18 Nisan 2013

bekle- sen..


Bak neler oluyor.
Eskiden inanmadığım tablolara renk çalmak için güç veriyor hayat, kırıntıyla da olsa..
Bakarak büyüdüğüm sulara değen yeni bakışım, şehri affettirecek neredeyse..
"Ne güzel" diyorum. Her gün batışı yeni bir şiir gibi.
Her gün başka tonlarıyla batıyor sulara; kavuniçinin pembeyi kışkırtması, alkol mavisinin eflâtunla sevişmesi, sonra morcivertken laciye boyaması günü..

Bazen çok umutlu bir kadın oluyorum.
İnançsız ama umutlu.
Tüm o sözcüklerimi sellere bırakan gözyaşlarımın yanında, öyle yamaçlardan dökülen renkleri dudağının kıyısıyla öpen, sessiz bir kadın.
Sessizliğinde tek sesin, o olmasını isteyen bir kadın.

İçimdeki bütün çöküntü alanlarından kendimi kurtarıp düzlüğe çıktığımda, öyle suya karşı bir bank olsa yeter diyorum, yetmez mi. İçimin şehirlerini de öyle yazıp çizmedik mi.
Bir sürü şey geçiyor gözlerimi kapattığımda. 
Az şehir, az insan, çok şey.

Şundan birkaç sene önceki sureti arıyorum bazen aynada, sonra en yakın arkadaşımın beni İstinye Sahili'ne yolladığı o günü buluyorum. O günkü el yazımı arıyorum. O günkü kızı. O gece telefondaki sesimi. O yazı. O yazdan geriye kalanları. Bir bankta kendimi yeniden doğurduğum o tarihi. Temmuz doğum sancısı kadar, ölümü de şereflendiriyor bazen. O bar geliyor sonra aklıma, o kalabalık, müzik yapan adamlar, sol koluma bakmaktan beni vazgeçiren tarih, insanlardan ürkmeksizin gövdeye karışabildiğim.. Yeniden çınardan bir hayatın rüzgârla salınabilen bir dalı olduğumu düşündüren..

Bir yurt odasının yapış yapış pencerelerinin önünde öyle sakınmasızken geceden dolan terli çam kokusu..
Sonra başka şeyler.. 
Terasında kahvaltı ettiğimiz bir yer vardı. Galatasaray Lisesi'ne çok tepeden bakardık. İstanbul herkesindi,  merdivenleri bize kalırdı ama. Bize hep merdivenler kalırdı. Belki de o yüzden düşmek epey can yaktı. 

Bir tek bunlar değil. 

Kaybetmekten ürktüğüm insanların birer birer yol ayırış sahneleri de karıncalıyor göz kapaklarımı. Ama yaşsız belki. Belki uzun zamandır, büyütmek adı altında hazırladıkları şey buydu, bilmiyorum.
Herkes yolun bir yerinde kendine, kendiyle kalır değil mi..
Ben en genç olanlarıydım, ondan herhalde bu yalnızlık şimdi.

Mesela bir de iskeleler var. Neden öyle gözüme çizik atılmış gibi bindiğim vapurlar..? Bir değil, iki değil ki.. Merve'nin Karaköy'den getirdiği bir kart var, benim inandığım, inanmak istediğim insanlara doldurduğum defterler, anısı kalmış, karanlık sözcükler, söylenmeyenler, ama illa vapurlar.
Bazı haftasonları, inatla yürürdüm diğer iskeleye. Şimdi metallerle ayırmışlar güzegâhına göre insanları, oysa mimar çocuk görse sevmezdi, defter doldurulan çocuk da, bu çocuk da. Hiçbir çocuğun sevmeyeceği kadar büyük artık her şey. Büyük, büyüdükçe kirlenen, kirlendikçe temizlenmesi mümkün olmayan..

Bazı sokaklar da var. 
Çok şarkı.
Belki keşkeler..
Pişmanlığın niceliği ölçülemiyor.
Ama bir ömür, fazlasını taşımaz, onu biliyorum.
Belki de en genç kalan, en genç ölen, öldürülen olarak tam da bu yüzden
Gitmem gerek.
Deli sayılmam.
Sadece neden pişman olacağımı iyi biliyorum.
Ve olmayacağımı da.
Yerimde genç kalamadığımdan..

Gitmem gerek.
Yeni bir sokak eklensin diye belki gözümün önünden gitmeyen şeylere.
Belki bir koku.
Belki o koku..;
Ezbere bildiğim. 
Ama hiç bilmediğim bir şehirde, sanki ilk defa koklayacakmışım gibi olan..

Korkuyorum.
Görüntüleri yitirmekten.
Unutmaktan.
O harika adamın dediği gibi, "Unutmak, inananlar için Tanrı'nın, inanmayanlar için doğanın en büyük mucizesidir."
Mucize istemiyorum.
Anları, anıları, bu kadar benimken zihnimin yorgunluğuna bırakmak..
Kalbimi zorlamak, gözlerimi bunlarla bozmak varken,
kapatmak istemiyorum, uyumak..
Belki giderim ve sadece şöyle olur;

"Tırnak cilası dışında çırılçıplaktı." 

...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder