Bir kapısı olması insanın, güven veren bir his.
Ardında aradığın şeyi bulabileceğin, kilitsiz bir kapı.
İçine girip kıvrılabileceğin, elin boş gelsen de kalbin dolu çıkacağın bir yer edinmek.
Dünyadan uzak, içine kıvrılan...
İçindeki canavarların da başlarını okşayarak onları şefkâtle dizginleyen birilerinin, bazı cümlelerin, sadece fotoğrafların, anların, anıların olması çoğul hissettiren bir şey insana kendisini.
Bütün okları kendine çevirdiğin, gergin yayların arasında hedefte durmaya alıştığın bir yerde çok mucizevi bu.
Kabuklu biri olarak bir başkasına da kabuk yaratabilmenin içimde okşadığı yer çok derin.
Bir filmin aynı sahnesinde durup, sadece durup, sadece susup, sadece akıttığı bir şeyleri öylece izleyebilmek, akanın birikeceği bir göl olabilmek, sessiz bir anlayışla bunu kendinin gibi kucaklayabilmek çok çarpışma.
Sokağın ucunda gördüğüm gökyüzünün anbean değişen rengini koşup birine yetiştirmek,
içeri girdiğinde çiçekli bir salonda desenli bir muhabbete koyulmayı arzuladığım gülümsemeli zamanlar kurmak,
bir bardağın neminde parmağımı gezdirip, yağmurlar altında ve seneler öncesinde bir anıda yeniden yer bulmak,
unuttuğumu sandığım hiçbir şeyin yerinin aslında pek de değişmemiş olduğunu kısacık bir aralıkta fark etmek,
biraz anlamsız, çokça katmanlı geliyor.
Anlam kendine tek bir anda yer buluyor.
Bir karşılaşma ürpertisinde, bir sarılışın beklenmedik kuvvetinde, bir yokluğun aniden doluşunda.
Hepsinde müthiş şaşırıyor, anlam ve özlemin birbirinde eridiğini sanıyorum.
Bazı filmler var, kimse seninle aynı sahnede durmaz sanıyorsun,
bazı şarkılar var, unutulur, senin bile defterlerinde sözleri sararır, silinir sanıyorsun,
anılar bir tek sende kalıyor sanıyorsun,
ama kabuklar ölmüyor.