12 Nisan 2008

Sızısı Kaldı, Rodrigo'ya Nazır...


Duvarlara yaslandım, düşledim sabahlarını bu yorgun, intihar gecelerinin… Tan vakti döşeğinde, düşman gecenin koynunda paslanan kabusları çocukların… Dişli rüzgârların ısırdığı masallarına sızan kanda, bekleyiş aydınlığı…Sahili döven her dalganın şiddetine yüklenen bir hasret… Gecikmiş gelişlerin gölgesinde diyalektiği bozulmayan düzene bir umut, her bahar değişen renklere nazır… Değemedikleri şeftali kokulu dudaklar ve gidemedikleri barış ülkelerinde bir avuç yitik turuncu… Dağları aşıp, lacivert gökyüzüne asılı kalan yıldızları toplayıp, ışıltılarını saçma isteği toprağına… Yamaç suskun, su durgun, gece pusuda ve yoksun… Fakir dizelerinde servetimizin, bir usuldan Nazım havası… “Kapıları çalan benim teker teker…” Şekerleri çalınmış çocuklara ve rengi soluk gökkuşaklarına fırça darbesi…İnfazın eşiğinde, duramadığımız durakların telâşında ve mahpusken yollara… Kışlara saçtığımız gençliğimiz baharı getirdi mi tarlalara, ovalara? Türkülerde usuldan bir yiğit sevda havası… Kan gülleri iliştirdiğin sararmış yapraklarda dayanılmaz bir zafer tutkusu, paylaşılmayı bekleyen… Prangalanan umutlarla, iskemlesi devrilmiş hayatlarla, ve tenin çığlığıyla… ‘Hayata savrulan isyan filizleri’ bir derin hıçkırık şimdi dramında dünün ve gözyaşında yarının… Tutanaklara işlenen görkemli adımlarına hayran duruyorum karşında, doğumuma on yedi sene… Ömrüm ve ömrün ve kaderine terk edilemeyecek toprakların bereketine nazır, hürriyet… Kızıl akan derelerde adım adım soluksuzluk… Güne gerinen dağların ev sahibi olduğu umut, güneşi kucaklıyor şimdi seher yeliyle ve koynuna koyuyor aydınlığı, kışların.. Diri solan tebessümlerin ardında bir mütevazi vasiyet, dallarında baharlar açan memleketin güzel çocuklarının kardeşleri gerçekleştirdi… Bir derin ezgi, yaşayamadan gittikleri mevsimlere ithafen… Gözle görülemeyen buruklukları kırgınlık… Kırgınlıkları vicdan azabı… Soluksuz kaldıkları yıllar, soluşumuz., birlikte infazımız… Yorulduk… Sokak sokak, köy köy, diri diri… Bastıramadığımız sesimiz, vazgeçmediğimiz inançlarımız, uğruna prangalandığımız hürriyet aşkımız… Çelik adımlarla üzerine yürüdüğümüz karanlıkları gül bahçelerine çevirmek istedik… Kanımız suladı, kanımız kızarttı… Dolmadı bahçeler… Solgun çiçekler dirilmedi… Üç kayıp kalmadık, gençlik yakıldı soğuk odalar, kirli sokaklar, metafizik teoremleri arasında… Derin kuyularda bir usuldan serzeniş kaldı… Dağlarına kar yağdı memleketin… Sızısı kaldı…Direniş, yitiş ve aydınlanmayan karanlıklara… Yine de var olmak umutla, inançla ve geride bırakmak istemediğimiz, soluklarla… “Kimi ölüler bize ne kadar yakın, yaşayanların bir çoğu ne kadar da ölü..” Hayat yumruğunu sıkmaktı, gökyüzüne… Yeni renkler yaratıp, adımlarının Ve haykırmaktı fikrini… Susturdular… Rodrigo’ya nazır tüttürmekti sigarayı, yarını düşleyip.. Dolu dizgin bir yağmur indi geceye, gökyüzünde asılı yıldızlar, görünmüyor…Sızısı kaldı yitik günden…

Ve gözyaşı ve inanç ve umut ve minnet…

Geride bir yiğit “ Hadi eyvallah…”

8 Nisan 2008

Direnişiyle Sevdanın...

Rüyamda lale bahçelerinde, lacivert gecenin koynunda ateşböcekleriyle rakstaydım ve yankılanan adımda, labirentlere yönlendiren buyurgan ses, iliklerime işledi… Gece oldu, gün doğmadı. Gencecikten nisan yağmurlarının diri sızısında seni aradım. Renklerimin peşinden koşarken, beyazlar arttı. Fısıldadın… “Beyazın engin halini sevmezsin…” Engin maviliğinde (D)denizlerin bir tehdit beyaza doğru. “Bir çocuktum, sevmiştim, avuçlarımda aynalar…” Aynalara yansıdığında, küçük bir kızın düşlerinden, kırık bir çift sevdiği rengin çıkartması, gözlerinden akan yaşların kaynağında, yapıştırdığı…

Uçurtmaları vurdukları seherlerde yanık ot kokusu… Ellerinden şekerleri çalınan umutlar, dizginlenemeyen bir infazın zorla tanıkları, sorgusuz sualsiz…

Demlikten tüten buhara karışan tütün kokusunda, tek zenginliğimiz mısralar şimdi… “..Biliyorum sen de mi diyeceksin/ ama akşam erken iniyor mapushaneye/ ve dışarıda delikanlı bir bahar/ seviyorum seni çıldırasıya…”

Yıldızların yorgan, toprağın döşek olduğu saatlerde mesafenin gerçeklik kabul etmediği çözümsüzlükte tartışmasız tek gerçeklik, gözlerin… Uzağı yakın, soğuğu sıcak, ölümü ömür yapan… Ecelimin kuytularından sahili döven dalgalarıma bir kısır döngü şimdi zaman. Sevda sözlerinin zafer çığlıklarıyla donatıldığı tarih çizgisinde adım adım hürriyet.. “Ne Tanrı ne devlet aşk aşk hürriyet..”

Prangalanan masallarımdaki zinciri kıran bir gökkuşağı, kalbime iliştirdiğin… Sonucunu kestiremediğim turkuaz çelişkilerde, ‘nakarat gibi yağmur’dan kalan bir miras, çakırındaki hüzün ve hüznüne temel gönül ağırlığın.. Sana meyilli baharlarımda bir imbat… Körfeze yerli coğrafyalar, karabatakların, uçuş yönündeki tahmin, ertesi günün bulutundan haberci. Göç yollarının yorgun döngüsünde körfeze çarpan alkol kokusu, dizelere muhtaç.. “Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin/ sen ülkemizin yaz geceleri gibisin/ saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında/ beni unutma/ ah saklı gülüm/ sen hem zor hem güzelsin/ şiirlerimin ılıklığında açmalısın/ sana burada veriyorum/ hayata ayrılan buseyi/ sen memleketim kadar güzelsin/ ve güzel kal…”

İsyanlarla doldurduğumuz gençliğimizin vurgun yediği sularda bir deli sevda, tıka basa renk, ağzına kadar rüzgâr, toprak ve güneş… Kalemlerin doldurduğu soluklarımızda korkusuzca ölmek eylemi, akşamsefalarına nazaran… “Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar, yanlış bir öyküdeyim beni yeniden yaz…” Kelebeklerin saçtığı yazlarla bir mevsim kuşatması sol üst köşeye doğru…

Birlikte öğrendiğimiz yaşam, çok yönlü ama tek olan, tüm yönleriyle yaşanmadığında yaşam olmayan yaşam, renklerinin her tonunu kalbime işlediğin yaşam, sevdayla, zaferle, umutla ve daima… Daima “bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…”…

Temmuzun kavuran sıcaklığında, sabaha karşı gözlerimin önündeki çaamşır ipiyle ve direnişiyle sevdanın…

5 Nisan 2008

GÖLGESİNDE BÜYÜDÜĞÜM ÇINAR

**Denizine, Denizlerin yıkıntısını bastıracak umudu yüklediğin için, benim olduğun için…

İmbat esen şehrin yerlisi bir kalp… Coğrafyalara zincirlenen hayallerinde bir yoksun dalga dizisi… Zor zamanlarda kuşatmalara kaldık… Baharı getiremediğimiz bahçelerimizde ateşböcekleri öksüz… Bir Salı akşamı rastladım sana, huzursuz bir köprü gölgesinde. Susayan martıların çığlıklarında bir deli boğaz havası… Binaların bağırdığı hikâyelerden bir çengel bulmaca yarattım… Sütunlar boşluklu. Ayın göz göre göre soyunduğu gecelerin sarhoşluğunda körfezde bir ışık seli, menevişlere nazaran… Ege kokusunda, ege rüzgârında mahpus… Şiir uyaklarına çekmiş mevsimlerim… Salına salına engin sulardan, kıyılara… Uslan denizim… Goncalar açtırdığım sevda ve zafer türkülerinde bir çılgın direniş teslimiyete… Yel değirmenlerinin dibinde usuldan çocukluk… “Eğil salkım söğüt eğil, bu benimki sevda değil…” Mavi bir buğu iliştirdim sularımdan, göklere dayanan yüreğine… Fısıldadığın şiirlerin dizelerini çalıp telli duvaklı alaylar kurdum, yanımızdaki cenazelerin hüznünde… Tıngır mıngır sallanan bahçe ışıklarında adım adım yaklaşırken sana, turuncu turuncu… Rüyalarıma yasladığım delikanlılığında, kalemimi donatan leylak kokusu…

Uyandık, marşlarla ve güneşe olan inancımızla… Seni buldum dağ yorgun dağ yamacında, tuttun elimi ve çektin güneşe giden yola… “Haziranda ölmek zor..” dedik ya, zordu… Bedenlerimizdeki diri savaş yıkıntıları, dudaklarımıza mühürlenen umutla ufku gösterdi… “Seher yeli çık dağlara, güneş topla benim için…”, her sabah yeni baştan… “Kızıma”, “Kızımı güneşle büyüteceğim” dedin ya… Hadi denizim… Özlediğim ellerinde bir güz öğleden sonrası, dokunamıyorum… Gölgesinde büyüdüğüm çınar…Kör sokaklarda yitmeden ‘uslan denizim’…