4 Ocak 2012

Bir şarkı vardı; kışlarda bile güneşe inandıran..

Bütün rüzgârları kendi tozlarına, dumanlarına bırakmaktı huyum. Benim huyum, uykusuzluktan ağırlaşan kirpiklerimi geceye batırmaktı sadece; tek zorlamam. Yoksa yol, herkesin önünde uzayıp, biçimlenen bir şey.
Mücadele alanına dönüştürdüğüm ne varsa diziyorum şimdi matruşka bebekler gibi, puslu düşüncemin bulut perdesi altına. Akan mevsimlere karışıp gitmek varken, dünyanın dizginlediği nabzım, her yerin savaş alanına dönüşmesine olan öfkemle koşmayı unutup yürümeye başlıyordum. Yoksa mor akıyordu turuncu çiçeklerin kalbine, saçılıyordu baharlarda gelincik kırmızısı sonsuz yeşile.
Geldiğinde mevsim akıyordu, vapurlar kendilerine beyaz köpüklerden gelinlikler giydiriyordu.
Savaş yoktu; senin isminde savaş yoktu. Anlattığın hikâyeler hep güvercin kanadına takılarak bitiyordu. Belki de bu yüzden; senin hikâyeciliğine bunca inandığım için, senin barışına varabilmek için bunca savaş verdim. Binaların içerilerinde, sokakların köşelerinde, şehirlerin sınırlarında, kağıtların keskinliğinde, göz pınarlarımda tuz kütleleri oluştura oluştura..
Aslına bakarsan hâlâ inanmıyorum senin bir kız çocuğunu ağlatabileceğine.
Ben deniz kıyısı çocuklarının birisinin gözlerine kıyabileceğine inanmıyorum.
İsmim yüzünden mi bunca yakıştırdın tuzlu suları bana, bilmiyorum.
Koridorları birbirine katıp, bankların güneşten solmuş yeşillerini anahtarlarla kazıdıktan ve her günümü üç bilemedin beş kelime için eve koşarak geçirdikten sonra, tarihlere olan inancımı her mevsim diri tuttum. Geçti bak; kıştı, bahardı, yazdı, güzdü. Sen gittin, dinlemek istemediğim bir masalı anlatmaya başlayıp, tam da inanmanın eşiğindeyken yarım bırakıp.. Ben koştum, bütün ormanları aştım, bütün dereleri, tepeleri. Sen biletler keserek giderken ben her gün aynı manzaraya uyanarak, aynı yoklukla, beklemenin yaşam biçime dönüştüğü şekilde.. Her özel ve genel günde, her sevdiğimiz insanın selamında, her gecenin en dokunulmaz o saatinde, her dizenin içerisinde sana evrilen kelimede.
Şimdi gittiğin bir hikayenin yağmurundan bahsediyorsun bana, dağılmış mürekkeplerin ardından, zorla ettiğin bir teşekküre dayanıp da geçirdiğim zamansızlığın ardından, bana söyleyeceğin ilk şeyle bir kez daha öldürüyorsun. Öldürüyorsun evet, acımasızsın. Barıştan, varılacak güzelliklerden bahsederken, yanıbaşındaki denizin kıyısından geri döndüğün için. Oysa masalları vardı sevdiğin ülkelerin, sevdiğin suların, sevdiğin o güzel yüzlü yetim çocukların.
Ben biriktirdim senin sevdiklerini, sen bırakıp gittin.
Döndüğünde söyleyecek tek şeyin bu muydu.. Daha kaç mevsim öldürmek istiyordun beni...
Hâlâ cesaretin yok, bıraktıklarını gelip bulacak, dağıttıklarını toplayacak kadar. Cümlelerin yüklemlerini getirip de noktalarını cebinden çıkaracak kadar. Vardım ben oysa ki, yanlış yerlerde de olsa o tek noktaları üçe çıkarmaya...
Bu kadar boşluğa fırlatmasaydın, bir ses, bir soluk, tek bir kıpırtı olsaydın ben mevsim mevsim, şehir şehir, tarih tarih..
Sen yoksun. Ama güneş vardı.. O varken de, ...

2 yorum: