28 Nisan 2014

yolum yok, yordamım yok..*


Kendi yazdıklarımı dönüp okuma ve tanıma konusunda ne kadar başarısızsam, akşamda kırılanda da o kadar ustalaşıyorum gittikçe. Günleri saydım, sözcükleri dizdim, uzun uzun noktalama işaretlerine baktım, biçim ve biçemsel olarak birbirinden farklı iki metni karşılaştırıp kesişim kümelerini çizdim, hitaplardan geçtim, bahsi geçen müzikleri dinleyerek okudum, onlarsız okudum, saatlerine baktım son noktaların, akrepten arta kalan gün dilimlerine. Saniyeyle ilgili olarak okuduğum bir şeyleri anımsadım dakika hesabı yaparken. Bir çalışma olarak değil, sezgimin yoldan çıkıp çıkmadığını kontrol içindi sanırım tüm bunlar. Kendi defterlerinin yırtık sayfalarını toplayamayan bir pasaklının haritasız bir gezginle örtüşüp örtüşemeyeceğinin sağlaması gibi bir şeydi ya da. Sağlaya sağlaya sağlayamadıklarımızdan mısınız. Kayda geçtim ama her şeyi. Her şeyi değil tabi, her şey eksi ben. Günün birinde yazarım bir bankta vücudumu saatsizlikle ağrıtırken belki, sonra da "Kimmiş ki bunu yazan?" diyerek telefonlara sarılırım. Onu da yapmam gerçi, fena bir nane iletişimin öylesi. Hem açılacak mı bakalım, "Bunu yazsa yazsa bir kendini bilmez yazmıştır" diyecek mi. Kuvvetle muhtemel ki iki yabancı olarak, bir -mişli geçmiş zaman masalını eşzamanlı olarak hatırlayıp susulur karşılıklı. 

Yedi yüz elli yedi gün farklı uyanmak da o masala dahil, dört yüz altmış bir günün tamamında yeni bir şey; "şey" üretememiş olmak da. Kendimi matematik bilmez bir muhasebeci olarak hissettiğim bu hayat geçirmecede yine bir çekip vuranım yok. Neyse ki cambaz usta. Hem bir palyaço neden yalan söylesin ki?**

Geçtiğimiz Egeli günlerden birinde ne var ne yok -ki geneli ne yok üzerineydi- kırmızı bir masaya saçılmışken, bir bisiklet firmasının mali işler sorumlusu ve yoktan var edilmiş bir yemek firmasına sahip olan minikcik eşiyle tanışmanın kazandırdığı şeyleri düşündüm. Herkes alkollüydü. Herkes aynı coğrafyada, herkes bilinen sektör muhabbetlerine, gençlik, güzellik gibi şeyler ekleyerek bol tebessümlü, ve öyle çok da kolay olmayan şeylerden hemen gerçekleşebilecek şeyler gibi bahsediyordu. Biraz daha kandırdık birbirimizi. Alkollüyken herkes her şeyden bahseder. Herkes herkesle tanışır. Kim ne söylüyorsa günahsızdır. Günah tanımını da bu esnada kendime göre biçimlendiriyorum. Güzel kadının paylaştığı gibi; "Sen beni kahvaltıda sev." En yalansızı odur çünkü, her şeye inanmamıza vesile olan olay sayısız kadeh değil, susamlanan muşambadaki parmak izimizdir. Baş dönmesi çoğunlukla güzeldir, ama kahvaltıda başın dönüyorsa o daha da güzeldir. Dönmüyorsa değişmişsindir ya da kaybedensindir veya o durmayan su sana öyle böyle kırılmamıştır. Kurumak için, durup, kalıp kavrulmak için büyük bir günah gerekir sanırım. İşlediğim cinayetin vicdan azabıyım. Raskolnikov'suz günüm geçmiyor. 

Daha soran olacak, biliyorum. Bilmekten öte hissediyorum. En az bir kişi daha, ki bir masalda, bir ağıtta, bir heyecanda, bir yerde yitmediyse soracak. Merak edecek ve merak edenler arasından bir tek o anlayacak. Daha cevap vermeye, hikâyeyi anlatmaya başlamadan, sessizliğime yüz yıllardır alışık ve bundan hoşnut gibi, o bir anlık durup bekleyişimden anlayacak ne olduğunu. Sırtımdaki düğmelerin aralıklarıyla, ellerimdeki ağrının arasında bir yerde konuşlanmış o hikâyeyi anlatırsam sanki sonsuz olacak. Bunun bir zamanı yok. Saydığım günleri çoğaltacak, kendi hanemden azaltacak, ama illa bir yerde denk düşeceğim. Sezgi yoklaması, sağlaması, neyse, bunun için belki. Kaybeder miyim korkusu yaşadığım bir umut kırıntısı, bir şey; "şey" için.. 

Sanki bir kelime görsem dünya baştan kurulacak.

fotoğraf: spkd

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder