5 Haziran 2012

dün- sen, gitme- sen..

Her yere yığılı dünya. Kimsenin içinin odasında kaldırmıyor kolunu, kıpırdatmıyor toprağını.

Her yazdan biraz daha fazla yol var bu haziranda. Pencereden içeri dolmuyor geç gelen mevsim. Geride bıraktıklarım gidiyorlar. Onlar gittikçe yaklaşır mıyız birbirimize, bilmiyorum.. 
Ben eve, onlar evimden başka yerlere... Yavaş yavaş dönüşüyor her şey. Belki de yavaş bile değil. Ev, annemin olduğu yer mi, kalbimin gıcırdayan her kapısının eşiğinde ayak izi kalmışların toplamı mı.. Kapatamadığım kapılar coğrafyası derdim ben olsam..

Yarının boğazının sıkıldığı bugünde, dünün çocuklarını oynuyorum. Derdi ve rengi olanları. Sevdiklerimi, sevdiklerini. Başka bir zamanın köşesindeyim, düşle gerçek artık birbirini maktûl olarak görmek istiyor. 

Tozlanıyorum. 
Tozlanabilecek kadar taşa dönüşüyorum.
Çoğu zaman, o bir kadeh şarap içip, deniz kabuğu temizlediğim, loş köşeyi anımsıyorum. 
Denizken, kabuk oluyorum. 
Toz alan değil, tozu alınan...

Sonra aklıma vapurlar geliyor. Benim aklıma sıklıkla vapurlar geliyor, belki uyudukları kalbimden hiç demir almıyorlar. 

Sarı kazağımdan başka bir şey anımsamıyorum bazen de. Bir telefon konuşması belki, ya da birkaç kraker.. İmlâsı bozulmamış zamanlardan arttırdığımız...

Vapurlar iskeleden hiç gitmiyorlar. Yoksa o kalbim mi, hiç bilmiyorum.
Ama sen bir kez daha kaldırmışsın bir vapuru, oradan gitmeden..; evimden..
Benzeşiklik aramıyorum.
Ayrışık detaylar ya da yanlış noktalama işaretleri de..

Belki sadece evi..
Sen gitmeden...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder