Birkaç gün önce İstanbul'un hiç bilmediğimi sandığım ama aslında bilip de unutmayı seçtiğim bir yerinde, bir dairede, bir kadınla fırtınada, yas tutan Ortadoğulu kadınlar gibi gövdesi bir oraya bir buraya sallanan ağaçları izleyerek ve martıların gövde gösterisine şahit olarak üç saat geçirdim. Ne 12 sene önce Eskişehir'in o akşam saatine benziyordu ne de 6 sene öncenin Şişhanesine. Şişhanesine. Buraya kesme işareti koymamak sinirimi bozuyor. Neyse. 12 sene önceyle tek benzerliği kasımda oluşumuz, 6 sene önceyle tek benzerliği de içinde bahar geçen bir mevsimde oluşumuzdu.
Zaman geçmiş, hem de böyle demetli, düzineli sayılarla. "Nasıl geçti bunca yıl?"
O kadar bilmiyorum ki. Cevabım umut vaat etmeyen şaşkın bir: "Nasıl geldik buralara?"
Hiç geçmez sandığımız şeyler geçip, bir de senden eksiltip, üzerine yenileri ekleyip -ki bundan emin değilim çok- sürükleyince o tarihten bu tarihe, oldu bitti galiba.
Hiçbir şeye gücümün yetmeyeceğini düşündüğüm bu yerde bi durup da 34 yaşıma, 28'ime ama en çok da 22'ime bakınca.. Sahiden bir baş dönmesi gibi geçiyor hayat.
Ve silinen izler inatçı gençlik yanılgısından baya silkeliyor insanı.
Kendimize kazıdığımız şeylerin acıları, tutkuları, tebessümleri, öfkeleri ve nihayet ateşkesleri.., onlar bile siliniyor-muş bazen. Bu biraz üzücü. Kanıtsız kalmışlık hissi.
Hiç bilmediğim bir evde, benim için bir sürü şeyin anlamının silikleşmiş gölgesiyle otururken bir sürü şey düşündüm.
Belki de her şey, üzerine yeni masallar yazmak içindir. Belki de bir dua gibi ezberlediğimiz hatıralar kendini tozlaştırmayı seçtiğinde direnmenin çok da bir anlamı yoktur.
Belki bazı ezberler ve dualar özgürleşmemizin önünde bir bağdır.
Ki dualar ve ezberler genelde öyledir.
Müspet ilimler yolunda yakışanı yapmak da vazifemiz değil de nedir.