik dinlemiyor mu.

Neyse ki hâlâ unutmadığım şarkılar var...

Neyse ki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder